3. Yılın Kutlu Olsun Cizlavet(Editörden)/Mavi

Herkese Haziran sayımızdan merhaba.
Bu ayki başyazıyı sizlere Kanada’dan yazıyorum. Uzun bir kışın ardından baharı görmek, hemen sonrasında yaz aylarına adım atmak biz Kanadalılar için öyle bir şükür vesilesi ki…
Çünkü ben kendimi hep “Kanada’ya baharı, yazı getiren Mevlam her olmazı oldurur.” deyip teselli ederim.
Uzun bir süredir zaten var olan sıkıntılarımız ülkemizdeki büyük deprem felaketi ile ayyuka çıkmıştı. İçimizde biriken ne varsa, tuttuğumuz, ısrarla gözyaşlarına teslim olmadığımız, depremle birlikte sanki gönlümüzün demir parmaklıklarını yıktı geçti. Üzüntü, hüzün, depresyon, umutsuzluk, tutunacak bir dal bulamama… Hepsi sanki bir olup içimizdeki bize darbe yaptılar. Hiçbirimizde ne yazacak hal kalmıştı, ne de yazılanları paylaşacak derman. Ekipçe aldığımız bir karar ile yayınlarımıza bir ay kadar ara vermiştik. İyi de yapmıştık. Hem içimizde birikenleri yazmayı özlemiştik hem de siz değerli takipçilerimiz ile yazılanları paylaşmayı. Yayımladığımız Mayıs sayısı sonrası Haziran ayı bize ne getirir bilinmez. Lakin ben her gece umudumu kaybetmiş bir şekilde uykuya dalsam da sabah çayımı demleyip gökyüzüne bakarken bardağımda biten çayımla birlikte aslında umudumu tazeliyorum.
Boşuna mı denmiş:
“Çay koy keçeli yeniden başlıyoruz.” diye…
Boşuna mı denmiş:
“Yok öyle umutları yitirip karanlıkta savrulmak. Unutma, aynı gökyüzü altında bir direniştir yaşamak.” diye.
Boşuna mı denmiş:
“Bin kez budadılar körpe dallarımızı
bin kez kırdılar.
yine çiçekteyiz işte yine meyvedeyiz
bin kez korkuya boğdular zamanı
bin kez ölümlediler
yine doğumdayız işte,  yine sevinçteyiz.
bitmedi daha sürüyor o kavga
ve sürecek
yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek!” diye…

Biz yazarlar acıyla, sevinçle, öfkeyle, aşkla, umutla besleniriz. Üç yıldır #yazdostum diye başladık bu güzel yolculuğumuza. Günlük yayından aylık yayına geçtik. Mor oda şiir akşamları yaptık. Orada birlikte güldük, birlikte ağladık. Düzenlediğimiz “Cizlavet Akademi” ile yaklaşık on konuşmacımız ile kültür-sanat-edebiyat söyleşileri yaptık. Katılımcılarımıza sertifika verdik. Sosyal medya hesaplarımız aracılığı ile aylık yayımlanan eserlerimizin tanıtımlarını yaptık. Bazılarına gönüllü olarak yapılan seslendirmeler ile klipler hazırlayıp YouTube kanalımızda paylaştık. Yine aynı kanalımızda film analizleri, şiir sohbetleri, sesli yazılar yayımladık.
Aylık sayılarımızda yayınladığımız kapaklara yeni boyutlar getirip hareketli kapak fikrimizi hayata geçirip bir ilke imza attık. Gelişen teknolojiyi edebiyat ile birleştirerek geçen ayki kapağımızı yapay zeka ile tasarladık.

Ekibimiz ile her ay gelen eserleri yazarının ismi olmaksızın değenlendirmeye alıyoruz. Yani Cizlavet genel yayın yönetmeni dahi olsanız isimsiz olarak değerlendirilen eseriniz eğer kuruldan geçmezse yayımlanmaz. Böyle de adil ve titiz bir çalışma ekibimiz var arka planda.
Eş başkanlık sistemi ile sevgili Derya Hekim ve Gökhan Bozkuş önderliğinde tüm ekip arkadaşlarıma gönüllü olarak yaptığımız tüm Cizlavet işlerimizdeki gayretlerinden ötürü teşekkür ediyorum. Yeri geliyor hararetli tartışmaların içinde buluyoruz kendimizi, yeri geliyor düşen motivasyonumuzu birlikte ayağa kaldırıyoruz. Bizdeki bu ekip samimiyetinin sizlere de geçtiğine inanarak Haziran sayımıza ve içine girmiş olduğumuz 4. Yılımıza merhaba diyorum.
#yazdostum diyerek bizler hep burada sizlerle olmaya devam edeceğiz ta ki “Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek!”.

