Ağırdır Taşlar Azizdir Harfler / Cihangir Asyalı

“İnsanlar kısım kısım, yer damar damar”dır. Kimilerikimilerine üstün kılınmış. Böyle olunca, bilim, sanat, edebiyat, spor ve liderlik gibi insanı meşgul eden her alanda öncü ve seçkin nice kimseler ortaya çıkmış. Bu kimseler yaşadıkları topluma ve insanlığa değer üstüne değerler katmış, buna mukabil de ilgi görmüş, hayranlık uyandırmıştır. Kimi yerde bir şehir, kimi yerde bir millet ve hatta bütün bir insanlık onlarla onurlanmıştır. Onlar göz kamaştıran mücevherat gibi hep başlarda taşınmış, el üstünde tutulmuş ve tutuluyorlar.

Nasıl ki elmas, yakut ve zümrüt gibi mücevher taşlar,rengiyle, zarafetiyle, sağlamlığıyla ve az bulunurluğuyla hep elden ele, gönülden gönüle dolaşıp duruyorsa, şarkılara, şiirlere konu oluyorsa, meşhur kimseler de benzeri bir sevgi ve sempati seliyle karşılaşıp dururlar. Onların söz konusu olduğu yerde diğerlerinin adının bile anılmaması, evet, insanın tasnifçiliğiyle alakalıdır. Çoğu zaman, insan, ölçüyü tutturamayıp yüceltmeyi de küçültmeyi de abartır. Çünkü insandır.

Hâl böyle olunca, düşüncenin nabzını tutan şairler, bu durumu eleştirmeden edemezler: “Yalnız değerli taşlara değil ama uzun taşlara ve kalın taşlara ve yüksek taşlara ve yassı taşlara ve yuvarlak taşlara ve sivri taşlara da sahip çık konuştukları zaman. Ağırdır Taşlar” (Peter Laugesen)

Hâlbuki insana yapılan taksimatta değerler madden ve manen öyle bir dengede dağıtılmıştır ki sağlıklı bir düşünceyle herkes kolaylıkla eşitlenebilir. İhtiyaç noktasından bakınca, “Eczay-ı cihan cümle birbirine muhtaç”tır mesela. Evet, antika ile demir elbette bir değildir; fakat demirin lazım olduğu yerde de antikanın esamesi okunmaz. Ekmek ustası ile besteci, inşaat ustası ile şair, dokumacı ile düşünür yer değiştirdiğinde, ikinciler birincilerin yerini dolduramaz. Böyle olunca, her insan kendi alanı çerçevesinde bir antika veya mücevher konumuna yükseliverir; bulunduğu noktada saygıyı ve hürmeti hak eder.

Her insanın doldurduğu bir yer ve değer mutlaka vardır. Öndekilere nazaran ortada ve sonda bulunan ve de böyle olmakla önemsiz addedilen kişiler de kendi bulunduğu evrenin merkezi konumunda olabilir. Bir anne, bir baba, bir eş, bir evlat, bir kardeş ve bir arkadaş olarak boşluğu başkası tarafından doldurulamayan değerlerdir onlar da. Bu sebeple saygıya, hürmete ve muhabbete layıktırlar. Kulak vermelidir konuştukları zaman. Kıymet vermelidir çalıştıkları zaman. Selam vermelidir karşılaşıldığında; zira bir ağırlığı vardır onların da, “düştüğü yerdeki ağırlığı gibi taşın”

Ama insanız işte. Marifet iltifata ya da “iltifat marifete tabidir” ilkesince, marifet gösteren kimselere saygıda kusur etmeyiz kolay kolay. Şair, yazar, sanatçı, bilge ve ilim erbabı kimseler söz konusu olduğunda onlara iltifat etmekten, onları hürmetle başköşeye oturtmaktan geri kalmayız. Elbette böylesi lazımdır da; fakat işte bu durumda da ölçü şarttır. “Onlar A,B,C/ Çalımla kurulurlar başköşeye/ Alfabenin son harfleriyiz biz/ u,ü,v,y,z/ Kısık seslerimizle/ Biçare serçeleriz.”(Ali Akbaş)

