Kızıl Saçlı Anemonlar/Ayşe Beçene

Saçların gelincik kırmızı

Saklanır atlastan kumaşa

Plisesi kayıp göllerde

Sarabende sarhoşuyum

Suskun balolarda biblo

Gözden ıraksak mercekler

Dökülürken  optik sırlara

Ellerim menekşe denizi

Uzanır islenmiş buzlara

Obsidiyenleri toplarken

Penguenler buzlu yuvasında

Derin fiyortlu kıyılardan

Violin ritminde direnir   

Kanatlarına kuğular    

Ağır ağır  danslarla iner

Göğsünde beyaz gemiler

İplik iplik yanarken

Kızıl saçlı anemonlar

Yalaz  yosunlara sarılır

Yasını tutan beyaz cüceler

Cemre müjdesi çiçekler

Aldanır Kervankıran

Metamorfoz çatlağında

Kanatlanır asi kuşlar

Uçuşurken mavi yıldızlara

Karanlığa Saplanan Işık /Emine Çiftçi



Gezinirken hayatın bembeyaz sayfasında
Yırtılıyor
Uçurumdan boşluğa düşüyorum
Acılar
Bir kefen gibi sarıyor bedenimi
Geceyi örtüyorum acıların üstüne
Karanlığın tuvaline renkleri saçıyorum
Eşsiz tablomda hüzün
Asıyorum gönül evimin duvarına
Kalemimin ucundan
Bir şiir tüttürüyorum duman duman
Nefes aldıkça içime dolan
Buğulanıyor kalbim
Ürperiyor içim
Ayazda titriyor yalnızlığım
Hasretten bir şal sarıyorum
Gecenin deminden
Günün mateminden doldurduğu çayımda
Zamanı karıştırıyorum
Etraf toz duman
Açılıyor mazinin küflü sandığı
Kelebekler uçuşuyor güvelenmiş düşlerimden
Bir hayal kırığı batıyor
Kanıyor hülyalarım
Kapanıyor sandık
Hapsoluyorum
Hortluyor evhamlarım
Kabuslarım oturuyor göğsüme
Hırlıyor nefesim
Boğuluyorum
Her yer karanlık

Ve bir ışık
Karanlığın bağrına saplanıyor
Işığa hasret gözlerim kamaşıyor
Aklım tutuşuyor
Süzülüyorum ışığa doğru
Bir yol uzanıyor
Ben uzuyorum
Sisli bir ormandan geçip
Berrak denize ulaşıyorum
Kıyıya vuran düşlere aldırmadan
Atlıyorum beyaz bir gemiye
Bir yelken dikiyorum umutlarımdan
Kaldırıyorum başımı semaya
Üstüme yağıyor yıldızlar
Toplayıp birer birer
Ruhuma takıyorum
Kutup yıldızlarından
Pusula yapıyorum
Boyunu aşan dalgalara
Baş kaldırıyor gemi
Rüzgara sırtını verip açılıyor yelkeni
Tam yol ileri!
İşte ufukta selamet
Az daha sabret!

SCHWARZWALD NOTLARI / Kübra Aydın

Gezi yazılarına kısa bir ara vermiştik. Bu aranın sebebi tamamen gezememekten kaynaklı. İşler güçler dünya telaşı derken buranın kısa tatil dönemlerine merhaba dedik. Almanya’nın en sevdiğim özelliği resmi tatilleri. Tabi resmi tatillerde tüm marketlerin kapanması, hayatın durması dışında bir sorun yok. İnsan bütün koşturmanın arasında bir nefes soluklanmak için fırsat buluyor. Tamam tamam çok övdüm farkındayım. Yine ana konudan uzaklaşıyorum. Bir türlü giriş yapamıyorum, dağ bayır gezmeyi sevdiğim gibi kelimeleri de dolandırmayı seviyorum.

Neyse neyse sizi daha fazla bekletmeden üç günlük tatil rotamızı açıklıyorum. Schwarzwald, o meşhur kara ormanlar. İsmini kim koydu neden koydu bilmiyorum ama ben göllerini görünce ismini tamamen hak ettiğini düşünüyorum. Evet gökyüzünün kendine ağaçların arasından zar zor yer bularak gölün üzerine düşüşü, mavisini yeşilin içinde kaybedişi göllere bambaşka bir ihtişam ve renk bahşetmiş. Bizim durağımız Hochschwarzwald denilen bölgede, dağları aşarak ulaştığımız küçük bir kasabaydı. Kasabanın adı Löffingen. Küçükken hepimiz Heidi ‘nin yaşadığı yerleri hayal etmişizdir. Hah işte tekrar dönün o hayallerinize. Dağlar muhteşem sanat sahibinin yeryüzündeki en ihtişamlı yansımasıydı. Dağların eteklerindeki yemyeşil çayırlar, çayırların üzerindeki evler, evlerin aralarından akan dereler ve her yere yayılmış sessizliğin içindeki sakin kuş sesleri. Ah ne huzurlu derken arabanın arkasından yükselen:

Anneee susadımmm

Babaaa çişim geldiii

O banaaa vurrduuuu

(Birtakım ağlama sesleri….)