Cizlavet Sosyal Medya Koordinatörü ve Tasarımcısı
Mavi

3. Yılın Kutlu Olsun Cizlavet

Herkese Haziran sayımızdan merhaba.
Bu ayki başyazıyı sizlere Kanada’dan yazıyorum. Uzun bir kışın ardından baharı görmek, hemen sonrasında yaz aylarına adım atmak biz Kanadalılar için öyle bir şükür vesilesi ki…
Çünkü ben kendimi hep “Kanada’ya baharı, yazı getiren Mevlam her olmazı oldurur.” deyip teselli ederim.
Uzun bir süredir zaten var olan sıkıntılarımız ülkemizdeki büyük deprem felaketi ile ayyuka çıkmıştı. İçimizde biriken ne varsa, tuttuğumuz, ısrarla gözyaşlarına teslim olmadığımız, depremle birlikte sanki gönlümüzün demir parmaklıklarını yıktı geçti. Üzüntü, hüzün, depresyon, umutsuzluk, tutunacak bir dal bulamama… Hepsi sanki bir olup içimizdeki bize darbe yaptılar. Hiçbirimizde ne yazacak hal kalmıştı, ne de yazılanları paylaşacak derman. Ekipçe aldığımız bir karar ile yayınlarımıza bir ay kadar ara vermiştik. İyi de yapmıştık. Hem içimizde birikenleri yazmayı özlemiştik hem de siz değerli takipçilerimiz ile yazılanları paylaşmayı. Yayımladığımız Mayıs sayısı sonrası Haziran ayı bize ne getirir bilinmez. Lakin ben her gece umudumu kaybetmiş bir şekilde uykuya dalsam da sabah çayımı demleyip gökyüzüne bakarken bardağımda biten çayımla birlikte aslında umudumu tazeliyorum.
Boşuna mı denmiş:
“Çay koy keçeli yeniden başlıyoruz.” diye…
Boşuna mı denmiş:
“Yok öyle umutları yitirip karanlıkta savrulmak. Unutma, aynı gökyüzü altında bir direniştir yaşamak.” diye.
Boşuna mı denmiş:
“Bin kez budadılar körpe dallarımızı
bin kez kırdılar.
yine çiçekteyiz işte yine meyvedeyiz
bin kez korkuya boğdular zamanı
bin kez ölümlediler
yine doğumdayız işte,  yine sevinçteyiz.
bitmedi daha sürüyor o kavga
ve sürecek
yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek!” diye…

Biz yazarlar acıyla, sevinçle, öfkeyle, aşkla, umutla besleniriz. Üç yıldır #yazdostum diye başladık bu güzel yolculuğumuza. Günlük yayından aylık yayına geçtik. Mor oda şiir akşamları yaptık. Orada birlikte güldük, birlikte ağladık. Düzenlediğimiz “Cizlavet Akademi” ile yaklaşık on konuşmacımız ile kültür-sanat-edebiyat söyleşileri yaptık. Katılımcılarımıza sertifika verdik. Sosyal medya hesaplarımız aracılığı ile aylık yayımlanan eserlerimizin tanıtımlarını yaptık. Bazılarına gönüllü olarak yapılan seslendirmeler ile klipler hazırlayıp YouTube kanalımızda paylaştık. Yine aynı kanalımızda film analizleri, şiir sohbetleri, sesli yazılar yayımladık.
Aylık sayılarımızda yayınladığımız kapaklara yeni boyutlar getirip hareketli kapak fikrimizi hayata geçirip bir ilke imza attık. Gelişen teknolojiyi edebiyat ile birleştirerek geçen ayki kapağımızı yapay zeka ile tasarladık.

Ekibimiz ile her ay gelen eserleri yazarının ismi olmaksızın değenlendirmeye alıyoruz. Yani Cizlavet genel yayın yönetmeni dahi olsanız isimsiz olarak değerlendirilen eseriniz eğer kuruldan geçmezse yayımlanmaz. Böyle de adil ve titiz bir çalışma ekibimiz var arka planda.
Eş başkanlık sistemi ile sevgili Derya Hekim ve Gökhan Bozkuş önderliğinde tüm ekip arkadaşlarıma gönüllü olarak yaptığımız tüm Cizlavet işlerimizdeki gayretlerinden ötürü teşekkür ediyorum. Yeri geliyor hararetli tartışmaların içinde buluyoruz kendimizi, yeri geliyor düşen motivasyonumuzu birlikte ayağa kaldırıyoruz. Bizdeki bu ekip samimiyetinin sizlere de geçtiğine inanarak Haziran sayımıza ve içine girmiş olduğumuz 4. Yılımıza merhaba diyorum.
#yazdostum diyerek bizler hep burada sizlerle olmaya devam edeceğiz ta ki “Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek!”.