İki grup vardır ki onlar kestirmeden ve ekseriyetle, taşıdıkları herhangi bir üstün değer olmadan öne çıkar ve başköşeye kurulurlar. Hem öyle bir kurulurlar ki bir daha o mevkiden hiçbir zaman inmek istemezler. Tepeden tırnağa bütün herkese hâkimiyet kurdukları için onların nazarında değerin ölçüsü de bozulur. Ancak ve ancak kendilerine faydalı olan, yakın duran, hürmet gösteren, itaat eden ve boyun bükenleri iltifata layık bulurlar. Bulundukları yerde kaldıkları müddetçe de millete kan kusturmaktan zevk duyarlar. “V. Ne vakit ölür? Ölse de kurtulsak. Ama V. Ölürse Y. Var. Ona ne vakit sıra gelir? Hadi Y. de öldü diyelim, Z. Ne olacak? Peki, ya A.,B.,C.? Onlar yetmez mi insanlara ölüm kusturmaya? Bu zorbaların arkası alınabilir mi?” (Salah Birsel)

Servet dışında herhangi bir vasfı olmadan önde konumlanan bir diğer grup da zenginlerdir. Onlar da derecesine göre bir küçük köyden başlayarak ta metropollere uzanan ölçekte tıpkı siyasiler gibidirler; lakin onların ömrü daha uzun, güçleri daha kuşatıcı, elleri uzundur. İstisna olarak onların içinden de seçkin kimseler çıkar; fakat varlıklarını borçlu oldukları değerleri çiğneyenler çoğunluktadır.

Evet, gerek taşların gerekse harflerin diliyle okunsun, fark etmez, insan ve değer görecelidir. Görünen ve görünmeyen, bilinen ve bilinmeyen, madden ve manen her değer, bakan göze göre değişir. Mesela kimi harfler hem ünlü hem de seslidir. Sesi çokça çıkan ve ünlü olan o harfler azınlıkta, sessiz ve ünsüz olanlar ise çoğunluktadır. Kimi alfabelerde bir iki tane ünlü harf varken kimi alfabelerde ise hiç ünlü yoktur. Ünlülerin ya da seslilerin az olduğu alfabelerde, ünsüz ve sessizlerin yardımıyla ses üretilir, bir nevi meşveret ve demokrasi gibi. Zaten onlarda önemli olan, ün ve ses değil mânâdır.

Fakat kimi alfabelerde sesli harfler o kadar önemlidir ki onlarsız sessiz harflerin konuşabilmesi mümkün değildir. Dudak harfleri denilen “b” ve “m”’ye baktığımızda, sanki onlar tutsaktırlar. Sesleri kısılmış, lâlüebkem kesilmişlerdir; fakat aralarına konulan bir “o” ve “a” ile bomba tesiriuyandırırlar. Bu deneyim sair harfler için de geçerlidir. Görülecektir ki sessiz harfler, sesli harfler olmadan, adeta yaşayan ölüdürler. 

Tam tersi düşünülecek olursa, ünlü harfler içinde benzeri bir durum geçerlidir. Sessiz harfleri ortadan kaldırdığımızda, sesli harflerin, yabansı ve ilkel bir varlığa büründüğü, anlamlarının daraldıkça daraldığı hatta bitip tükendiği görülür. Aa (şaşkınlık,) ee (merak,) oo (hayretli sevinç,) öö (korkutma,) uu (hayranlık,) üü (ağıt…) Bu sebepledir ki, sesli ve sessiz (ünlü ve ünsüz) bütün harfler, cevher veya sıradan taşlar, biri daima diğerine lazım ve muhtaç olarak saygı, sevgi ve hürmete layıktırlar. Yine de ölçüyü tutturmak hassasiyet gerektirir.

Rüya 2 / Emin O. Uygur

İçten içe dua etmeye başladı. Ama ne dediğini tam olarak kendisi de bilmiyordu. Tek bildiği çok çaresiz olduğu ve bunu Allah’ın da bildiği idi. Bir süre sonra sakinleştiğini hissetti ama ağlaması devam etti. Bir süre böyle geçti. Gözleri kapalıydı ve zaten her yer karanlık idi. Başını hafif yukarı kaldırdığında göz kapaklarında hafif bir aydınlık hissetti. Önce ellerini ile gözlerini kapattı. Açılsın istemiyordu. Biraz önce gördüğü korkunç manzaralar ile bir daha karşılaşmaktan korkuyordu. Ama yine merakını yenemedi ve göz kapaklarını hafif aralayıp parmaklarının arasından etrafına baktı.

