‘Wovon man nicht sprechen kann, darüber muß man schweigen.’

Delilik, akılsız olmak değil, aklı fazla kullanmaktır. Deliler akıllıdır, deli olmak için çok akıllı
olmak lazım. Delirmek için iç baskı gerekir. Kendiliğinden olmaz, içten baskılarla olur. Aklın
taşmasıdır. Baskılandığı da pek söylenemez aslında, ‘akılla işi olmaz’ halidir daha çok. Akıl var ama
‘bana ne ondan’ demektir.
Akılsızlar deliyi önemsemez, ne güzel bir durum, tam delinin istediği. Kendi halinde, kendiyle
tumturaklı yaşayıp gider. Gidemez işte; Akıl deliyi tarif eder, sınırlarını çizer, tanımlar, tanıma
hapseder, o çizgiden sonrası, işte tam orada başlar der delilik için. Akıl ne çok oyun oynar, kural koyar,
deli kuralsız, sınıfsız, sınırsız, nefes almaktır.
Deli nefes alır. Akıllının aldığı hava civa. Akıllı önemsenmek ister, deli önemsenir. Deli kritiği
tependir, akıl kritiğe tabi tutan, deli olmak için akıldan geçmek gerekir sanki.
Akîl olup var sayarak, iplememek. İplemek, tam delinin terimi, pardon pardon akıllının terimi
iplenmek, bağ kurmak, deli bunu bilip yok sayar. İpi bağlamaz, elinde tutar, alakasız bile bağlamaz,
öyle avare olur.
Kendince tutarlı veya tutarsız, dışarıdan bakan için bunlar önemli, deli kendi içinde baskıyla
meşguldür, yaşama baskısı.
Akıllıda da var yaşama baskısı, ama eğitimlidir, az eğitimlidir, bu baskıyı baskılar, öğrenmiştir.
Deli öğrenmeyi unutmuştur.
‘Yaşamayı bilseydi yazar mıydı hiç şiir?’
Şair bazen, o da bazı şiirlerinde, birkaç dizede delirir. Ne büyük lütuf.
Saçmalamanın bilgeliğini akıldan saymalı. Saçma, bir bağlantıyı ‘genel geçer’ kurallarda
bağlamamaktır. Başka türlü bağlamak zeka ister, saçma bu zekanın ürünüdür. Saçmalama deriz, hiç akıl
işi mi bu? Evet akıl işi ve akıl kendiyle oyun oynayıp yanlış bağlamıştır. İplememezlik değil, yanlış
iplemek.
Saçmalığın bilgeliğine gelmiş biri, aklın yoluna çomaklar sokmayı zevk edinmiştir. Ha delirdi
ha delirecek bir hal. Aklın sınırlarından birkaç adım daha ileriye gitmeyi deneyimlemek ister.
Deneyimlemek nedir allasen, böyle kelimeleri akıllı biri kullanır mı hiç? Güzel konuşacağım diye komik
oluyorsun.
Deli, aklın uç beyidir. Sınırsızlığa yol almış, aklın gidemediği yolları denemiştir.
Akıl, ‘uslu uslu’ otursun, deliler avare gezer. Aklın sınırları vardır, akıl bunu gerektirir, deli bu
sınırları fark etmiştir ilk, sonra önemsememeyi idrak eder, sonra idrak bile etmeden, olan olur. Zaten
olan olur. Olmuş olan olur, akılla kurcalamasan hep böyledir, ama madem aklın var bir kullan bakalım,
oyalan biraz, sonra delirirsin.
Var olan, olan, olmuştur.
Olanlar oldu.
Delilik için kalem oynatmak boş heves, ama hevesli niceleri tekrar tekrar bu çabaya düçar
olacak. Yazmanın birazcık delirmek olduğunu sezeli, çokça yazıp az az deliriyorum.


Şükran Yakı, Elazığ Ruh Ve Sinir Hastalıkları Hastane’sinde kadrolu hasta bakıcı.
Cin gibi biri Şükran, aklını deli gibi kullanıyor, gözleri velfecr okuyor, fırıl fırıl. Hasta bakıcı
güya, ayak oyunlarıyla hastalara kendini baktırıyor desek daha doğru. Maaşıyla nasıl geçinsin zaar, ek
gelir topluyor, hastanın yakınlarından, özel bakım yapıyorum diyor, ben hastanıza biraz daha fazla
ilgileneyim diyor, para alıyor hasta yakınlarından.