Efendim bunlar işin cilvesi, 3 çocukla yine iyi geziyorsunuz seslerini duyar gibiyim. Ben size gerçekleri söyleyeyim de bir dost misali, sonra siz karar verin çocuklarla yolculuğa. Ama itiraf etmeliyim bu tatil çocuklarla geçirdiğimiz en sorunsuz. En sıkılmasız tatildi diyebilirim. Ufak çaplı kalp ritmi bozuklukları yaşasam da doğanın verdiği huzur hepsini mütebbessim bir çehreyle karşılamama sebep oldu.

Burada sizlerle de paylaşmış olayım benim akrofobim var. Böyle alengirli bir şekilde söyleyince ciddiyetimi anlamış olursunuz diye düşündüm. Duyuyorum iç seslerinizi yükseklik korkusu desene kardeşim ne uğraştırıyorsun bizi. Yükseğe çıktıkça tetiklenen bu korkum, ayaklarım yere bastığı sürece kontrol altında tutulabiliyor lakin gel gör ki o ayaklar yerden kesilmeye görsün. Neden mi ayaklarım yerden kesildi teleferikten canım neden olacak. Dağın zirve noktasına çıkarken teleferikten faydalanan insan oğlunun bu isteğinin tamamen üşengeçliğinden ileri geldiğini düşünüyorum. O devasa ağaçların arasında, yeşilin bilmem kaç tonunun şenliğinde, kuş sesleri, sincap tıkırtıları hatta şanslıysanız zarafet temsili ceylanların eşliğinde yürüyün. Oksijen başınızı döndürsün yükseklik değil. Ama malumunuzdur ki çocuklar için çıkılan bir tatilde bütün ebeveynler onlara boyun eğer bir de cesurmuş gibi korkularını gizler. Teleferiğe bindiğimde ‘ aaa ne güzel manzara, oh mis’ sesleriyle oğluma bir şey çaktırmasam da teleferik sallandıkça kolumdaki saat kalp atışım konusunda uyarı verdi. Ah ah ana yüreği değerli dostlar yeter ki çocuklar mutlu olsun. Bakmayın bu kadar sakin ve iyimser olduğumda ayaklarım yere bastığında gücümü toplasam içimden bir canavar gümbürtü koparacaktı. Daha tam kendime gelemeden aşağı inme yolu dağ kızağı adı verilen, görünce benim artık ne olacaksa olsun diyerek pes ettiğim aletle oldu. Trafik tabelalarına harfiyen uyan birinin buna binmesi, arkasından gelenler için zulüm olsa da itiraf edeyim teleferiğe tercih ederim.

Bu kadar heyecan bana yeterdi de çocukları ikna etmek zor olsa da temiz havanın verdiği tatlı yorgunlukla arabanın içinde onlar uyurken manzaranın keyfini çıkara çıkara ormanın içinde kalacağımız otele ulaştık.

Eğer diğer günleri de anlatmaya başlarsam çok sevgili Cizlavet editörlerinin uyarısını alabilirim. Eee okumaktan hızla uzaklaştığımız bu baş döndürücü görsel çağda siz okurları fazla yormadan burada bir virgül koyalım. Belki bir dahaki sayı belki daha sonra kim bilir….

Kitabımla İlgilenmedi / Gökhan Bozkuş

Bu yazımda sizlere edebiyat tarihimizden bir kesit sunacağım. Yer yer hayatımıza dokunanlara değineceğim. Dokunuşlar yaparız ve fark etmeyiz çoğu zaman. Birileri o dokunuşla fark ederler kendilerine çarpacak kamyonu, kendilerine gelirler de kurtulurlar ölmekten. Dokunuşlar yaparız fark etmeden ve uçurumun kenarında tutundu tutunacak , düştü düşecek bir yaprak misali meyuslara çarpar elimiz de görmeyiz onun zemine düşen bedenini. Hayatımıza olumlu ya da olumsuz dokunuşlarla girenler elbet olmuştur. Şimdi sizler okurken bunları,  kapatıyorsunuz birkaç saniyelik gözlerinizi ve hayatınızda önemli dokunuşları olan kişileri düşünüyorsunuzdur belki de…

Oğuz Atay denince akla gelen o meşhur eseri “Tutunamayanlar” nasıl bir dokunuşla yazıldı biliyor musunuz? Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam romanından geçen bir pasajdan esinlenerek yazmaya başlar. Ve küçük bir bölümün dokunuşu ile edebiyat tarihimize Tutunamayanlar girmiş olur. Görmüşsünüzdür kocaman bir ağacı ya da kayayı yonta yonta küçük ama eşsiz sanat eserleri ortaya koyan heykeltıraşları. Birkaç sayfalık bir dokunuşu özümseyerek ondan yedi yüz sayfalık bir roman çıkarma yeteneğini işitse Michelangelo , Auguste Rodin ya da Umberto Boccioni kim bilir şapka çıkarırlardı Atay’a. Peki Atay’ın romanda etkilendiği bölüm neresi?

