Tespihim Sende Kalsın Akrem 5.BÖLÜM / Gökhan Bozkuş

5.Bölüm FERYAT EDEN ANNE

Bizi bugün başka bir bölüme götürdüler ve orada bütün parmak izlerimizi aldılar. Normalde parmak izi alınanlar bir gün sonra serbest kalıyorlar ama yarın pazar olduğu için bir gün daha buradayız. Muhtemelen pazartesi öğleden önce çıkarız ve siz de en geç salı günü çıkarsınız, dedi Naim Abi. Türkiye’den gelen göçmenlere özel bir durummuş bu. İleride değişir mi belli olmaz ama şu anda en fazla dört gece misafir ediliyormuş burada. Diğer ülkelerden gelenlerse aylarca burada tutuluyormuş.
Koğuşun içi iyice kararmıştı. Sadece koğuşların arasında bulunan koridorda ışık vardı. Ve büyük bir televizyon… Yunanca olsa da dili, çocuklar için televizyon televizyondu. Demir parmaklıkların bu tarafında, ayakları ranzalardan aşağı sarkan farklı milletlerden, farklı renklerden çocuklar … Onların gözleri televizyon ekranında ve benimse gözlerim tam karşıdaki duvarda.


Ben resme dalmışken bir gürültü oldu aniden. Hepimiz kapıya doğru bakıyorduk. Belli ki yeni gelenler vardı. Ve vakit geceye yaklaşıyordu. Biz geldiğimizde gündüz olmasına rağmen çok korkmuştuk. Şimdi gelenler kim bilir neler hissediyorlardır diye düşünürken birkaç saniyede koğuş kapısının orada olmuştum. Evet gelenler de Türkiye sürgünleriydi. Üç kadın, beş erkek bir de küçük bir prenses… Koğuştakilerin çoğu uyuyordu. Ve bu saatte yatakları düzenlemek, gelenleri özellikle aile olanları aynı ranzaya yerleştirmek epey zor olacaktı. Ben ve Mehmet hızla ranzaların üzerine çıktık ve karanlıkta bir o tarafa bir bu tarafa atlayarak boş yerler aradık. Bizim ranzanın iki yatak solunda kalan gençlere yaklaştım ve beden dilimle yardım istedim. On beş, on yedi yaşlarında tertemiz simaya sahip olan birinin kendisinden yaşça büyük olanla tartıştığını fark ettim. Ve onları anlayabiliyordum. Çünkü Kürtçe konuşuyorlardı. O an nasıl mutlu oldum anlatamam. Xalo dışında Kürtçe konuşan birilerinin olması güzel bir duyguydu. Uyanan arkadaşlarını uyandırdılar. Ve birkaç dakika içinde yeni gelen arkadaşlara yer bulduk. Kadınlar alt ranzalarda erkekler üst ranzalarda…

Ertesi Gün (8 Ekim Pazar 2017)


Yuvarlak sert bir ekmek, meyve suyu ve reçel … Sabah kahvaltımızı ranzaları üzerinde yan yana sıkışarak yaparken tanıştık gece gelenlerle. Komiser, polis, gazeteci, esnaf, öğretmen… Her birimiz yıllarca hizmet etmek için gecesini gündüzüne katan insanlarken şimdi bir mülteci kampında yan yana özgürlük hayalleri kuruyorduk. Amin Maalouf’un Empedokles’in Dostları kitabında, “Evvel zaman içinde bir gün insanlık bölünmüş. Bazıları, yeni bir site inşa etmeye giden göçmenler gibi ayrılmışlar. Diğerleri kalmışlar. O zamandan beri birbirine paralel iki insanlık vardır. Biri ışık içinde yaşar ama gölge yapar. Diğeri ise gölgede yaşar ama ışık taşır. Her biri kendi yolunda ve kendi ritmince ilerlemiştir…” dediği gibi bir şey oldu. Komiser Hamza Bey eşinden sırt çantasını rica etti ve kâğıt kalem çıkardı. Madem ki burada sınırlı kalacağız ve hepimiz birkaç gün sonra çıkacağız o zaman burada bizden daha fazla kalmış ve kalacak olanlar için bir şeyler yapalım, dedi.