Cizlavet Sosyal Medya Koordinatörü ve Tasarımcısı
Mavi

Kızıl Saçlı Anemonlar/Ayşe Beçene

Saçların gelincik kırmızı

Saklanır atlastan kumaşa

Plisesi kayıp göllerde

Sarabende sarhoşuyum

Suskun balolarda biblo

Gözden ıraksak mercekler

Dökülürken  optik sırlara

Ellerim menekşe denizi

Uzanır islenmiş buzlara

Obsidiyenleri toplarken

Penguenler buzlu yuvasında

Derin fiyortlu kıyılardan

Violin ritminde direnir   

Kanatlarına kuğular    

Ağır ağır  danslarla iner

Göğsünde beyaz gemiler

İplik iplik yanarken

Kızıl saçlı anemonlar

Yalaz  yosunlara sarılır

Yasını tutan beyaz cüceler

Cemre müjdesi çiçekler

Aldanır Kervankıran

Metamorfoz çatlağında

Kanatlanır asi kuşlar

Uçuşurken mavi yıldızlara

Karanlığa Saplanan Işık /Emine Çiftçi



Gezinirken hayatın bembeyaz sayfasında
Yırtılıyor
Uçurumdan boşluğa düşüyorum
Acılar
Bir kefen gibi sarıyor bedenimi
Geceyi örtüyorum acıların üstüne
Karanlığın tuvaline renkleri saçıyorum
Eşsiz tablomda hüzün
Asıyorum gönül evimin duvarına
Kalemimin ucundan
Bir şiir tüttürüyorum duman duman
Nefes aldıkça içime dolan
Buğulanıyor kalbim
Ürperiyor içim
Ayazda titriyor yalnızlığım
Hasretten bir şal sarıyorum
Gecenin deminden
Günün mateminden doldurduğu çayımda
Zamanı karıştırıyorum
Etraf toz duman
Açılıyor mazinin küflü sandığı
Kelebekler uçuşuyor güvelenmiş düşlerimden
Bir hayal kırığı batıyor
Kanıyor hülyalarım
Kapanıyor sandık
Hapsoluyorum
Hortluyor evhamlarım
Kabuslarım oturuyor göğsüme
Hırlıyor nefesim
Boğuluyorum
Her yer karanlık

Ve bir ışık
Karanlığın bağrına saplanıyor
Işığa hasret gözlerim kamaşıyor
Aklım tutuşuyor
Süzülüyorum ışığa doğru
Bir yol uzanıyor
Ben uzuyorum
Sisli bir ormandan geçip
Berrak denize ulaşıyorum
Kıyıya vuran düşlere aldırmadan
Atlıyorum beyaz bir gemiye
Bir yelken dikiyorum umutlarımdan
Kaldırıyorum başımı semaya
Üstüme yağıyor yıldızlar
Toplayıp birer birer
Ruhuma takıyorum
Kutup yıldızlarından
Pusula yapıyorum
Boyunu aşan dalgalara
Baş kaldırıyor gemi
Rüzgara sırtını verip açılıyor yelkeni
Tam yol ileri!
İşte ufukta selamet
Az daha sabret!

Öte / Tahsin-i Kelam

Aşk künh-ü dîl’de bir lem’,
Duyduğun tenden öte.
Herbir ânı sonsuz dem,
Yaşarsın günden öte..

Sığmaz, düşü aşar ki,
Ne nağme ne bir şarkı,
Bir seyr-i cemal var ki,
Bahçeden gülden öte..

Sen dökersin bir dem’a,
Dost yakar binbir şem’a,
Düşer nuru dîl-hân’a,
Lezzeti baldan öte..

Sultan gönle taht kurar,
Eyler gönlü bî-karar,
Her dem Mahbubun arar,
Mahbub-u kul’dan öte..

Mihnet-i masiva’dan,
Usanmış bî-haya’dan,
Umar bende Mevla’dan
Vuslatı, aşktan öte…

Tahsin-i Kelam

Mavi Düşler/ Emine Çiftçi


Yine enginliklerinde dolaştım
Gümüş renkli yalnızlığın
Bir resim tuvaliydi sandalım
Kamıştan bir neydi direği
Şiirli bir kağıtsa yelkeni
Kalemden bir olta yaptım
Ucuna bir virgül takıp
Salladım ya nasip
Hayallerimi çalarken
Bir rüzgar ıslığı
Yakamozlar göz kırptı
Güneş tutuşturdu umudumu
Umudum denize düştü
Sular tutuştu
Gök yüzü mavi bir mendil salladı
Aldım o mendili
Gümüş bir yakamozla
Kondurdum yakama
Mavi bir karanfil gibi..
Tepemde uçuşan martılara
Kırıntılar attım ümidimden
Çığlık tufanından kopan bir parça
Yelkenime kondu
Ağırlaşınca oltam
Çekiverdim denizden
Ne allı pullu kelimeler
Takıldı oltama
Ne de yosunlu bir harf
Sade bir parıltı
Denize düşen güneşten
Aldım o parıltıyı
Fener yaptım tekneme
Ve yelken açtım
Ufukta ağaran özgürlüğe…

Sosyal Medya Kültürü / Huysuz Dede


Cizlaveti epeydir takip ediyorum. Bu denemeyi yayımlayacaklar mı bilmiyorum. Şansımı denemek istedim. Konuşmayı seven birisiyim. Yazmaya çalışacağım. Eğer okunmaya değer denemeler olarak görünürse arada böyle yazılar göndereceğim sizler de okuyacaksınız.