“Dünyada hepimiz sallantılı, korkuluksuz bir köprüde yürür gibiyiz. Tutunacak bir şey olmadı mı insan yuvarlanır. Tramvaydaki tutamaklar gibi, uzanır tutunurlar. Kimi zenginliğine tutunur, kimi müdürlüğüne, kimi işine, sanatına. Çocuklarına tutunanlar vardır. Herkes kendi tutmağının en iyi, en yüksek olduğuna inanır. Gülünçlüğünü fark etmez. Kağızman köylerinden birinde bir çift öküzüne tutunan bir adam tanıdım. Öküzleri besiliydi, pırıl pırıldı. Herkesin, “- Veli Ağa’nın öküzleri gibi öküz, yoktur”, demesini isterdi. Daha gülünçleri de vardır. Ben, toplumdaki değerlerin ikiyüzlülüğünü, sahteliğini, gülünçlüğünü göreli beri, gülünç olmayan tek tutamağı arıyorum.”

Bu bölüm ve birkaç pasaj daha adete bir elektrik gibi çarpar Atay’ı ve yazılır Tutunamayanlar.

Çok şey vardı anlatılacak. 

O yüzden sustum.

Birini söylesem diğeri yarım kalacaktı.

Sen duydun mu sustuklarımı?

Diyen Oğuz Atay Tutunamayanlar basılır basılmaz ilk olarak Yusuf Atılgan’a gönderir kitabını. Ama aradan günler, haftalar, aylar geçer ama bir cevap gelmez Atılgan’dan. Gönül koyar ve bir arkadaşına “kitabımla ilgilenmedi” der.

Yusuf Atılgan bunu Oğuz Atay’ın vefatından sonra öğrenir:

“Tutunamayanlar’ı çok beğenmiştim ama böyle bir kitabı yazan birinin benim yorumuma ihtiyacı olmadığını düşünmüştüm. keşke hayatta olsaydı da bunu kendisine söyleyebilseydim” demiş.

Yazının başında da dediğim gibi dokunuşlar yaparız fark etmeden de söylemez söyleyemez dokunduklarımız. Ve bize dokunanlar olmuştur kapatırken gözlerimizi nefesini duyduğumuz.

Yazıyı bana mısraları ile çok dokunan şair dostum Farzımuhal’in kitabı Süresiz Eylem ’inden bir şiirle bitirmek istiyorum.

İçindeki buhranı bilemez karanfiller

Nergislerin sevdası geçmez dil çarşısında

Pusu kurmuş bağrına yolsuz kalmış sefiller

Diz çökmeni isterler nadanın karşısında

Sanma kurnaz tilkiler yoldaş olurlar sana

Sanma beyaz katarlar koğuşta süveydana

Sıkıldın biliyorum karanlık dekorlardan

Ağladıkça can parçan, ciğerin olur pare

Bir fısıltı yayılır nemli koridorlardan

“Bu çıldırtan halete figan yegane çare”

Sanma ahraz ozanlar türkü yakar sevdana

Sanma poyraz dokunur sine-i rüveydana

Kırlangıç ürpertisi ruhunda devşirdiğin

Karanlık yolculuklar göç hikayene tema

Bir avuntu çorbası döşünde pişirdiğin

Yıldızlardan firari yollara düşmüş lem’a

Sanma burulur dilin yare şiir yazarken

Sanma sorulur halin perperişan gezerken

Ümit asil bir gömlek, kutlu bir elbisedir

Bilerek giymelisin, ondan bu haykırmalar

Yanağına yakışan ıslak kızıl busedir

Ayağının altına sergi olsun sırmalar

Sanma durulur deniz, henüz vakit çok erken

Sanma kavrulur tenin, fırtınalar koparken

Öte / Tahsin-i Kelam

Aşk künh-ü dîl’de bir lem’,
Duyduğun tenden öte.
Herbir ânı sonsuz dem,
Yaşarsın günden öte..

Sığmaz, düşü aşar ki,
Ne nağme ne bir şarkı,
Bir seyr-i cemal var ki,
Bahçeden gülden öte..

Sen dökersin bir dem’a,
Dost yakar binbir şem’a,
Düşer nuru dîl-hân’a,
Lezzeti baldan öte..