Cin gibi olmasını Pırpır’a borçlu, sadece kendisinin gördüğü, başkalarının görmediği varlık,
çarpıyor, bazılarına görünüyor, bazılarına dokunuyor. Şükran, bir hastaya bakarken tanıştı onunla ilk,
gördü, görür gibi oldu, ışıltılı bir şey, şaşırdı, hayret etti, sevindi, içi sevinçle doldu.
Pırpır uçuşan ışıklı bir şey, bir şey çünkü daha önce görmemiş, elektrik dese değil, etrafa ışık
saçmıyor, kımıl kımıl, ‘vayy pır pır napıyon öyle?’ diye kendini teskin etmesiyle başladı muhabbetleri,
ismi Pırpır kaldı sonra. Şükran yalnızdı, arkadaş bulmuş oldu kendine. Kırkına gelip evlenmezsen, bu
saatten sonra evlenemezsin Elazığ’da. Yaşlı birinin ölmüş karısının yerine geçersin belki. Evlenmekten
sayılmıyor. İhtiyaç giderici. Bilir aslında ihtiyaç gidermeyi, hasta bakıcı nasılsa. Duvarlara konuşur
olmuştu sessizce, deli hastanesinde delirdi demesinler diye kimselere söylemeden, kendi kendine
konuşur olmuştu.
Annesi sağlıklı, vardakosta biri, babası, o liseyi bitirecekken ölmüş, erkek kardeşi tutumlu,
evlendirmiş onu Şükran, hala olmuş, yeğenleri en çok halasını sever olmuş, aynı evde cıvıltı olmuşlar,
bir müddet sonra beyaz gürültü etkisine dönmüş sesler, uykusunu getirmiş Şükran’ın. Kakafonik,
yabancı, anne karnında gibi huzurlu bir yandan da. İçine dokunan olmamış, olsun istermiş. Okumuş, lise
bitirmiş, devlete memur olmuş, hastalara bakıcı kontenjanından memur maaşıyla ailesini idare etmiş,
evin direği olmuş. Güçlü kadın el aleme sorarsan. Onun da işine gelmiş güçlü kadın olmak. Az şey mi
erkek kardeşini evlendirmek, evlendirmiş, yuva sahibi yapmış, yan binanın ikinci katını kardeşine
tutmuş, kardeşi Yahya, marangoz, ustasının yanında çırak, efendi, uysal, tutumlu, az para görür eli.
Ustasının dükkanında marangozluğu çok iyi bilir hale gelip, kapılar yapmayı öğrenmiş. Büyük paralar
var bu işte, ama o büyük zanaatkar olmaya hevesli, kapılar demir kapılara dönüştükçe, zanaatı içinde
katılaşmış, tunçtan kalple az para kazanır, çok hevesli olur hale gelmiş. Yahya, ablasının desteği ile
kündekari kapılar yapıp, eski ahşap binalara tamirata gitmeye başlamış, yeni mimari örneklerde
kullanılmaya başlanalı beri, yıldızı yükselmiş Yahya’nın. Nafile yine de sonu. Bir iki kapı yaparak bir
yılının ihtiyaçlı parasını çıkarsa da, iki üç kapıyla ömrünü bitirecek kadar az iş gelmiş eline. İstanbul
Çukurcuma’da bir antikacı, özel istek kapılar sipariş etmesiyle, ustasından ayrılıp kendi marangoz
atölyesini açması, kündekari kapıları aşk ile yapması, evvela çok itibar görmesi, sonrası gözden düşmesi
ve kendi ekmeğini kazanamayacak hale gelmesi iki sene almış, vaad edilen on kündekari kapı siparişi,
üçüncü teslimattan sonra kesilmiş. Yahya ablasına kalmış yine. Zanaatkar Yahya, tüccar olamamış,
olsun kapı gibi ablası, kapı gibi ablasının kapı gibi devletten maaşı varmış. Döne dolaşa ablasına gelmiş
Yahya, evini ablası döndürür olmuş, yeğenleri babaannenin evinden çıkmaz olmuş, yemekler beraber
yenmeye, iki ev tek ev gibi iş görmeye başlamış.

