Ben Bir Mülteci Demir Yolu Görevlisi / Talha Erçevikbaş

Günlerden Cuma , haftanın son mesai günü….

İncecik yağmurun altında duran , iki vagonlu kırmızı tramvay

Her yağmur tanesini bir melek indirirken yeryüzüne benim gibi bedeni ve ruhu yorgun….

Rüzgârın sesini ray tıkırtısı izlerken,

Yüreğimin kafesindeki damarlar tramvayın rayları zorladığı gibi zorluyor….

Çok şey anlatmak istiyorum lakin bedenim bu yaşanan acılarınağırlığını daha fazlakaldıramıyor.

Ince uzun vagonun iÇerisinde sıkışmış kalmış bir ruh gibiyim….

Kırmızı tramvay , duyulmayan çığlıklarım içerisinde bir istasyona ilerlemeye çalışıyor

Akşam üzeri , güneş hafiften batmak üzere , Raylarda ince uzun insan gölgeleri,

Tramvayın kömür rengi telleri aldı götürdü uzaklara yine beni

Kendimi Haydarpaşa tren GARINDA buluyorum……

Bıraktığım hali canlandı gözlerimin önünde,

Gurbete düşmüşlerin, gideceği istikameti bilen bilmeyen yolcuları

Kavuşanlar, birbirini yolcu edenler…

Dolup boşalan trenler ………..

Fakat şimdilerde oralarda Paramparça olmuş yolcu hayatları , kırgın aileler ,

tutsak çocuklarınyakınları , özlem ile kavuşmayı bekleyenler ile dolu

Ve daha nice gaybubette olupta haydarpaşa garından baska diyarlara yol almak için düşleyenler….

Sanki yorgunluğumu hisseten demir yığınının içerisinde yalnız kalıyorum

Dizlerim çözülüyor

Başım hafif tutuşmuş yanıyor

Gözlerimin feri sönüyor

En İçte derinlerde yaralarım tramvayın RAY sesi gibi acıtıyor Icimi !

Hasretten mi?….. yoksa dünyanın renklerini kirletenlerden dolayı mı?

Kendimi arıyorum tramvay rayının seslerinde

Yine kalabalığın sesi ile karışan gürültü kirliliğinin içerisinde

Alnımı yağmur damlalarının çizdiği cama dayıyorum…

Ayakta kendime zor yer bulduğum köşede, gözlerimden süzülen damla damla gözyaşları ,

sessizlik ile mühürlenmiş dudaklarıma kadar süzülüyor ……

Tramway ise yokuşu alırken sanki nefes nefese soluyor….

İçimde acıyla gözlerim dolaşıyor hicret ocağı raylarının üzerinde ,

geride bıraktığımız sevdiklerimizi düşünürken……

Tam uzaklardayken , derin derin dalmışken

Sırılsıklam kalmış kızıl saçlı , hafif kilolu , ne kısa ne de uzun boylu, gözleri yeşil iskoç asıllı Avustralyalı yolcu , yalnız , biletsiz tramvaya biniveriyor……

Nefes nefese kalmış solumasıyla uzaklardan irkiliyorum ,

Sesimi toklaştırpı “Bilet kontrol” diyorum

Önce bana bakıyor ve özür dileyerek yağmurdan dolayı biletsiz bindiğini aktarıyor ve peşine aksanımdan dolayı “Nerelisiniz? memur bey” diyor

Ben ise bir anda dudaklarımdan çıkıveren Ben bir mülteci demir yolu görevlisi

Sanki o an zaman durdu

Beden dili her şeyi anlatıyordu …

ikimizde susmuş ve gözler sessizliği ile ifade etmişti tüm olup biteni , tüm acıları özlemleri hasreti göz bebeklerimin buğusundan okumuştu sanki olup biteni

Daha fazla soru sormadı

Anlamlı sessizliğin içerisinde Ayrı yönlerde uzaklaşan

İki tramvay gibi ayrılmıştık sessizce

Yürümekte olduğum istikamette her bir cisim sanki hücreciklere ayrılıyor

Bir an kulaklarımda Musab Bin Umeyr in “ Rıza yolunda biraz cefa gördük diye Rahman’a naz mı edeceğiz.” Yankılanıyor ……

Sesim titrek, gözlerim ağlamaklı

Perişan kalbim,Ruhum ise boyun bükmüş her bir eziyete

Sesler uzaklaşıyor yavaş yavaş benden

Utanıyorum kendimden..

Bana bahşedilenlerin değerini bilememekten

Görememekten verilen onca nimeti

Utanıyorum işte..