Sultan gönle taht kurar,
Eyler gönlü bî-karar,
Her dem Mahbubun arar,
Mahbub-u kul’dan öte..

Mihnet-i masiva’dan,
Usanmış bî-haya’dan,
Umar bende Mevla’dan
Vuslatı, aşktan öte…

Tahsin-i Kelam

Bekleyiş! / Yaşar Beçene

Kim demiş ki baharlar rüyalara emanet

Azar azar düşerek çoğalıyor damlalar

Benim mi bu bedenim kime ödenir diyet

Ağaran saçlarımda kırılıyor aynalar

Kim demiş ki baharlar rüyalara emanet

Gece olur şafağın özlemini duyarım

İlmik ilmik sabırla tüketirim zamanı

Aklımda bin bir soru başköşeye koyarım

Çileyle ızdırapla eritirim harmanı

Gece olur şafağın özlemini duyarım

Kaç zamandır uğramaz beklediğim kervanlar

İçtim içtim su gibi; yalnızlık damarımda

Ben gibi mahkûm olsun yalnızlığa zindanlar

Renk cümbüşü görülsün sararan efkârımda

Kaç zamandır uğramaz buralara kervanlar

Misafirim olursa yağmur çiseleyerek

Toprağım hayat bulur içtikçe kana kana

Bana benden ziyade ötelere dost gerek

‘Uçup gitti’ deseler ardım sıra sorana

Misafirim olursa yağmur çiseleyerek

Bir Kimliğe Sığmayan Aydının Düşündürdükleri / Mehmet Akbaş

Daha önce Amin Maalouf için; Bir kimliğe sığmayan aydın demiştim. Amin Maalouf’un denemelerinden olușan Ölümcül Kimlikler- Çivisi Çıkmış- Dünya, Uygarlıkların Batıșı üçlemesi, son zamanlarda dünyamızda yașanan adeta ikinci kavimler göçünün ortaya çıkardığı problemlere odaklanıyor.

Bu kitaplarında kimlik olgusunu merkeze yerleştiren yazar, bütün farklılıklarımıza rağmen kendi kültür değerlerimizle dünyaya entegre olabileceğimizi vurguluyor. Fakat bunun zorluklarının da farkında bir aydın.

Maalouf, dünyanın tehlikeli bir yola saptığını ve vahim bir türbülansa doğru gittiğini belirtirken yine de buradan bir çıkış yolu bulunacağını düşünüyor. İnsanların birlikte yaşama kültürünü, çağın gerektirdiği bir noktaya taşıması zorunluluğunu anlatan yazar, bunun yolunu hep birlikte bulmak için çaba göstermenin gerekliliğini vurguluyor. Romanları ve denemeleri ile ayrışmalara savaş açıyor, bu konuda bir şeyler yapma konumunda bulunan insanlara da uyarılar da bulunuyor.

Maalesef ayrışma probleminde bizim de toplum olarak karnemiz çok zayıf görünüyor.
Birliktelikler mahallelerimizden şehirlerimize oradan ülkemize ve dünyaya yayılması gerekirken maalesef ayrışmalarımız artık mahallelerden başlıyor.

‘’Değil mi ki, kavuşmalarımız topal. Ayrılıklarımız koşar adım’’ diyor Zarifoğlu. Bu sözü hangi düşünce ile söylediğini bilmiyorum şairin. Ama ben bu sözün hâlihazırdaki yurdum insanını çok iyi tanımladığını düşünüyorum. Derin bir tarihi birlikteliğimiz olmasına rağmen toplumumuz, neden bu kadar duygusal bir kopuşun ağına düştü. Neden? Aynı acıları paylaşamıyor, aynı sevinçlere gülemiyoruz. Ateş düştüğü yeri yakıyor, kimisi düşen ateşe sadece bakıyor kimisi de baktığını görmeden hayatına devam ediyor. Yani ayrılıyoruz koşar adım.

Farklılıklarımız, ayrışmalarımızın temelini oluşturuyor maalesef. Taraftarı olduğumuz takım, sevdiğimiz bir yazar, sahip olduğumuz siyasi bir görüş gibi en basit ve küçük farklılıklarımız bile ayrışmaya neden olurken; tercih hakkına sahip olmadığımız etnik kökenimiz, farklı dilimiz, anne babamızın vesilesi ile edindiğimiz dini yorumlarımız ve mezheplerimiz de daha derin ayrışmalara temel oluşturuyor. Bu farklarımızdan rengârenk bir mozaik oluşturmamız muhtemel iken tarafgirlik, hizipçilik ve ırkçılık gibi bir takım hastalıkların esiri olarak bu güzellikten mahrum, önyargılarımızın esiri bir hayatın mahkûmuyuz.