Efendim, eskiden insanlar birbirleriyle kahvede, kafede, lokantada, köy odaları ya da başka başka mecralarda sohbet ederlerdi. Saatler süren derin sohbetler olurdu. Salah Birsel Bey kahve kültürümüzle ilgili çok güzel bir kitap da yazmıştı. Tabi zaman değişti. Eskiden bir araya gelen insanlar bir köy hâline gelen dünyada küçücük bir ekranla sohbet eder hale geldi. Şimdi sizin bu denemede benimle muhavere etmeniz gibi. Nasıl mı? Yorumlarınızla bana onay verecek ya da hadi sen de diyeceksiniz. Belki de editörler böyle yazı mı olur diyerek hiç görücüye çıkarmayacaklar.

Efendim, dertliyim biraz. Yaşlılığıma, gün görmüşlüğüme, ihtiyarlığıma verin. Başlık sosyal medya olsa da ben daha çok Facebook ve Whatsapp kullanan ve bazı davranışlardan muzdarip olan birisiyim. Lafı çok uzatmadan daha fazla eveleyip gevelemeden müsaadenizle giriş yapayım.

Whatsapp’tan başlayayım. Güzel bir teknolojik nimet. Ben buradayım. Torunlarım uzakta. Her gün görüyorum kerataları. Kokuları gelmese de büyümelerine şahit oluyorum çok güzel. Eş dost görüntülü arıyor o da çok güzel. Güzel de a dostlar abartmıyoruz mu bazen? Musait mi değil mi düşünmeden görüntülü aramak edebe mugayyir değil mi? Ev hali hoca reisi cumhur çıkar diyen Vizontele filmindeki adam gibi diyorum. Her zaman da üstümüz uygun olmayabiliyor. Bir de dostlar şu var. Bir kez aradınız meşgule attım. İkinci aradınız meşgule attım. Niye Viyana kapılarına dayanan Yeniçeriler gibi ısrar ediyorsunuz. Belli ki ya cüz okuyorum, ya başka bir meşguliyet var. On dakika bekleseniz İsrafil sur’a mı üfler? Açıyorum merak edip. Gelen ses: İhsan abi hava bugün ne kadar da güzel değil mi? Eeee… Bahar geldi abi. Onu diyorum… Küfre müsait bir mizacım olmadığı için yazıyorum ya şimdi bunları. Elden ele belki okursunuz. Etmeyin evladım böyle.
Bir başkasının internet sitesi var. Akşama kadar on defa link gönderiyor bana. İnadına tıklamıyorum, keçilik değil mi… Tamam sayfanı takip ediyorum. Facebook’ta zaten önüme düşüyor. Bir de WhatsApptan niye atıyorsun evladım. Bir başkası benim numaramı bana sormadan bir başkasına veriyor. Hatta bir whatsapp grubunda paylaşıyor bir başkası da. Oldu olacak numaramla fotoğrafımı cumhur reisi adayları posteri gibi çıkar akşam anahaberlere ver. Çok dertliyim efendim çok. Whatsapp grubu dedim ya ona da biraz değinip Facebook’a geçeyim. Beni sormadan ne diye beni tornavida sevenler, sarmısaklı mantı fanları, beyaz kömür çocukları , bilmem ne zıkkım kökü gruplarına eklersiniz. Hadi eklediniz de mantı grubunda niye ramazanın faziletlerinden bahsedersiniz. Tornavida grubunda niye kelaynak kuşunun yumurta hücrelerini atarsınız. Kafam çorba gibi çocuklar. Bir de whatsapp gruplarında kavga arayan tipler var. Kardeşim, güzel kardeşim madem asabisin, madem gerginsin, ne diye sabah akşam atar yaptığın grupta durursun. Son bir şey de whatsapp grubu yöneticilerine diyeyim. Bir bakam koltukları, altın varakları yok. Refik Halit Bey yaşasa onlara çok güzel bir elbise dikerdi de benim ilmim de edebim de yetmiyor evlatlarım. Beyefendi bir grupta yönetici değil de sanki asrın kutbu azamı.

Gelelim Facebook’a. Ben Facebook diye yazayım siz bütün sosyal medya alanları için okuyun. Her paylaşımın altına alakalı alakasız yorum yapanlara ilk sözüm. Siz çocuklukta ne yaşadınız canlarım? Yazılan her bilgiyi kendi üzerine alan ve bir kamyon laf sayan egosu dağlardan büyük canlarım! Ne diye dünyanın sizin etrafınızdan döndüğüne kanaat getirirsiniz. Mecbur musunuz her paylaşıma bir kulp takmaya. Bir de sizi tanımıyorum bile. Ne diye teklif gönderirsiniz de nezaketen kabul etmeme rağmen kırk yıllık ahbabımmış gibi her lafıma lahana olursunuz. Maydanoz demiyorum. Çünkü maydanoza zaafım var canlarım. Çok severim maydanozu. Kendi aile albümümden çok yedi ceddini tanıdığım arkadaşlar var Facebook’ta.