Meleklerden Utanıyorum

Hapisteki kardeşlerimizden utanıyorum

Masum bebeklerden utanıyorum

İNSANLIĞIMDAN UTANIYORUM.

Talha Erçevikbaş

Bir Haykırış / Deniz Akif Mahir

Rabbim! Dedi:
Sustu, kış yaprağına düçar
Kar çiçekleri, ağladı.
Oyuklar oyuldu tırnakla.
Zemheri üçe bölündü:
Üçüncüsü, direndi şafağa
Aylar hep ve hiç yirmi sekiz
Yıldan ikisi eksik ve fazla.
Rabbim!
Bütün arda kalan iki ve üçler
Hep beyaz yazmaya mı ilişti?
El dizle, göz baharla…
Yutkundu:
Ceylan yavrusu sırtlan pençesinde
Dağlandı,
Sinem, kor harmanı, koruyamadım!
Doğar küllükte zulüm
Saplanır hovarda mızrak
Kimi cana, kimi dikişli kuleye
Kimi her ikisine.
Ciğer, yanar ciğere
 Akrep ve yelkovan durur,
Kırka bir kala,
Sine yolcu Tur’a.
Çeşmi Asa’ya hayduttur,
Afarozlu uç, kızıl ok!
Nehirler emanetidir nâr’a
Bilek(çe)ler tutukludur
Mühürlü mektuplara.
Ana rahmine doğmuş
Üç beş harflik mezar taşı.
Ana doludur kemer
Irmak ırmak besler
Gökkuşağına gezgin gülleri
Zar’a atılır ayasız el,
Ak zeytin dallarında.
Kesik serçe tırnağı,
Baykuşlara bayram
Al çehreli göz,
Yeşil beşik tavanında.
Kır at vurulur nala,
Kaldırıma düşer kırat.
Kül küfesi savrulur
Yüze vurur isi
Kederi yükler kadere.
Dilde perdeli zerreler,
Okunur mazgal merhametine.
Kilitlenir ağaç kavuğuna
Üçer beşer ters sıralı
Ur, mızrak, ok, kül…
Güvercin kalbi ısıtır
Siyah bilekçe ayağını,
Güvercin ve pervaz, marisanda…
Allahım!
Yalnız değilim tek başımayım


Deniz Akif Mahir

Yanmış Sineler / Ziya Paşa Akyürek

Aşkın mukim dili selsebil gibi
Yanmış yüreklere hep inşirahtır
Leyla’dır çöllerde Mecnun’un gülü
Bülbülün mirası bir gülden ahtır

Hal ehli derdini gözünde saklar
Kapanmaz yaranın adı hicrandır
Geceler onlarda gelip sabahlar
Yüzleri seherden daha rahşandır

Mestane yürürler dünya bağında
Mevsimler onlara hep bahar olur
Sevdaya düşenin gurbet yurdunda
Gönlü hicran adı sevdakar olur

Elemin bağında aşkı dermenin
Zevkinde söyleşmek nazar-ı Hakk’tır
Yar deyip yoluna ömür vermenin
Tarifsiz tanımı “Garip” olmaktır

Tüm dertleri infak edip Leyla’ya
Mecnun himmetiyle yaşar giderler
Yeniden gelseler hani dünyaya
Ne olur Allah’ım bir daha derler

Ziya Paşa Akyürek

Aslı’m / Ahmet Terzioğlu

Bir hal oldu bana Aslım’ı gördüm,
Bir şey diyemedim halden utandım.
Bilmem hasta mıydı yaslı mı gördüm,
Renkten renge girdim aldan utandım.


Uzaktan seyrettim yaklaşamadım,
Derdimi bir türlü paylaşamadım.
Yanına varıp da söyleşemedim,
Kurudu damağım dilden utandım.



O geldiği zaman bahar gelirdi,
Dilinde nağmeler coşar gelirdi,
Yüzü gonca gonca açar gelirdi,
Dikene takıldım gülden utandım.


Dağlarda yollarda kırda arardım,
Her gece hayalde düşte görürdüm.
Gel dese düşünmez anda varırdım,
Kalkıp gidemedim yoldan utandım.