Parlaklık üstten geliyordu. Karanlığın içinde çok güçlü bir lamba gibi yanan cisme baktı bir süre. Ürperdi ve biraz da ümitlendi. Kendini topladı, ışığa bakmaya devam etti. Başını yere indirmiyor, ışıktan başka bir şey görmek istemiyordu. Bu ara ışık arttıkça arttı, yayıldı, her yeri kapladı. Karanlık yok oldu. Ellerini gözyaşıyla ıslanmış yüzüne sürdü. Ayağa kalktı. Etrafına baktı. Biraz önce gördüğü korkunç manzaraların hiçbiri yoktu artık. Ne önde uçurumlar ne yanda mezarlar veya korkunç mahluklar…

Her şey çok değişmişti. Gökyüzüne baktı tekrar. Havada uçan kitapları gördü. Gözünü yere çevirdi sonra tekrar havaya baktı, yine aynı şeyi gördü. Farkı renklerde farklı boylarda kitaplar uçuşuyordu.  Etrafına göz gezdirdi. Ağaçların koca dallarında açan yapraklar ve çiçekler de birer yazı birer kitap gibi duruyordu. Yerde farklı renklerde çiçekler olduğunu fark etti. Artık normal gördüğünü düşündü o an. Eğildi bir çiçek aldı ama çiçek de içinde farklı yazıların olduğu bir sayfaya dönüşüverdi.

Bu durum hoşuna gitmişti. Koşmaya başladı. Dakikalarca koştu. Bir yerde durdu, ileri baktı; vadinin tam ortasında akan nehrin kıyısında insanlar vardı. Önce endişe etti ama manzaranın güzelliği endişelerini gidermeye yetti. Yavaş yavaş ilerledi. Nehrin serinliği ve güzelliği göz alıcıydı. Ağaçların renkleri, güneşin parlaklığı içine hiç olmadığı kadar bir ferahlık verdi.

eminou

devam edecek…

Rüya / Emin O. Uygur

  1. Bölüm: Rüya

Her yer karanlıktı. Etrafta kimse yoktu. Yine de birkaç defa bağırdı sesini duyan olur diye. Ancak nafile… Kaçmak istedi, ama hiçbir yeri görmüyordu. Çok korktu. Cep telefonunu çıkardı, bir tanıdığını aramak istedi ama telefonun şarjı az kalmıştı. Işık çok zayıftı, ama yine de iş görür diye düşündü. Ön tarafa tuttu telefonu. Bir iki metre kadar önünü görebildi. Manzara çok kötüydü. Bir uçurumun kıyısındaymış gibi geldi. Karanlıkta gözlerini kısarak baktı. Uçurumun kenarında o ana kadar hiç görmediği canlıları fark etti. Korkusu daha da arttı, kalbi küt küt atmaya başladı. Görmemek için telefonu başka yöne çevirdi. Bu sefer de eski bir mezar göründü gözüne. Yine dehşete kapıldı. Bazı film kareleri geldi aklına. Elleri titriyordu. Telefonun ışığını zorla kapattı. Anlam veremedi olanlara. Düşünmekte de zorlanıyordu artık. Karanlık korku dolu bir perde olmuştu. Çok korkuyordu, ama merakını da yenemiyordu. Bir daha deneyecekti. Telefonun ışığını tekrar açtı ve başka bir yana tuttu ışığı. Bir anda üzerine doğru gelen korkunç bir yüzle karşılaştı. Yüz karanlıklar içinde mavi ve kırmızı bir görüntü çiziyordu. Yere kapandı, gözlerini kapattı. Bittim artık ne olacaksa olsun dedi içinden. O sırada çocukluk günlerindeki duyduğu bir ses geldi kulağına. Anneannesinin sesi idi bu. Allah’ın her şeye gücü yeter, ne zaman sıkılsam ona dua ederim.

İçinde bir ferahlık hissetti o an.

eminou

devam edecek…

Cide Papazı Yakalandı / Gökhan Bozkuş

Art arda kelimelerle daha doğrusu etiketlerle başlamak istiyorum yazıma. 