Dün ne yemişler ,nerede yemişler, dişlerine ne bulaşmış hepsini biliyorum biliyorum da özel fotoğraflarınızı Çamurlu Köyü Sevenler grubuna niye atıyorsunuz işte onu anlamıyorum.
Lafı uzattım canlarım. Belki de cizlavet editörleri hiç paylaşmayacak bu yazıyı. Eğer paylaşma gibi bir hataya düşerlerse ve siz de bu yazıyı okursanız bilin ki dedeniz topluma yönelik böyle yazılar göndermeye devam edecek.

Huysuz Dede

Kitabımla İlgilenmedi / Gökhan Bozkuş

Bu yazımda sizlere edebiyat tarihimizden bir kesit sunacağım. Yer yer hayatımıza dokunanlara değineceğim. Dokunuşlar yaparız ve fark etmeyiz çoğu zaman. Birileri o dokunuşla fark ederler kendilerine çarpacak kamyonu, kendilerine gelirler de kurtulurlar ölmekten. Dokunuşlar yaparız fark etmeden ve uçurumun kenarında tutundu tutunacak , düştü düşecek bir yaprak misali meyuslara çarpar elimiz de görmeyiz onun zemine düşen bedenini. Hayatımıza olumlu ya da olumsuz dokunuşlarla girenler elbet olmuştur. Şimdi sizler okurken bunları,  kapatıyorsunuz birkaç saniyelik gözlerinizi ve hayatınızda önemli dokunuşları olan kişileri düşünüyorsunuzdur belki de…

Oğuz Atay denince akla gelen o meşhur eseri “Tutunamayanlar” nasıl bir dokunuşla yazıldı biliyor musunuz? Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam romanından geçen bir pasajdan esinlenerek yazmaya başlar. Ve küçük bir bölümün dokunuşu ile edebiyat tarihimize Tutunamayanlar girmiş olur. Görmüşsünüzdür kocaman bir ağacı ya da kayayı yonta yonta küçük ama eşsiz sanat eserleri ortaya koyan heykeltıraşları. Birkaç sayfalık bir dokunuşu özümseyerek ondan yedi yüz sayfalık bir roman çıkarma yeteneğini işitse Michelangelo , Auguste Rodin ya da Umberto Boccioni kim bilir şapka çıkarırlardı Atay’a. Peki Atay’ın romanda etkilendiği bölüm neresi?

“Dünyada hepimiz sallantılı, korkuluksuz bir köprüde yürür gibiyiz. Tutunacak bir şey olmadı mı insan yuvarlanır. Tramvaydaki tutamaklar gibi, uzanır tutunurlar. Kimi zenginliğine tutunur, kimi müdürlüğüne, kimi işine, sanatına. Çocuklarına tutunanlar vardır. Herkes kendi tutmağının en iyi, en yüksek olduğuna inanır. Gülünçlüğünü fark etmez. Kağızman köylerinden birinde bir çift öküzüne tutunan bir adam tanıdım. Öküzleri besiliydi, pırıl pırıldı. Herkesin, “- Veli Ağa’nın öküzleri gibi öküz, yoktur”, demesini isterdi. Daha gülünçleri de vardır. Ben, toplumdaki değerlerin ikiyüzlülüğünü, sahteliğini, gülünçlüğünü göreli beri, gülünç olmayan tek tutamağı arıyorum.”

Bu bölüm ve birkaç pasaj daha adete bir elektrik gibi çarpar Atay’ı ve yazılır Tutunamayanlar.

Çok şey vardı anlatılacak. 

O yüzden sustum.

Birini söylesem diğeri yarım kalacaktı.

Sen duydun mu sustuklarımı?

Diyen Oğuz Atay Tutunamayanlar basılır basılmaz ilk olarak Yusuf Atılgan’a gönderir kitabını. Ama aradan günler, haftalar, aylar geçer ama bir cevap gelmez Atılgan’dan. Gönül koyar ve bir arkadaşına “kitabımla ilgilenmedi” der.

Yusuf Atılgan bunu Oğuz Atay’ın vefatından sonra öğrenir:

“Tutunamayanlar’ı çok beğenmiştim ama böyle bir kitabı yazan birinin benim yorumuma ihtiyacı olmadığını düşünmüştüm. keşke hayatta olsaydı da bunu kendisine söyleyebilseydim” demiş.

Yazının başında da dediğim gibi dokunuşlar yaparız fark etmeden de söylemez söyleyemez dokunduklarımız. Ve bize dokunanlar olmuştur kapatırken gözlerimizi nefesini duyduğumuz.