Kahvaltıdan sonra bomboş kalan yatağın üzerine herkes çantasından bir şeyler döktü. Yol azığı olarak ne koymuşlarsa çantalarına… Kuru yemiş , çikolata , elma, muz vs vs… Yatağın üzerinde epey yiyecek birikmişti. Üç gündür çay içmeyen benim gibi çay tiryakisi birisinin ilgisini en çok da hazır çaylar çekmişti. Ah ketıl olsa da çay içsek ve buradaki herkese çay içirsek dedim ki sözü ağzımdan aldı Naim abi. Var hocam, olmaz mı… Hatta bazıları içti de ama hepsine yetecek ne çayımız ne bardağımız vardı. Ama şimdi var. Hem yeterince bardak hem de çay vardı. Koğuşun kapısının yanında dış tarafta bir telefon ve telefonun yanında da priz vardı. Orada suyu ısıtıp sırayla herkese çay içirecektik. Bu fikir bile yorgunluğumuzu azaltmıştı. Biri ışık içinde yaşar ama gölge yapar. Diğeri ise gölgede yaşar ama ışık taşır, demişti ya Maalouf… Aynen öyle. Bu koğuş karanlık olabilirdi, ağlayan bebekler, bilinmezliğe kayan bakışlar olabilirdi ama hepimizin yüreğinde kanatları hiç durmayan bir umut kuşu vardı. İngilizcesi olanlar ile Emir Bey, Mustafa Bey ve Mehmet Kürtçesi olanlarla da ben ve Naim abi irtibat kuracaktı. Arapça konuşanlar ile de irtibata geçtiğimiz Suriyeli Kürtler irtibata geçecekti. Bu şekilde koğuştaki çocuklara kadınlara meyve, çikolata, kuru yemiş ve çay götürebilecektik. Benim dün geceden kalma bir teşekkür borcum vardı. Yan tarafta bulunan gençlere yaklaştım ve avucumdaki yemişleri uzattım. Dün gece için teşekkür ettim. Uykularını bölmüş, yerlerinden etmiştik. Ülkelerinden olmuşlar için yatak değiştirmek çok zor bir şey olmasa da fedakarlık, fedakarlıktı. Akrem ile orada tanıştım. Gece tartıştığı , ikna etmeye çalıştığı kişi abisiymiş. Aşağıda ranzadaki yaşlı kadınlardan birisi annesi diğeri de halasıymış. Babaları , Amcaları ve ablaları Şengal’de kalmış.
Namazı kıldığımız ranzalar koğuşun en arka tarafında köşedeydi. İmam biraz öne doğru, cemaat de arkada dört ranzada namaza durduk. Namazdan sonra ellerimizi açmış dua ederken Xalo’nun ailesinin kaldığı taraftan, alt ranzadan ağlayan bir kadın; duvar, kapı görevi gören battaniyeyi sıyırdı ve bana yalvardı. “Ne olur dua edin. Bebeğime dua edin…” Konuştuğu lehçeyi anlamakta zorluk çeksem de ağlaya ağlaya kurduğu cümlelerden “Seyda, zarokamın, dua” sözcüklerini anlayabiliyordum. Duamız bitti. Hepimizi çok sarstı o ağlamalar. Yerlerimize geldik herkes kendi ranzasının üzerinde öylece kalakaldı. O kocaman koğuşta küçük çocukların sesleri de dahil bütün sesler bir an durmuş ve sadece o kadın ağlıyordu. Dün gece de bir ağlama duymuştum, ülke özlemi diye düşünmüştüm. Belli ki ağlayan aynı kişi. Emir Bey yanıma gelerek, bir gitsek konuşsanız, dedi. Eşim çok üzülüyor, belki bir yardımımız dokunur. Aşağıya indim ve Emir Bey ile eşi de arkamdan geldiler. Xalo da oradaydı. Ağlayan kadın ise kendisini teskin etmeye çalışan iki kadının arasında saçını başını yolarcasına feryat ediyordu. Gözleri kan çanağına dönmüş, yanakları ise çizik içindeydi. Tırnakları ile çizmiş yüzünü. Kendisini kaybetmiş, cinnet geçiren bir kadının feryadı bütün koğuşta ve biz onu teselli etmeye gidiyorduk. Oysa kendisi ile aynı dili konuşanlar vardı sağında solunda. Ama denemeliydik. Xalo’ya sordum önce. Neden bu kadar ağlıyor, dua ettik ona ve edeceğiz de…
Xalo anlatınca öğrendik hikayesini ağlayan annenin…O bir anneydi ve ancak bir annenin acısından dışa vuran yansımalar olabilirdi bu feryatlar. Hepimiz daha Xalo anlatmadan anlamıştık bu feryadın annelikten gelen yönünü ama ortada bebek de çocuk da yoktu. Dua isterken de bebeğime dua edin demişti bu genç kadın. Halil Cibran’ın Kırık Kanatlar kitabında okumuştum “İnsanoğlunun dudaklarından dökülmüş ve dökülecek en güzel sözcüktür “anne” ve en güzel feryattır “annem” feryadı. Kalbin derinliklerinden yükselen, umut ve sevgi dolu, nahif bir kelimedir. Her şeydir anne; kederdeki tesellimiz, dertteki umudumuz, acizliğimizdeki gücümüzdür. Sevgi, merhamet, anlayış ve bağışlayıcılık kaynağımızdır. Annesini kaybeden daima koruyan ve kutsayan tertemiz bir ruhu kaybetmiş demektir.” Ama burada kaybedilen bir anne değil de bir bebekti. Xalo anlatınca öğrendik hikayesini ağlayan annenin…