Ahmed’im bir dilek dileyim dedim,
Aslı’mı defterden sileyim dedim,
Canıma kıyıp da öleyim dedim,
Mevla’dan utandım, kuldan utandım

Karadayı Ekvatorlu Atışması 2 / Mehmet Karadayı – Ekvatorlu Süleyman Halidoğlu

Karadayı

Nur yağsın eskiye rağbet edelim
Feodal düzene geçelim artık
Deveyi biraz da öyle güdelim
Gelin derebeyi seçelim artık

Ekvatorlu

Adalet, hak-hukuk külliyen zarar
İnsanın yok yere neşesi kaçar
Edebin, ahlakın ne faydası var?
Şu ütopyaları geçelim artık

Karadayı

Yağız olsun ağaların atları
Demirlesin gemileri, yatları
Ormanın içine dikip katları
Altından bir hülle biçelim artık

Ekvatorlu

Ağa dedin, hiç unutma beyleri
Keyfi arşa varsın, zulmü ileri
Fakirin açlıktan ölsün keleri
Hırsıza servetler saçalım artık

Karadayı

Bu şato olmazsa diğer şatoya
İster Kars’a yerleş ister Hatay’a
Veda edip memlekete, ataya
Diyardan diyara göçelim artık

Ekvatorlu

Sen öyle bir kazık çak ki hayatta
Gölgesiyle serinlesin beş kıta
Cennetten tapu da aldık bu hafta
Sıratın köprüsünden uçalım artık

Karadayı

Karadayı, tapşırmadan yoruldu
Hayale dalınca kalpten vuruldu
Bulanıktı günden güne duruldu
Bu duru kaynaktan içelim artık

Ekvatorlu

Ekvatorlu, tariz döşenmiş mayın
Cahil gerçek sanar, siz yanılmayın
Kabe’de ters yöne namaz kılmayın
Tertemiz bir sayfa açalım artık

Mehmet Karadayı

Ekvatorlu Süleyman Halidoğlu

Yenildim / Ceylan Güriçin

Bir endam aynası karşımda
Adım sayıyorum kendime
Aldım, verdim, ben seni yendim…
Yendim, deyip gözgöze geliyorum kendimle
Yendim…
Yendim…
Yenildim…
Ruhumun ilhamlarına sığınıyor iç sesim
Dar sokaklardan geçiyor çığlıklarım
Mağlup olmuş bakışlarım
Hadi baştan
Aldım, verdim, ben seni yendim…
Yen-dim…
Yen-dim…
Ye-nil-dim…
Bu sefer vurgulu çıkıyor her hece
Yankılar zihnimin kıvrak koridorlarında:
Dim, dim, dim…
Ye-nil-dim…
Zamana yolcuğa göz kırpıyor anılar
Rafların tozundan nasipleniyor başımdaki kır saçlar
Açığa çıkıyor defteri kapanan hesaplar
Alacaklıyım aslında her karesinde
İstemekten de yorulmadım her seferinde
Lakin,
imtihanlar kuşağı hemhemesinde
Nuh’un (AS) nidasına kardeş bir serzenişle
“Mağlup oldum Ya Rabbi!” ile benzer bir nefesli beste:
Yenildim…
Yunus (AS) gibi bir kaburga presinde
Sesim zamanın dalgalarına karışıyor
Kendine zulmetmenin inkisarı hücrelerimde
Sesim beden kuyusundan dışarı sadece
Üç heceyle atabiliyor kendisini, alelacele
Yenildim, yenildim, ye-nil-dim…
Neden mi bu kendime adım sayış
Neden mi bitmek bilmeyen bu arşınlayış
Çünkü, çünkü…
Sefinemi yağmaladı zamanın bedevileri
Yağmaladılar acımasızca, dünya dilencileri
Hayırda yarışmaktı ziyneti oysa
Yolcularımı savurdu dalgalar
Herkes can telaşında
Canan telaşında, evlât arayışında, hayat kavgasında…
Nehir mi desem deniz mi
Yoksa bir okyanus mu düşülen
“Ol” emrini kuşanmış bir omuz edasında.
Kıyıya uğurluyor sefinemin emanetlerini
Üzmüyor, dağıtmıyor bedenlerini
Şecere-i yakte doğru itiyor takatsiz tenlerini
Ben, ben ise…
Elimi Arşa kase yapmış, seyirdeyim
Yüreğim emanetler kadar, parça parça.
Nükseden hastalıklar bünyemde hapis
Zerkedilen zehirler cüssemde hapis
Uyumayan dertler, müptelâm
Zihnim, kalbim hep uyanık, abdestim hapis…
Sefinem tamamen selamete erene kadar can, can ise tende hapis
Izdırabım ızdırar ile kardeş
Dualarım felâhın kapıcısı
Ferec ve mahrece kapı aralığı gözlüyor gözlerim
Derdimin adı belli: Sefinem
Seferin Sahibi (CC) belli, duam tek sermayem
Ve dilimde o üç hece
Ye-nil-dim…