Hain, terörist, anarşist, affedersiniz ermeni, satılmış, papaz, kominist, ermeni dölü vs vs…
Aşağıda yakın tarihimizde yaşanan gerçek bir hadiseyi size aktarmadan önce öteki olarak görülen kesimlere yapıştırılan etiketleri yazmak istedim önce. Ve bu etiketler hiç eksik olmadı tarihimizde. Ötekinin hikayesi hiç bitmedi aslında. Her zaman birileri öteki oldu. Makamları ne olursa olsun linç edildi o ötekiler. Sabahattin Ali, Nazım Hikmet, Refik Halit, Rıfat Ilgaz… Şair, yazar, devlet adamı fark etmez… Eğer mevcut düzenden farklıysanız sizin alnınıza muhakkak yapışacaktır ihanet etiketi. Bugün alkışladığımız eserlerini okuduğumuz, hayırla yad ettiğimiz nice isimler vardır ki kendi dönemlerinde hayat onlara zindan edilmiştir. Yer yer o isimlerin hayatlarına dair yazılar yazmak istiyorum. Sizleri yaklaşık 40 yıl öncesine Cide’ye götürmek istiyorum.  12 Eylül darbesi olmuştur. Sessiz sedasız geldiği Cide’de yaşayan Şair Rıfat Ilgaz’ın kapısı bir gece askerlerce çalınır. O sırada çalışma masasında Yıldız Karayel isimli romanını yazmakta olan Ilgaz, kalkıp kapıyı açınca karşısında bir yığın mavi berelinin ellerinde silahlarla dikildiğini görür. Bu 1981 yılının 29 Mayıs gecesidir. “Rıfat Ilgaz’ın evi burası mı?” sorusundan sonra mavi bereliler hemen evin içine dalıp yalnız kitap ve gazete müsvetteleriyle dolu odalara dağılırlar. Biraz sonra keskin bir emir gelir; “hazırlan albaya gideceğiz” 70 yaşındaki ihtiyar yazarın son gözaltısı işte böyle başlar. Fakat o, ta 1940’lardan alışıktır ve deneyimlidir bu ani sorgusuz sualsiz gözaltılara. Onun için önce pijamalarını, üstüne kışlık elbiselerini ve montunu giyer.
İhtiyar şair önünde ve arkasındaki postal sesleriyle aşağı indiğinde evin askerler tarafından sarıldığını dehşetle görecektir. Evinde kitaptan başka bir şeyi olmayan ihtiyar bir adamı gözaltına almak için neredeyse bir manga jandarma gelmiştir. İhtiyar şair, bunun basit bir gözaltı değil bir operasyon olduğunu o zaman anlayacaktır. Kendisi alınarak Cide halkına da gözdağı verilmektedir.

Götürüldüğü karakolda kendisi için söylenen “Cide’nin baş papazını yakaladık” lafları kulağına çalınır sık sık. 12 Eylül öncesinde Cide’de tek bir dikkat çekici olay yaşanmamış, kimsenin bir olaydan ötürü burnu bile kanamamıştır.
Bir er gelip şairin gözlerini bağlar sonra hiç yaşına başına bakmadan onu ite kaka bir koğuşa sürükler. Kollarını kaldır, ayaklarını aç emirleri çınlar ortalıkta, bunları istenildiği gibi beceremeyen Ilgaz’ı, genç er azarlar ve ayaklarını tekmeler. Fakat ayakta duramayacağını anlayan Ilgaz, gözündeki bağcığı sıyırır ve gidip bir yatağa oturur. Ere de “İstediğini yap ama beni buradan kaldıramazsın” der. Bunun üzerine er gidip onbaşıyı çağırır, onbaşı; “Kalk, herkes gibi sen de dikil” diye buyurur. Ancak Ilgaz inatla yaşından dolayı ayakta duramayacağını söyler, böylece onbaşı da geldiği gibi gider.
Çok sonra yan koğuşlardan bir genç kızın sorgusunu duyar Ilgaz; komutan sormaktadır, “Rıfat Ilgaz’ın kitaplarını kim verdi sana. Kimden aldın?” Cevap “Kitapçıdan” olmuştur. Oysa İNSAN HİÇ KİTAP OKUR MU? (Hükümet Kadın 2 filminden bir replik)  Büyük suç!
Gece yarısı yeniden postal sesleri, silah takırtıları arasında bir er, gözleri bağlı Ilgaz’ı dürter,”Yürü gidiyoruz”. Böylece Cide’den Kastamonu mezbahalarına doğru yolculuk başlar. Gözleri bağlı olsa da Ilgaz çevresini bağcığın altıdan az çok görebilmektedir. Bahçede hava albayı, sağ yanında belediye başkanı, sol yanında bir ağa…
Ilgaz bir uzatmalı çavuşla arabaya bindirilir. Omzu üzerinden geride kalan ağalara, beylere bir göz atar. Hepsi de “Bayram namazından çıkmış kadar keyifliydiler. Ya da bir düğün şölenindelermiş gibi… Ağızları kulaklarında.” Onlar gözaltına alınanların Cide’ye yol ve liman istediğini biliyorladı. Ve bütün bunlar onların çıkarına dokunuyordu.