Araçları amaç haline getirdiğimiz günden bu yana sürekli ayrışıyoruz. Küçücük bir köyde veya bir şehirde oranın idaresinin devamı için yapılan bir seçim, bir spor müsabakası bile ayrışmaya neden olabiliyor. Spora, birleştirici yanını göz ardı ederek, kör bir tarafgirlikle yaklaşıyoruz. Bir yerleşim yerinin idaresi için oluşturulan makamlar, o yerin düzenin devamı için bir araçtır. Bu makamları da yapılan seçimlerde bir amaca dönüştürerek ayrışmak için yeni bir bahane bulmuş oluyoruz. Bu denli ufak farklılıklar da bile orta yolu bulamayan biz, ırk, dil, din gibi farklılıklar mevzu bahis olunca asla aklıselimle hareket edemiyoruz.
Belki bu kadar olumsuzluğu sayıp dökünce karamsar olduğumu düşüneceksiniz. Olsun ben kısık bir sesle de olsa sesleneceğim.

Muhtemelen önyargılar devreye girecek ‘hadi canım sen de’ler yükselecek dudaklardan ve kalplerden. Susmaz konuşursam hayatta en çok adavet beslediğim duygulardan biri olan önyargıyı yıkabilirim ümidini taşıyor açıkçası yüreğim. Bu duygu değil mi ki insanlar arasına mesafeler koyar. Toplumların yakınlaşmasına ve kaynaşmasına bir türlü izin vermez. İki kişinin birbirini dinlemesine ve anlamaya çalışmasına mânialar oluşturur.

Önyargılı insanlar fasılasız bir kayıtsızlığın sahibidir tanımadıklarına karşı. Toleransın emaresi görünmez onların ikliminde ve tedavisi zor bir hastalığın sahibi olsalar da, zerre kadar kaygıları yoktur, ne yazık ki. Birisi yaşam tarzı olarak kendilerinden farklı bir mahallede ise konuşmaya iletişime geçmeye değmez onlar için ya da potansiyel bir muhatabın değişik bir etnik kökeni varsa düşman ilan edilmek için gerekli şartları taşıyor demektir önyargının taşıyıcıları için.

Geçmiş zamanlarda böyle kötü huylarımız yoktu aslında bizim, kim hangi etnik kökenden gelirse gelsin veya kim hangi ideolojiyi taşırsa taşısın kimse bir başkasına kötü gözle bakmaz, herkes insana insan olduğu için değer verirdi.

Fakat şimdi büyüklerimizin dediği gibi zaman değişti. Sanki bir el bizim tek tek yüreğimize, heyecanlarımıza, duygularımıza dokunup, etnik kökenlerimizi farklı kültürlerimizi merkeze koyarak, birimizi diğerimize potansiyel tehlike olarak gösterdi ve her insanın içinde çekirdek olarak taşıdığı kötülüğün dal budak salmasına neden oldu. Böylece birçok kötü huylarımız oldu ve bu huylar karakterimizin bir yanı haline geldi zamanla.

Belki çok defa hatırlıyoruz kurtulmamız gereken kötülüklerimizi ve bu kökeni belli olmayan medeniyetin bize dayattığı kaprislerimizi, öfkemizi ve daha birçok başa bela gereksiz marifetlerimizi! Ama hayat öyle hızlı akıyor ki ve biz bu rüzgâra öyle kapılmışız ki, biraz durup aklıselimle düşünüp kendimize gelemiyoruz, akıntıda bir o yana bir bu yana savrulup gidiyoruz.

Son olarak Maalouf’un dediği gibi; ‘’Geleceğin yolları pusularla doluysa, takınılacak en berbat tavır, her şey çok güzel olacak diye mırıldanarak gözü kapalı ilerlemek olacaktır’’ Bence her şey çok güzel olmasa bile, çok güzel olması için hayata güzellik katmalı ve zamanı değerli kılmalıyız.

Gökyüzüm / Zeren

Minik çay bahçesi sıradan basit buluşmaların şahitliğini yaparken kuşların ağaçlarda şakıyan
seslerinden daha özel bir şey vaat etmiyordu. Gergindi adam, söylenecek her şeyin söylenip nihayete
gelindiği gün olduğunu biliyordu. Sebepler, sonuçlar, hak etmişlikler, pişmanlıklar, çabalar… Henüz
zihninde hiçbirini oturtacak yer bulamamıştı.
Dingindi kadın. Sevmenin adı vardı, bu vakte kadar kalmanın da ve şimdi gitmenin de bir adı
olmalıydı. Belirsiz yaşamak daha zordu. Artık konuşmasa uzayıp gidecekti bu bakışmalar:
-Böylesi daha iyi olacak .
-Sen öyle diyorsan.
Uzaklara kaçırdı kadın gözlerini ayağa kalkarken:

O zaman gideyim ben artık.
“Nasıldı Sezen Aksu’nun o şarkısı : Git ,git, gitme dur yalan söyledim ,diyebilsem keşke yahut bilmem
kaçıncı kez bir şans daha istesem. Artık çok geç diyen bakışların kapısı kırk kilitle örtülmüş kalbinin
anahtarı gibi. Nasıl da sert nasıl da hoyrat.”