Yahya, Mardin’de John ile karşılaştığında;
Eskilerin Deyrulumur, günümüzde Mor Gabriel Manastırı namlı mübarek mekanda, mekanın
önemli bölümlerinden biri olan Azizler Evi’nin küçük ahşap kapısının onarılması için arandığını
bilmiyordu.
Kündekari kapıları yapmayalı sene olmuştu. Herhangi bir iş için, içinde bulunduğu parasızlık
ve işsizlik handikapının kurtarıcısı gözüyle bakıyordu. Ne olsa yapardı. Ablasının yüzüne bakamaz hale
gelmiş, önemsemez tavırlarını tüketmiş, yüzsüzlüğün uçlarında gezinip içine kapanmış, sus pus bir
köşede kukumav kuşu gibi tüner olmuştu evde.
Kahveye çıkma adeti yoktu pek, ama yine o gün Mardin’e gidiyorum demesi -sanki daha önce
Mardin’e gelmiş gibi- kahveden arkadaşla gidip geleceğiz demesi, hepsi anlık tepkilerdi. Karısı
şaşırmış, anası git oğlum demişti. Eşinin ablasına oğlu Zekeriya’yı göndermesi, beş dakikada olup,
Yahya’nın evden çıkmasıyla biten telaşlardı.
Şükran, Yahya’nın Mardin’e gideceği haberini yeğeninden aldığında, Pırpır’la konuşuyordu,
Pırpır gitsin boş ver dedi, geldiğinde kızarsın, olur biter. Şükran yeğenine bakıp, gözlerinin içinden
ortalık bir yere bakar gibi donuklaşıp, can tosunum, Zekeriya’m, gitsin babam, işi vardır, telaşlanmayın,
Mardin yakın yer kuzum, annen Meryem heyecanlanmasın, gidecek tabi, erkek adam nereye isterse
gider,- Pırpır bir şavkımayla Şükran’ı dürttü, erkek adam ne be, kadın kişi de gider dedi hiddetli-
Şükran, Zekeriya’m, erkek kadın fark etmez, gidesi gelen gider dedi, Pırpır’ın dürtmesinden sonra.
Hadi sen eve yollan dedi. Ne varsa bu Mardin’de deyip kuşkularını kendi içine bıraktı.
Öğlen sıcağında Mardin’deydi, karşısında John, bülbül gibi İstanbul Türkçesiyle konuşan kara
yağız iri kıyım insan irisi birisi. İsmini en son öğrendi. Merhaba hoşbeş, sigara. Yahya’nın arkadaşı hali
hazırda gevezelik ediyordu, göz açıp kapayalı geldik Mardin’e, dört saat ne ki, kamyon içinde efil efil,
sallana yaylana, göğü izleyerek, bak buradayız işte, diyerek muhabbete başladı. John olduğunu
bilmedikleri sevecen insan azmanı, hoşgelmişler hürmetine, hürmetli, yanlarına gelip, ağam aç mısınız?
Buyurun bir şeyler içip yiyelim ile girizgah etmiş, sigarayı yakmış, Ağam sözünün ağırlığıyla saygıda
kusur etmeksizin havaların sıcaklığından dem vurup muhabbet açmıştı.
Dört saatte değişmişti dünya, beş dakikada değişeni de vardı.
Nereden gelirsiniz?
Elazığ.
Pek güzel. Peki ne maksat ile bizi şereflendirdiniz?
Birdenbire oldu. Sebebini bilmiyoruz, şimdi sen söyleyeceksin, bizim yanımıza hangi niyet ile
geldin.
Misafire hoş geldin deyip karnını doyurmak, muhabbet kurmak bizim töremizdir. Niyetim
budur. Sizinle tanış olmak niyetim.
Niyetin hasıl oldu. Ama sanki biz sırf bunun için gelmiş sayılmayız. Tanıştık işte, öyle değil
mi? O halde geri dönelim, maksat hasıl oldu.
Yüzleri tebessümlü, biz gidiyoruz Elazığ’a, ateş var mı? Sigara yakalım. Ateş almaya geldik.
John ateşi uzatıp, sigarayı yakarken, mahcup ve bıyık altı güler vaziyette, tanışmak kolay iş mi?
Hemen tanıştık mı şimdi? Ben daha kendimi tanımıyorum hakkı ile, hoş geldin fasıllarını henüz kapatıp,
tanımanın bir ömür süren diyarındayız. Hele anlatıverin nereden gelip nereye gidersiniz yolcular,
nicedir halleriniz?