Rıfat Ilgaz başta olmak üzere Cide aydınları ilçenin gelişmesi için yol ve liman istmekteydiler. Buna karşı çıkan ağalar tutuklulara bakarken işte bu yüzden utku içinde şişinmekteydiler. Ilgaz ve yanındakileri Kastomanu’ya sorguya götürülür. Sonra da o günlerde kullanılmayan Et Balık Krumu’nun mezbahalarında konaklama yapılır. Böylece çengellere hayvanlardan önce insanlar asılır. Burada da sorular yinelenir, “Adın, soyadın, babanın adı, doğduğun yer”. Ilgaz’ın cevabından sonra yine sorar, “Suçun”. Ilgaz şaşırır. “Bunu sizin bilmeniz lazım” der ben nereden bileyim, “Olmaz bir şey yazmam lazım” der katip. Bunun üzerine biraz düşünen Ilgaz o günlerin en korkutucu suçunu söyler; “Yaz. Sosyalist”.
Ve sonra yine emirler “Kaldır kollarını. Aç ayaklarını”. Yaşlı yazar her seferinde büyük bir çaba ve hüzünle istenilenleri yapar. Ardından Kastomonu mezbahasına tıkarlar hepsini. Orada ihtiyar yazar oturacak olur, bir ses gelir “YASAK”. Ilgazla gelen tutukluların diğer bir özelliği de, hepsinin beylere ağalara karşı halkı tutan, adil, dürüst memur ve aydınlar olmasıdır. Yanı sıra köylüler ve öğrenciler ve işçiler de vardır.
Bir er, oturmasına izin verilmeyen ihtiyar yazarın yanına gelir, “Amca benim nöbetimde oturabilirsin. Gözlerini de aç istersen” der. Sonra inanamaz bir bakışla Ilgaz’ı süzerek “Amca senin yazar olduğunu söylüyorlar doğru mu” diye sorar. Sonra ekler, “Aklım ermiyor. Bu kadar kitabın var da, seni neden getirdiler?” Bir süre tutuklu kalan 70 yaşını geçmiş olan yazar daha sonra serbest kalır.Romanını yeniden yazmaya döner ama, “Üzerinden çok şeyler, jipler, cemseler, sorgular, cezaevleri, hastaneler, mavi bereliler” geçmiştir. Bugün Rıfat Ilgaz denince hemen hemen hepimizin aklına Hababam Sınıfı gelir. Defalarca izlediğimiz o filmlerin yazarı Rıfat Ilgaz’ı oğlunun dilinden dinleyelim.