Peki ,nasıl istersen. Kendine iyi bak olur mu?
-Sen de.
” Bitti mi ,bu kadar mı? Şu uzaklaşıp ardına bakmadan giden benim yarım kalmış hayallerim mi? Dur
,gitmeden söyleyiver; şimdi o çok sevdiğim ellerin de mi gidiyor benden? Peki söylediğin onca büyülü
sözleri de mi toplayıp götürüyorsun acımadan? Bari seni ilk tanıdığımdaki dünyanın bütün kır çiçeklerine
meydan okuyan gülüşün kalsaydı yanımda.
Tamam bütün hatıralar, bütün güzel anılar sende kalsın. Utangaç kuşların başımızda döne döne
söylediği şarkılar. Bayram şekerlerine benzettiğimiz bulutlar. İzlediğimiz her filmde ,en olmadık
sahnelerde ,sana fark ettirmeden gülerken ben ,seni tutan ağlamalar. Sen seviyorsun diye uzun uzun
dinlemek zorunda kalsam da açtığım konular. Ne anlarım ben çiçeklerden derdim içimden ama sadece
tınısını sevdiğim için dinlediğim, kendim en güzel manaları yüklediğim yabancı şarkılar gibiydi sesin. Ne
söylesen dinlerdim sıkılmadan.
Bak işte şu köşeyi döndüğünde kaybolacaksın gözümün önünden. Belki de sonsuza dek. Öyle
korkuyorum ki. Tamam, her şeyi götürürsen de bir kere başını çevirip baksan…. Birazcık, bir parça umut
bıraksan bana. Bir kere dönüp baksan keşke.
Biliyor musun henüz hiç yazılmamış şiirlerim var sana her gün okuduğum. Biliyorum ki hiçbir şiir
ruhuma serinlik veren nehirlere benzettiğim ,omuzlarından akan saçlarının güzelliğini anlatamaz. Hangi
kafiye, tebessüm ettiğinde yanaklarında belli belirsiz oluşan, içinde kaybolmak istediğim gamzelerini
tasvir edebilir? Ya içimdeki zaman zaman huysuzlanan asi çocuğu dize getiren şefkatini. Bir bakışınla buz
dağlarını eritip kalbime çiçekler yağdıran o kuşatıcı sevgini mesela . Ya da ellerini… Bütün şiirler aciz
,bütün şairler beceriksiz . Ama ben her gece yazılmayanı okudum hayalimde. Romanlar yazdım, yaşanmış
ya da yaşanması mümkün olanlardan değil elbette.