Devam edecek…

Zamane Düşleri/ Yakup Kenan

Bir parça koptu ta derinlerde
Acı yok
Kan yok
His yok
Renk yok
Yokluğun en derin hali ses yok..

Toprağı kaydı hayalimdeki ormanın
Binlerce ağacın kökü parçalandı
Kimi devrildi
Kimi yuvarlandı baş aşağı
Kimi mezar oldu karanlığa
Kimi uçup gitti tohumlar saçarak..

Kaca koca yıldızlar kaydı gönül semamdam
Adı vatan,
Adı millet,
Adı milliyet,
Ne bileyim belki illet
Kimselerden kimse kalmadı içinde
Hepsi kayıp gitti bilinmeze..

Erkenci baharı soldu hevesimin
Bir avuç huzurdu özlemini çektiğim
Ellerimden savruldu
Sarardı
Karardı
Çürüdü
Ufalandı
Bir parça toprak oldu kaydı gitti
Adı her neyse ne
Ama o da bitti…

Bidayet aradım aynaya bakmadan
Yalandı sözlerin
Oysa inandım
Şimdi beni bir başıma bıraktın
Dedim ya aynaya bakmadan aradım
Ne kolay değil mi
Aldatmak
Aldanmak ne acı
Koparken bir parçası gönlümün
Şakaklarımda sancı
Ne tırnak var ne de et
Yalandı kandığım
Gerçek bu sefalet
Adı yoktu
Gölgesi soluktu
Uydurma bir kehanet
Boşu boşuna bekledik
Sanki doğacaktı adalet
Dedim ya aradığım var
Bidayet içinde hidayet
Aynaya bakmadan
Yoluna devam et…

Seni Ben / Gökhan Bozkuş

Seni ben öylece
Seni ben sessiz
Seni ben buğu buğu gözlerle
Seni ben uzun bir gece
Seni ben..
Yürümedim aldılar, aldılar

Devrilmiş bardaktan dökülen su
Kanayan deriden akan kan
Ve ellerinde bir çocuğun , bir tutam ot
Seni ben küçükken henüz
Seni ben alnımda yol yortusu
Bir bavula derinden akan
Seni ben…
Gidemedim aldılar, aldılar

Seni ben ey talihsiz
Seni ben ey kadim iz
Seni ben nesimiden geriye
Seni ben alev ve iki temmuz
Yanamadım aldılar, aldılar

Seni ben
Bir bir çift kundurada
Bir kaldırım üzerinde boylu boyunca
Seni ben şehri saran bir çatlakta
Giyemedim aldılar , aldılar

Seni ben bir güvercin tüyünde
Seni ben ürkek ve tedirgin
Seni ben biraz da umut içinde
Seni ben…
Tutamadım aldılar, aldılar

Tespihim Sende Kalsın Akrem / Gökhan Bozkuş

    Ekim ayının yedisi , cumartesiydi. Nezarethaneden çıkardılar bizi. Ömrümde ilk defa bir nezarethanede uyumuştum. O da Edirne’nin az biraz ilerisinde bir kasabada , sınırın diğer tarafında. O geceyi yazacağım ama şimdi Akrem ile tanıştığımız yere gidişimizi Akrem’i ve tespihi yazmak istiyorum. 