Benim ismim Yahya, eliyle Mesih’i göstererek, O da Mesih.

Ben de John.
Bir sessizlik, yabancılık, tedirginlik, havaya ağır kasvet, doldu. Mardin’de yabancı bir isim.
Sen nerelisin asıl?
Hah’dan geliyorum buraya.
Güldü Yahya, hah’dan gelip vah’a gidiyoruz dedi.
John, Anıtlı köyündenim, eski ismi Hah. Yuhan ismim, İngiltere’de John’du. Dedemin ismi İsa,
babam Mehdi, hikaye çok. Yerliyim. Anadolu yerlisi. Ve çok kardeşim var yerli olan.
Mesih tedirgin ama gülerek, yerli yurtlu olmak güzel dedi. Kendilerinde oluşan tedirgin havayı
yumuşatmak için. Yahya ve kendisi adına, sakinleştirici olarak kurdu yerli yurtlu cümlesini.
John, yerliyim ama yurtsuzum dedi.
Yahu arkadaşım, bırakalım bu lafları, hele bi anlat bakalım, ne bu yurtsuzluk, gizemler imalar,
biz anlamayız alengirden. Yahya patlamıştı, hem de üçüncü tanışma cümlesinde.
Köyü boşalttık, ölüm korkusundan, Londra’ya yerleştik, köyde iki aile kaldı. Yıllar sonra
Londra’dan ilk dönen benim, tek, ailesiz. Yapamadım. Yerimi özledim. Yurt olan yerlerimi özledim,
ama yerli ve yurtsuz oldum sonunda. Kimse bana yurdun burası değil demedi. Hissettim.
Yahya derin nefes aldı. Geçmiş olsun arkadaşım. Biz de bir nevi yerimizden olmuş gibiyiz
şimdi. Elazığ’dan Mardin’e günü birlik geldik, akışına geldik, öylesine, savruk. Günübirlik yersiziz,
ama yurdumuzdur buraları.
‘Bu vatan, içinde yaşayıp, bize emanet edenlerindir.’
Geçti benden, ben sadece kapı yapanı arıyorum artık, tahta kapı ustasını, vatan kelimesi bana
fazla büyük, kapıyı yaptırabilsem hakkıyla, döneceğim Londra’ya. Dandik kapı yaptırmak istemiyorum,
eğreti olsun istemiyorum. Neyse işte öyle. Vatan matan sana güzel, bana değil. Bana da güzel olabilirdi.
Boşverrr.
Sayıklamalarını dinledik, senin ilacın bende. Kapı ustasıyım ben, kündekari.
Böyle başladı hikaye, aşkla, gelişi güzel, birden, oluruna bırakarak, tam lezzetlisi.
Pek çok mesele konuşuldu, şair ima ile geçti. Şiirdir bunlar. Şairene bakmalıdır hayata. Bu denk
gelmeler, gelmemelerin yedeğidir. Getirene şükür.
Yahya, Yuhan ile tanıştı. Kapı yapılmaya başlanmış oldu o tanışmanın ilk saniyelerinde,
yeniden yeniden. Tahtaya gerek var mı? Var. Yok denebilirken var. Hürmet böyledir. Kapıya hürmet,
kalbe hürmet. Ağaca hürmet, tahtaya hürmet.
Manastırda kapılar uzun zamandır çeliktendi, korunma güvenlik, yağmaya karşı. Kalan birkaç
tahta kapı, kurduna hürmetli, içinden içinden eriyordu.
Kapıları çelikten yapmaya başlayalı, duvarla bir hükümler verileli, duvar edeli, yağmalara karşı
korunmayı, savunmasızlığı sermaye bilmeyi unutalı….
Geçti o günler, şimdi kündekari kapı yapmak için gönül ehlinin arandığı zamanlardayız.
Bulundu mu? Kim bilebilir ki. Kelimelerden niyet okuyamayız? Niyeti nasıl okuruz?
Kelimesiz? Niyet okunabilir mi? Gönül ehli olmak nedir? Yazılarak bulunabilir belki. Deneyeceğim.


Kültür ve Sanat Platformu sitesinden daha fazla şey keşfedin

Son gönderilerin e-postanıza gönderilmesi için abone olun.