Hababam Sınıfı” romanının hikayesi;
“- Ben Aksaray’daki Pertevniyal Lisesinde okuyordum. Her okul dönüşünde babam okulda ne yaptıklarımı sorar, ben de o hoca bunu, öteki hoca şunu, biz bunu yaptık diye anlatırdım. Baban o zamanlar takma isimle yazıyordu. O da ertesi günü bunları başka isimler kullanarak, sütununda “Hababam Sınıfı” diye anlatırdı. Kimse benden şüphelenmezdi. Babam aslında bu romanında Türkiye’de o devirdeki sınıf ayrılıklarına dikkati çekmek istemişti.. Biz sinemada hep komik hallerini gördük, komedi gibi izledik. Ben 7 yıl Amerika’da okudum, THY’nda çalıştım, çok olaya tanık oldum. Babamın yattığı bütün hapisaneler bugün kültür evi, müze oldu. Cide’yi çok severdi. Zaten İstanbul’dan sonra oraya gidip yerleşti. Babamı çok göremedim yaşarken. Bunları onun oğlu olarak söylemiyorum. Onlar çok zor dönemler geçirdiler. Babam sadece bir Karadenizli değil, bütün dünyayı yazardı. Karadeniz kadınının cefakarlığını anlatırdı kitaplarında. Dünyada bir savaşta tek korsanlık yapan Cideli Rahime kaptanın öyküsünü, Halime Kaptan adıyla yazmıştı. Babam 12 Eylül’ü 70’Li yaşlarında yaşadı. Her zaman “ silahla devrim olmaz” derdi. Tek derdi pisi pisine ölen çocuklardı. Eğitimsiz bir toplumun kaleleri fethedemeyeceğine inanırdı. Kültür olmadan, değişim , yenilik olmaz.. Babam Sivas’ta Madımak otelinde yakılarak ölen Asım Bezirci’nin acısına dayanamadı ve onun cenazesi kalkmadan öldü.. Ölmeden önce bana şunu söylemişti. “Firavunlar yıllar önce tabletleri kırdı.. Hitler kütüphaneleri yaktı.. Ancak kimse aydınlarını, yazarlarını bir otele kapatıp, onları canlı canlı yakmadı”.. Siyasi düşüncesi ne olursa olsun, babamın ölümünden sonra aklımda tek kalan “devrim” kelimesiydi. Babamın yaşamı “Sınıf”la başladı.. Hababam Sınıfı’yla nerelere geldi..

Bugünlerde hasta tutukları, parçalanan aileleri, mesleğinden atılan öğretmenleri hepimiz biliyoruz ve bizzat yaşıyoruz da. Rıfat Ilgaz’ın hayatında yıllar önce bugün yaşanılanları görmemiz mümkün. 
1944’te ocak ayında “Sınıf” adlı şiir kitabı yayınlanan ve kapağı da kırmızı olan Rıfat Ilgaz’ın bu eseri toplatılır. Hasta olmasına rağmen 6 ay hapse atılır. Hapishaneden çıktığında hem öğrenciliğini hem de öğretmenliğini kaybeder. (İLK KHK’lılardan diyebiliriz) Sağlığı bozulur ve Heybeliada Senetoryumu’na yatırılır. 1946’da öğretmenliğe kısa süreliğine dönse de 1947’de bu şansını da tamamen kaybeder, mesleğinden olur ve senetoryuma yatma hakkı da kaybolur. Eşi Rikkat Hanım’dan 1949 yılında ayrılır ve o süreci şöyle anlatır:
“Rikkat Hanım’dan 1949 yılında ayrıldılk Benim yüzümdem işinden olmaması ve çocuklarımızın zarar görmemesi için anlaşarak ayrıldık. Öğretmenlikten çıkarılmıştım, iki de bir kovuşturmaya uğruyordum. Adım komüniste çıkmıştı. İzleniyordum. Yerim yurdum ne olacağım belli değildi. Üstelik verem gibi bulaşıcı bir hastalığım vardı. Bütün bunların eşime de zarar vereceğini, bir gün onun da işinden atılabileceğini düşünüyor, çocuklarım için de kaygılanıyordum. Ayrılmamız bundan oldu.” Ne ilginç değil mi… Her dönem bir etiket buluyoruz ve bizden olmayana yapıştırıyoruz. İrticacı, Fetöcü,Kominist, Hain, vs vs…

Dün etiketlenmiş olup zulüm üzerine zulüm görmüş olup da bugün benzer acılara maruz kalmış olanlara karşı sessiz kalanlar ise zannediyorum tarihimizin en büyük garebeti içindeler. Dün Rıfat Ilgaza yapılanlara üzülenlerin bugün tertemiz bir esnaf olan 81 yaşındaki Yusuf Pekmezciyi görmemesi kadar büyük bir garabet olamaz.

WordPress.com'da bir web sitesi veya blog oluşturun

Yukarı ↑