Ve işte döndün köşeyi. Hiç tereddüt etmeden bir kere dönüp bakmadan. ve benimse henüz kalkacak
gücüm yok masadan. Bu kadar çabuk kabullenemem, bir müddet hayalinle kalmalıyım burada böyle.
Belki bir çay daha içmeliyim soğutmadan.
Evet, ben kahveyi severdim sen çayı. Ben oturmayı sen gezmeyi. Ben Beşiktaş’ı tutardım sen
Fenerbahçe’yi .Ben güzel yemeği severdim ,sen güzel giyinmeyi. Ben karda üşümeyi severdim ,sen
yağmurda ıslanmayı .Ben ikindi oldu mu güneşi, sen gece ayı.. Ben huylu huyundan vazgeçmez
dediğimde, sen insan kaç yaşına gelirse gelsin değişir, dönüşür , vazgeçer demiştin de nasıl da tartışmıştık
uzun uzun . Sen haklıydın seninle başka biri oldum ben, seninle değiştim.
Ne kadar çok olursa olsun ayrı düştüğümüz, ayrı düşündüğümüz şeyler hani biz böyle olmaya bile
severdik.
Şimdi bütün yolculuklarda bağıra bağıra eşlik ettiğin şarkılar yankılanıyor kulaklarımda : “Evimizin
önünden dere akar denize, yaşlansaydık sevdiğim senin ile diz dize” diyordu bir şarkıda . ” Bin kere tekrar
olmaz, insan sever bir kere” diyordu bir başkasında. Ne ara öğrendim bunları acaba ya da şimdi neden bu
kadar anlamlı geliyor?
Bak, yine soğumuş çayım. Sevmediğimden değil sensiz içemiyorum belki de. İşte böyle, her şey seni
hatırlatmaya başladı bile. Ne alaka deme ; şu yerdeki çakıl taşında bile senden kalma bir iz var. Şu
karşımda duran boş sandalye… Şu yoldan geçen kadının üzerindeki senin en sevdiğin renk… Şu
umutlarım gibi dökülmüş çiçekler… Şu masum masum bakan utangaç çocuk nasıl da seni çağırıştırıyor.
Ya şu gökyüzü… Ah Asuman! Uzun süre göğe bakmam sanıyorum. Üzerime çöreklenen sensizliğin sızısı
hafifleyene dek.
Hatırlıyor musun, bir gün, kalana mı zordur, gidene mi diye sormuştun? Ne kalana ne gidene , en çok
sevene zordur demiştim ben de. Şimdi bunun cevabını neden yaşayarak öğrenmek zorunda kaldık ki?
Akşam olmaya başladı işte . Hayalimde kaç kez dönüp geldin o köşeden, kaç kez gülümseyerek
‘yapamadım’ dedin. Vakit geç oldu, dönmezsin değil mi?
Dur ,önce kendimi ikna etmeliyim artık kalkıp gitmek için. Nefesim mi daralıyor ne? Bacaklarımda
titriyor sanki. Ya da hala henüz gitmeyi yediremiyor bedenim kendine . Ürettiği bahaneler ondan. Daha
ruhumun derinliklerinde hissettiğim dip dalgaya henüz izin vermedim. Biliyorum ,yaşadıkça daha ağır
basacak hayatımda oluşturduğun boşlukların acısı ama alışırım herhalde. Alışırım değil mi? Biliyorum
kolay olmayacak. Yaşayanlar için yazılmış belli ki şarkıda: ” Kolay olmayacak ,elbet üzüleceğiz. Mutlaka
bir iz bırakacak. Dokunup birer birer, sevdiğin eşyalara. Hatta belki ağlayacağım”. Dağıldım yine . “Ah bu
şarkıların gözü kör olsun” diyen ne de haklıymış.
Evet vakit geldi. Bitti beklemek. Artık gitmek gerek.
Elveda Asuman … Elveda gökyüzüm.”

Her bir harfi içinde cam parçaları gibi dağıldı son cümlesinin. Kanadı. Masanın üzerinde soğumuş çayına
baktı en son vedalaşır gibi. Kalktı. Son bakışa da sevdiğini en son gördüğü köşeye bıraktı. Emir komuta
zincirine uymuyordu hiçbir uzvu. Ayakları bedenini arkasını döndürüp zorla uzaklaştırırken kalbi orada
kaldı.

Rüzgar üşütecek kadar esmeye başlamıştı. Hafiften ürperdi Asuman. Uzaktan saatlerdir izlediği sevdiği
adamın gidişini sancılı bakışlarla, kaybolana kadar takip ettikten sonra ıslanan yanaklarını elleriyle silip
uzaklaştı yeniden…

Kar yağmış parmak uçlarına
Güneşten düşen
Gözlerine çocuklar doluşmuş
Neşeyle gülüşen.
Kuşlar mı yoksa gamzendeki
Çukura üşüşen
Saçlarına konan kelebekler bilir kadrini
Ve bir de ben
Senin nedir bu endişen

Ah benim asılsız ihbarım
Olmadığın her şey böyle eksik
Böyle yarım
Kış olsa ayaz olsa ne yazar
Tek çicekle gelen baharım.

Hüznü sevmez ruhun
Gönlümde dağıttığın kara bulutlar tanık
Bir gülüversen anlık
Sayfalarca mektup olur tebessümün
Ucu yanık.
Okudukça bir çocuk seker kırlarda
Dudaklarında

Sevdiğimiz şarkıdan ıslık

Sen benim külfetsiz bilmecemsin
Hep bir yanı meçhul
Tekrarı yıllar alan tek hecemsin
Gündüzün bu kadar güzel
en beyaz gecemsin
Fethettiğin ülkemi yeniden ne olur terk etme
Hükümdarlığına razı olduğum
Sultanımsın, ecemsin…

Çöl Avaresi / Meryem Yıldırım

Bedeni şehirli ruhu sahralar dolaşan gönlü “ah”larla dolu “bir çöl avaresine” hüzünlü bir gününün
ardından gamzelenen gönlüne kırık dökük birkaç kelam ile su serpmek istedim. Belki de su serpilmeye
ihtiyacı olan bendim. Çöl avaresini bahane ettim. Kendime zaman ayırıp kalemimle ruhuma üfledim.
Sendeki “ben” sözüm sana!