Ceylan Güriçin

Hindiba (Gidenlere) / İbrahim Sayar

Elinde ak saçı, gökte nazarı

Güneşten kaküller biçmeye gitti

Umuda bırakıp kör intizarı

Yeni hayallerle uçmaya gitti

Ardına alarak deli rüzgarı

Suyun ötesine geçmeye gitti

Köklerini esir alan diyarı

Bırakıp zulümden kaçmaya gitti

Unutmadı  hayat veren pınarı

Bir daha suyundan içmeye gitti

Geride bırakıp anayı, yarı

Uzak diyarlara göçmeye gitti

Bilerek bekleyen garib mezarı

Gurbete tohumlar saçmaya gitti

Verebilmek için yine baharı

Sapsarı çiçekler açmaya gitti.

İbrahim Sayar

Kalem Ve Kağıdın Dansı / Sinem Der Ki

Bazen sessize almak isterim dünyayı.
Geride bir tek dalga sesleri olsun kulaklarımda.
İçimi susturmak isterim.
Bütün seslerden uzak, sessizliği düşlerim.

O vakit sakinlemek istesem bir gölge altında,
O gölgelik, muhakkak benim defterim olur..
Kalem nefesim olur, kağıt gökyüzüm .
Kaçarım dışımdan, içime taşarım.
Yazarım arz-ı hali yağmur yüklü bulutlara usulca.
Bembeyaz bir sayfa gibi olsun isterim.
Derin bir nefes gibi içime çekerim göğü.
Kendimle konuşur, kendimi dinler,
Kendi kendimi iyi ederim.
Bir kırık kol gibi, tam kırılan yerinden birleştiririm kırık kalbimi.
Kırılırken sessiz, birleşirken sessiz olan kalbimi.
Satırların arasına sarar sarmalarım.
Sonrasında bir parça his kaybına uğrasa da iş görür.
Eskisi kadar kucaklamasa da dünyalıları, bakanlar her daim güler yüz görür.
Kalbim,
Yoruldukça bu dünya telaşında,
Azala azala çoğaldıkça,
Ve söylenmedikçe dingin bir melodi dudaklarda,
Sessizlikte huzur buldukça,
Hep kalemi yâr eder yanına,
Kelam kifayetsiz kaldıkça,
İnsana hasret ve/fakat insandan uzakta.

..

Bazen sessize almak isterim dünyayı,
Duyabilmek için göğsümün sol yanını.
O vakit tek yoldaşım olsun isterim
Kalem ve kağıdın eşsiz dansı.

Sinem Der Ki

Yolculuk / Yaşar Beçene

Bu ıssız yerlerde ıtır kokusu
Apansız rüzgârın önünü keser
Bak çoktan bölünmüş ayın uykusu
Kayan yıldızlarda sırlı her haber
Bu ıssız yerlerde ıtır kokusu

Ah yorgun ah bezgin kaldığın anda
Hadi der mırıldar narin bakışlar
İfritten karanlık ne arar suda?
Güneşin kalbine sırlı akışlar
Ah yorgun ah bezgin kaldığın anda

Kavuşma hayali düşer dallara
Ha güldü gülecek açan tomurcuk
Gölgede yaşama kendini ara
Bir vakit ansızın biter yolculuk
Kavuşma hayali düşer dallara

Yaşar Beçene

monachopsis / Farzımuhal


“Daha senden gayrı aşık mı yoktur

Nedir bu telaşın vay deli gönül”

Ruhsati

gözlerinde buğulanmış yolculuk telaşıyım şimdi

perdedarı olduğum tüm umarsız vedalar adına

baharı bekliyorum

bekliyorum

bekliyorum

bekliyorum

(gülümser miyim)

gülüm der miyim

belki

gülü vermeyim

gülü dermeyim

dalında daha özel

dalında daha güzel

bu sevgi

aksanlı şiirlerde tuz lekesi

hasret ten kokusu mintana sinmiş

(bahar gelmiş

koğuşa da bahar gelmiş)

koğuşa onlar gelmiş

bildin mi kalbi şiveli

ne ara kasım gelmiş

ne çare kasım gelmiş

bahçeye bakasın gelmiş

bakmışsın bahar gelmiş

cemre toprağı delmiş

kasım gelmeden gitmiş

ne ara bahar gelmiş

ah yare bahar gelmiş

kim gülmüş

kim beklemiş

kim güne yaş eklemiş

kim güle yaş eklemiş

kim yanmış küle benzemiş

mona roza

kim demiş

mona roza değil

monachopsis

WordPress.com'da bir web sitesi veya blog oluşturun

Yukarı ↑