İngilizcesi olan arkadaşım Mehmet’in bize anlattığına göre nezarethaneden çıkan biz şimdi bir araçla bir kampa gideceğiz. Orada birkaç gün misafir olduktan sonra özgür olacağız. Gece Elif bacının ağlayan kızına bisküvi getiren polis anlatmış.

Bir minibüsün içine girdik. İçeriye girdiğimizde kucağında bebeği olan genç bir kadını gördük. Onu da başka bir karakoldan almış olacaklar diye düşündüm. Kapısı kapanınca minibüsün her yeri zifiri karanlık oldu. Miray ağlamaya başladı. Ahmet annesine sorular sormaya başladı.

Soru cümleleri ile yaralanır mı hiç insan ? Bıçak yarası, kurşun yarası, şu yarası , bu yarası… Sonuna yarası gelen yüzlerce belirtisiz isim tamlaması yazabilirim size. Ama soru yarası bambaşka bir acı olmalı. Ben o acıyı çok tattım. Ve tadanlarınız vardır biliyorum. Bazılarınız okurken şimdi soruyordur. Soru yarası diye bir şey mi olur ?  Bazılarınız merak ediyor  , bazılarınız da kendi içinizde renklendirdiğiniz soruları birer fırçanın ucuna yapışan mazi boyası ile zihninizin tuvaline vuruyor ve ben daha yazmadan o tuvale acılarınızın gölgesini koyuyordur. Ahmet usulca sordu annesine. Miray ağlamaya devam ediyordu. Ahmet bir tık daha yükseltti sesini ve sordu. Anne yine suskun. Ahmet dayanamadı ve bağırdı , o karanlığın bizi çepeçevre sardığı minibüsün içinde. Anne neden duymuyorsun. Babama mı gidiyoruz , diyorum sana. Annenin ağlayabildiğini hissedebiliyor ama göremiyordum. Bizi bir o yana bir bu yana sallayan ve salladıkça karanlığıyla birlikte içimizde dışımızda ayrı ayrı hisler yaşatan o minibüsün içinde biliyorum ki içine içine ağlayan sadece ben değildim.

“Bilmiyorum” diyebildi. O bilmiyorum sözcüğünün notası var mıydı acaba. Bakın şimdi ben bunları yazarken bilmiyorum diyorum. Siz de okurken içinizden ya da sesli bilmiyorum deyin. Dört hece. Bil mi yo rum. İnanın bambaşka bir tınısı vardı o tek kelimelik cümlenin. Gizli öznesi  “ben” olan cümle “bilmiyorum” cümlesi. Ama öyle değil gramer üstadı dostlarım. O bilmiyorum’un öznesi sadece Elif kardeşim olamazdı. O da ağlıyordu ben de. Yanımdaki arkadaşım Mehmet de. Belki de okurken şimdi sizler de ağlıyorsunuzdur. Anne babama mı gidiyoruz , sorusunun cevabı o gün o karanlık arabada kulağıma öyle bir tını bırakmıştı ki zannediyorum ömrüm boyunca unutamayacağım.

Bu arada ben arabadakileri motive etmeye çalışıyor biraz sonra gideceğimiz yer hakkında onlara hayaller kurduruyordum. Öyle ya polis kampa gideceksiniz demişti. Biz de şimdi kampa gidiyoruz. Başladım tasvir etmeye. Yan yana küçük evlerden oluşan bir göçmen kampı. Bahçede kocaman bir futbol sahası. İçeride sıcak su ve temiz yatak. Nezarethanede kaldığımız gece yatmak zorunda kaldığımız o yataklardan sonra benim hayal dünyamdaki yatak sözcüğünün önüne getirdiğim temiz sıfatı şimdi daha da anlam kazanıyordu. Hayaller biter mi devam ediyordum. Sıcak çorba , çay , meyveler ve bizim gibi yola düşenlerin bir arada olduğu bir kamp tasviri…