Avarelikler deryasında boğulan kardeşim ben de senden farklı değilim. Derdime düştüm düşeli oldum
avare. Öyle bir mevsimdeyiz ki; kuşlar uçmayı, çiçekler açmayı unutmuş sanki. Tarihin en uzak
köşesinde yeryüzünün son noktasında yaşıyor gibiyim. Elinden en sevdiği oyuncağı alınmış bir çocuk
yüreğiyle köyün içinde dolaşan bir meczup edasındayım. Ruhunun ufkuna tam kavuşacakken batan
güneş karanlığında kalmış, etrafına ateşböceği olmaya çalışma saflığındayım. Çölleşmiş ruhlar
dünyasında hayallerini canlı tutma mücadelesindeyim. Çöl denizinde taşmaya bir damla kalmış sınır
boyundayım. Çölleşen toprağın yanık bağrında ateşe başını uzatan dikenli ağaçlar arasında kalmış
ruhuma seraplar aramaktayım. Anlayacağın ben dünyaya, dünya da bana dar gelmiş haldeyim. Çünkü
onca yapılması gerekenler bir köşede dururken ortalıkta “avare avare” dolaşanlar içinde ben de
olmuşum bir avare. Her ne kadar avare olma “boş olmayı” çağrıştırsa da benimki zihni geviş
getirişlerin yol açtığı sancılara çare arayışındaki oluşan koca bir girdap. Avarelik arkadaşlığı ettiğim
kardeşim;
Korkma!
Yalnız değilsin! Aynı dertten mustaribiz.
Elbet bir gün hayalimizde tüllenen “olma halinden tamamlanabilme ufkuna “kavuşacağız. Zaten
nerede duracağını bilmeyenler arasına hepimiz hep birer çöl avaresi değil miydik? En yaşlısından en
gencine, en okumuşundan okumamışına kadar hemen hemen hepimizin avareliğe meyletmiş bir tarafı
vardır. Avarelik sadece başıboşlukla çöllerde dolaşmak anlamına gelmiyor. Her nağmeye, saza, söze
kulak asıp “ses yoldaşlığı” bulma arayışında bizde oluşan boşluktur. Her gördüğü ışık hüzmesindeki
renklerde kendi rengini bulamayışın sızısıdır. Durum böyle olunca aklı, fikri, gönlü, ruhu avare olan
gamzelenmiş gönlümüze su serpilişlere ihtiyacı vardır. Avarelik arkadaşlığı ettiğim kardeşim;
Unutma!
Çözüm içimizde! Zihni avareliğimizi sakinleştirmede.
Seyyah olmuş, huysuz ve zamansız rüzgarlara muhatap olan sen, ben, biz, hepimiz elinde yüzünde
kum tanelerinden başka bir şey kalmamış birer çöl avaresi olarak ruh çölleşmesine inat vahalar
oluşturmak zorundayız. Günler, istikbalin büyüklüğüne namzet ufku tüllendirirken hayallerde her
yaşanılan “an” Allah’ın “ol” dediği vakte yakınlaştırmakta. Bekle ve gör! Dere tepe geçişler olsa da

ilerisi düzlük. Hayat, çile örme görevini yapmaya devam ederken sadece yüzünü ufka dönmek yetmez.
Kabil olan amasız, fakatsız arkana bakmadan ışık hızıyla gerisin geriye kaçan ufuk günlerini yakalama
sevdasının sahibine olan yakınlığı korumalıyız. İnsanlık topyekûn ufuk peygamberine muhtaçlık
çekerken mukaddes memurluklar bugünlerde daha da elzem. Karar kılınası günler ufukta beklerken
bizi hükmü henüz Allah tarafından kaldırılmamış̧ günler için sabra durmaktan başka ne çaremiz var
ki? Gökteki haber, yerde vaktini bekleyedursun ömrümüzde ibret alınacak işaretler insanlığı sınavdan
sınava sokmakta. Gözünde diken boğazında kemikle yaşamak sanatsa sanatkârız hepimiz. Avarelik
arkadaşlığı ettiğim kardeşim;
Sabret!
Olacak olan zuhura gelse de ufkun perdesi açılmadı henüz. Öyleyse; biz de içimizin ufkuna dönerek
Üstad’a kulak verelim.
Allah kimseyi şaşırtmasın,
Şaşırtırsa süründürmesin,
Süründürürse çektirmesin,
Çektirirse rezil etmesin,
Rezil ederse perişan etmesin,
Perişan ederse sersem, âvâre etmesin.

alâturk’aşk / Farzımuhal

Seni her benimsediğimde muteber
Beni her senimsediğinde şehrinâz
Seni her gülümsediğimde mehrû

öyle mutantan
öyle müstesna
öyle buluntu

Seni her öfkelediğimde mükedder
Beni her düğümlediğinde safinâz
Seni her isimlediğimde gülrû

öyle mihriban
öyle hasnâ
öyle avuntu

Beni her umutladığında nevbahar
Seni her bulutladığımda çeşminâz
Beni her usladığında ruberû

öyle olağan
öyle müheyyâ
öyle muştu

işte böyle olmuştu

fm

WordPress.com'da bir web sitesi veya blog oluşturun

Yukarı ↑