Yazıyı bana mısraları ile çok dokunan şair dostum Farzımuhal’in kitabı Süresiz Eylem ’inden bir şiirle bitirmek istiyorum.

İçindeki buhranı bilemez karanfiller

Nergislerin sevdası geçmez dil çarşısında

Pusu kurmuş bağrına yolsuz kalmış sefiller

Diz çökmeni isterler nadanın karşısında

Sanma kurnaz tilkiler yoldaş olurlar sana

Sanma beyaz katarlar koğuşta süveydana

Sıkıldın biliyorum karanlık dekorlardan

Ağladıkça can parçan, ciğerin olur pare

Bir fısıltı yayılır nemli koridorlardan

“Bu çıldırtan halete figan yegane çare”

Sanma ahraz ozanlar türkü yakar sevdana

Sanma poyraz dokunur sine-i rüveydana

Kırlangıç ürpertisi ruhunda devşirdiğin

Karanlık yolculuklar göç hikayene tema

Bir avuntu çorbası döşünde pişirdiğin

Yıldızlardan firari yollara düşmüş lem’a

Sanma burulur dilin yare şiir yazarken

Sanma sorulur halin perperişan gezerken

Ümit asil bir gömlek, kutlu bir elbisedir

Bilerek giymelisin, ondan bu haykırmalar

Yanağına yakışan ıslak kızıl busedir

Ayağının altına sergi olsun sırmalar

Sanma durulur deniz, henüz vakit çok erken

Sanma kavrulur tenin, fırtınalar koparken

Çöl Avaresi / Meryem Yıldırım

Bedeni şehirli ruhu sahralar dolaşan gönlü “ah”larla dolu “bir çöl avaresine” hüzünlü bir gününün
ardından gamzelenen gönlüne kırık dökük birkaç kelam ile su serpmek istedim. Belki de su serpilmeye
ihtiyacı olan bendim. Çöl avaresini bahane ettim. Kendime zaman ayırıp kalemimle ruhuma üfledim.
Sendeki “ben” sözüm sana!

Avarelikler deryasında boğulan kardeşim ben de senden farklı değilim. Derdime düştüm düşeli oldum
avare. Öyle bir mevsimdeyiz ki; kuşlar uçmayı, çiçekler açmayı unutmuş sanki. Tarihin en uzak
köşesinde yeryüzünün son noktasında yaşıyor gibiyim. Elinden en sevdiği oyuncağı alınmış bir çocuk
yüreğiyle köyün içinde dolaşan bir meczup edasındayım. Ruhunun ufkuna tam kavuşacakken batan
güneş karanlığında kalmış, etrafına ateşböceği olmaya çalışma saflığındayım. Çölleşmiş ruhlar
dünyasında hayallerini canlı tutma mücadelesindeyim. Çöl denizinde taşmaya bir damla kalmış sınır
boyundayım. Çölleşen toprağın yanık bağrında ateşe başını uzatan dikenli ağaçlar arasında kalmış
ruhuma seraplar aramaktayım. Anlayacağın ben dünyaya, dünya da bana dar gelmiş haldeyim. Çünkü
onca yapılması gerekenler bir köşede dururken ortalıkta “avare avare” dolaşanlar içinde ben de
olmuşum bir avare. Her ne kadar avare olma “boş olmayı” çağrıştırsa da benimki zihni geviş
getirişlerin yol açtığı sancılara çare arayışındaki oluşan koca bir girdap. Avarelik arkadaşlığı ettiğim
kardeşim;
Korkma!
Yalnız değilsin! Aynı dertten mustaribiz.
Elbet bir gün hayalimizde tüllenen “olma halinden tamamlanabilme ufkuna “kavuşacağız. Zaten
nerede duracağını bilmeyenler arasına hepimiz hep birer çöl avaresi değil miydik? En yaşlısından en
gencine, en okumuşundan okumamışına kadar hemen hemen hepimizin avareliğe meyletmiş bir tarafı
vardır. Avarelik sadece başıboşlukla çöllerde dolaşmak anlamına gelmiyor. Her nağmeye, saza, söze
kulak asıp “ses yoldaşlığı” bulma arayışında bizde oluşan boşluktur. Her gördüğü ışık hüzmesindeki
renklerde kendi rengini bulamayışın sızısıdır. Durum böyle olunca aklı, fikri, gönlü, ruhu avare olan
gamzelenmiş gönlümüze su serpilişlere ihtiyacı vardır. Avarelik arkadaşlığı ettiğim kardeşim;
Unutma!
Çözüm içimizde! Zihni avareliğimizi sakinleştirmede.
Seyyah olmuş, huysuz ve zamansız rüzgarlara muhatap olan sen, ben, biz, hepimiz elinde yüzünde
kum tanelerinden başka bir şey kalmamış birer çöl avaresi olarak ruh çölleşmesine inat vahalar
oluşturmak zorundayız. Günler, istikbalin büyüklüğüne namzet ufku tüllendirirken hayallerde her
yaşanılan “an” Allah’ın “ol” dediği vakte yakınlaştırmakta. Bekle ve gör! Dere tepe geçişler olsa da

ilerisi düzlük. Hayat, çile örme görevini yapmaya devam ederken sadece yüzünü ufka dönmek yetmez.
Kabil olan amasız, fakatsız arkana bakmadan ışık hızıyla gerisin geriye kaçan ufuk günlerini yakalama
sevdasının sahibine olan yakınlığı korumalıyız. İnsanlık topyekûn ufuk peygamberine muhtaçlık
çekerken mukaddes memurluklar bugünlerde daha da elzem. Karar kılınası günler ufukta beklerken
bizi hükmü henüz Allah tarafından kaldırılmamış̧ günler için sabra durmaktan başka ne çaremiz var
ki? Gökteki haber, yerde vaktini bekleyedursun ömrümüzde ibret alınacak işaretler insanlığı sınavdan
sınava sokmakta. Gözünde diken boğazında kemikle yaşamak sanatsa sanatkârız hepimiz. Avarelik
arkadaşlığı ettiğim kardeşim;
Sabret!
Olacak olan zuhura gelse de ufkun perdesi açılmadı henüz. Öyleyse; biz de içimizin ufkuna dönerek
Üstad’a kulak verelim.
Allah kimseyi şaşırtmasın,
Şaşırtırsa süründürmesin,
Süründürürse çektirmesin,
Çektirirse rezil etmesin,
Rezil ederse perişan etmesin,
Perişan ederse sersem, âvâre etmesin.

Bekleyiş! / Yaşar Beçene

Kim demiş ki baharlar rüyalara emanet

Azar azar düşerek çoğalıyor damlalar

Benim mi bu bedenim kime ödenir diyet

Ağaran saçlarımda kırılıyor aynalar

Kim demiş ki baharlar rüyalara emanet

Gece olur şafağın özlemini duyarım

İlmik ilmik sabırla tüketirim zamanı

Aklımda bin bir soru başköşeye koyarım

Çileyle ızdırapla eritirim harmanı

Gece olur şafağın özlemini duyarım

Kaç zamandır uğramaz beklediğim kervanlar

İçtim içtim su gibi; yalnızlık damarımda

Ben gibi mahkûm olsun yalnızlığa zindanlar

Renk cümbüşü görülsün sararan efkârımda

Kaç zamandır uğramaz buralara kervanlar

Misafirim olursa yağmur çiseleyerek

Toprağım hayat bulur içtikçe kana kana

Bana benden ziyade ötelere dost gerek

‘Uçup gitti’ deseler ardım sıra sorana

Misafirim olursa yağmur çiseleyerek

Bir Kimliğe Sığmayan Aydının Düşündürdükleri / Mehmet Akbaş

Daha önce Amin Maalouf için; Bir kimliğe sığmayan aydın demiştim. Amin Maalouf’un denemelerinden olușan Ölümcül Kimlikler- Çivisi Çıkmış- Dünya, Uygarlıkların Batıșı üçlemesi, son zamanlarda dünyamızda yașanan adeta ikinci kavimler göçünün ortaya çıkardığı problemlere odaklanıyor.

Bu kitaplarında kimlik olgusunu merkeze yerleştiren yazar, bütün farklılıklarımıza rağmen kendi kültür değerlerimizle dünyaya entegre olabileceğimizi vurguluyor. Fakat bunun zorluklarının da farkında bir aydın.

Maalouf, dünyanın tehlikeli bir yola saptığını ve vahim bir türbülansa doğru gittiğini belirtirken yine de buradan bir çıkış yolu bulunacağını düşünüyor. İnsanların birlikte yaşama kültürünü, çağın gerektirdiği bir noktaya taşıması zorunluluğunu anlatan yazar, bunun yolunu hep birlikte bulmak için çaba göstermenin gerekliliğini vurguluyor. Romanları ve denemeleri ile ayrışmalara savaş açıyor, bu konuda bir şeyler yapma konumunda bulunan insanlara da uyarılar da bulunuyor.

Maalesef ayrışma probleminde bizim de toplum olarak karnemiz çok zayıf görünüyor.
Birliktelikler mahallelerimizden şehirlerimize oradan ülkemize ve dünyaya yayılması gerekirken maalesef ayrışmalarımız artık mahallelerden başlıyor.

‘’Değil mi ki, kavuşmalarımız topal. Ayrılıklarımız koşar adım’’ diyor Zarifoğlu. Bu sözü hangi düşünce ile söylediğini bilmiyorum şairin. Ama ben bu sözün hâlihazırdaki yurdum insanını çok iyi tanımladığını düşünüyorum. Derin bir tarihi birlikteliğimiz olmasına rağmen toplumumuz, neden bu kadar duygusal bir kopuşun ağına düştü. Neden? Aynı acıları paylaşamıyor, aynı sevinçlere gülemiyoruz. Ateş düştüğü yeri yakıyor, kimisi düşen ateşe sadece bakıyor kimisi de baktığını görmeden hayatına devam ediyor. Yani ayrılıyoruz koşar adım.

Farklılıklarımız, ayrışmalarımızın temelini oluşturuyor maalesef. Taraftarı olduğumuz takım, sevdiğimiz bir yazar, sahip olduğumuz siyasi bir görüş gibi en basit ve küçük farklılıklarımız bile ayrışmaya neden olurken; tercih hakkına sahip olmadığımız etnik kökenimiz, farklı dilimiz, anne babamızın vesilesi ile edindiğimiz dini yorumlarımız ve mezheplerimiz de daha derin ayrışmalara temel oluşturuyor. Bu farklarımızdan rengârenk bir mozaik oluşturmamız muhtemel iken tarafgirlik, hizipçilik ve ırkçılık gibi bir takım hastalıkların esiri olarak bu güzellikten mahrum, önyargılarımızın esiri bir hayatın mahkûmuyuz.

Araçları amaç haline getirdiğimiz günden bu yana sürekli ayrışıyoruz. Küçücük bir köyde veya bir şehirde oranın idaresinin devamı için yapılan bir seçim, bir spor müsabakası bile ayrışmaya neden olabiliyor. Spora, birleştirici yanını göz ardı ederek, kör bir tarafgirlikle yaklaşıyoruz. Bir yerleşim yerinin idaresi için oluşturulan makamlar, o yerin düzenin devamı için bir araçtır. Bu makamları da yapılan seçimlerde bir amaca dönüştürerek ayrışmak için yeni bir bahane bulmuş oluyoruz. Bu denli ufak farklılıklar da bile orta yolu bulamayan biz, ırk, dil, din gibi farklılıklar mevzu bahis olunca asla aklıselimle hareket edemiyoruz.
Belki bu kadar olumsuzluğu sayıp dökünce karamsar olduğumu düşüneceksiniz. Olsun ben kısık bir sesle de olsa sesleneceğim.

Muhtemelen önyargılar devreye girecek ‘hadi canım sen de’ler yükselecek dudaklardan ve kalplerden. Susmaz konuşursam hayatta en çok adavet beslediğim duygulardan biri olan önyargıyı yıkabilirim ümidini taşıyor açıkçası yüreğim. Bu duygu değil mi ki insanlar arasına mesafeler koyar. Toplumların yakınlaşmasına ve kaynaşmasına bir türlü izin vermez. İki kişinin birbirini dinlemesine ve anlamaya çalışmasına mânialar oluşturur.

Önyargılı insanlar fasılasız bir kayıtsızlığın sahibidir tanımadıklarına karşı. Toleransın emaresi görünmez onların ikliminde ve tedavisi zor bir hastalığın sahibi olsalar da, zerre kadar kaygıları yoktur, ne yazık ki. Birisi yaşam tarzı olarak kendilerinden farklı bir mahallede ise konuşmaya iletişime geçmeye değmez onlar için ya da potansiyel bir muhatabın değişik bir etnik kökeni varsa düşman ilan edilmek için gerekli şartları taşıyor demektir önyargının taşıyıcıları için.

Geçmiş zamanlarda böyle kötü huylarımız yoktu aslında bizim, kim hangi etnik kökenden gelirse gelsin veya kim hangi ideolojiyi taşırsa taşısın kimse bir başkasına kötü gözle bakmaz, herkes insana insan olduğu için değer verirdi.

Fakat şimdi büyüklerimizin dediği gibi zaman değişti. Sanki bir el bizim tek tek yüreğimize, heyecanlarımıza, duygularımıza dokunup, etnik kökenlerimizi farklı kültürlerimizi merkeze koyarak, birimizi diğerimize potansiyel tehlike olarak gösterdi ve her insanın içinde çekirdek olarak taşıdığı kötülüğün dal budak salmasına neden oldu. Böylece birçok kötü huylarımız oldu ve bu huylar karakterimizin bir yanı haline geldi zamanla.

Belki çok defa hatırlıyoruz kurtulmamız gereken kötülüklerimizi ve bu kökeni belli olmayan medeniyetin bize dayattığı kaprislerimizi, öfkemizi ve daha birçok başa bela gereksiz marifetlerimizi! Ama hayat öyle hızlı akıyor ki ve biz bu rüzgâra öyle kapılmışız ki, biraz durup aklıselimle düşünüp kendimize gelemiyoruz, akıntıda bir o yana bir bu yana savrulup gidiyoruz.

Son olarak Maalouf’un dediği gibi; ‘’Geleceğin yolları pusularla doluysa, takınılacak en berbat tavır, her şey çok güzel olacak diye mırıldanarak gözü kapalı ilerlemek olacaktır’’ Bence her şey çok güzel olmasa bile, çok güzel olması için hayata güzellik katmalı ve zamanı değerli kılmalıyız.

WordPress.com'da bir web sitesi veya blog oluşturun

Yukarı ↑