Bir saat kadar sonra minibüs durdu ve kapı açıldı.  Hepimizin gözleri kamaştı. Karanlıktan sonra gözümüzün içine içine akan güneş ışıklarına alışmak birkaç dakikamızı aldı. Bir elimizle gözlerimizi ovuştururken diğer ellerimizle sırt çantamızı tutuyor ve Yunanca bir talimatı kırk yıldır biliyor ve ezberlemişiz gibi duvarın gölgesinde tek sıra diziliyorduk. Ahmet… Gözlerime baktı. Soru yarası  başlıyordu.  Bu sefer dili ile değil gözleriyle sordu. Nerede yan yana evler , nerede futbol sahası. Kocaman bir duvarın önündeydik. Ve duvarların üzeri tel örgüleri. Bizi getiren polislerle buradaki görevlilerin konuşmalarını bekliyorduk.  Biraz sonra evraklar teslim edilecek ve ben içeride Akrem ile tanışacaktım.

Devam edeceğim…

KREMALI BİSKÜVİ /Feride AKDAĞ

         O sabah, içinde adını koyamadığı bir huzur vardı. Sobanın üstündeki ekmeğin kokusu odayı sarmıştı. İçinde hissettiği huzurla pencereye doğru yöneldi, perdenin ardından sokağa şöyle bir baktı. Köşedeki mahalle bakkalı kepenklerini yeni açıyordu. Az ötede, lokantanın önünde çorba içmeye gelen dört adam dikiliyor, kediler yemek kokularını almış bekliyorlardı. Saatini kontrol etti. 7:45´di. Ortalığı inleten bir alarm sesi duydu. Gözünü açtı, az evvel gördüğü her şey rüyaydı. Elleriyle başını sıktı. Bir iki dakika öylece kaldı. Yatakta sağa sola döndü. Kollarını iki yana açıp iyice gerindi. Soğuktu, üşüyordu. Kalktı. Ayaklarını sürüye sürüye lavaboya girdi. Aynada gözlerine takılı kaldı.

Birden yüzündeki ıslaklığa karışan sıcaklığı hissetti. Suyu sonuna kadar açtı. Yüzünü yıkadı.

Mutfağa geçip ocağa çay suyu koydu. Kahvaltı hazırlığına başladı. Dolaptan zeytini, peyniri, domatesi çıkardı. Dünden kalan ekmeği tavada arkalı önlü ısıttı. Çayını bardağa koyup masaya oturdu. Kahvaltısını bitirmek üzereydi ki telefon çaldı. Telefonla konuştuktan sonra, olduğu gibi bıraktı sofrayı. Hızlı hızlı giyinip koşarak dışarı çıktı. Kaldırımlara öyle kuvvetli basıyordu ki ayakları altındaki o sert taşlar eziliyordu sanki. Saatine baktı. Saat 8:52’ ydi. Güneş ışıkları yüzüne vuruyor, vurdukça iyice bunalıyordu. Etrafına bakındı. Yıllar önce oturduğu binanın önündeydi. Gözlerini özlemle binaya çevirdi. Ağzından çıkıveren “Ne çabuk geçti yıllar.” sözlerinin ardından, kapının önündeki kaldırıma oturdu. Boğazı yanıyordu. Terlemişti. Beş dakika sonra ayağa kalktı.

İçini yakan haberi, kahvaltı sonrası çalan telefonun ucundaki çocukluk arkadaşı vermişti.

“Hasan, dün akşam İkbal Hanım…Kaza yapmışlar. Cenaze bugün… Haber vermek istedim.”

 İkbal Hanımdan sonrasını kulakları duymamıştı bile. Kapattı telefonu. Kafasının içinde ölüm, kaza, İkbal Teyze. Kelimeler parça parça tekrarlanıyordu.

Telefonun yanındaki koltuğa oturup kalmıştı. Yanaklarından süzülen gözyaşlarını elinin tersiyle silmiş, hemen evden çıkmıştı. Yürüye yürüye çocukluğunun geçtiği mahalleye gelmiş, alt komşusu İkbal Teyze’nin evine girmek için ilk adımı atmıştı. Suskun, hüzünlü, şaşkındı. Ne diyeceğini bilmeden ikinci kattaki dairenin kapısının önünde durdu. Kalabalık olduğu önündeki ayakkabılardan belliydi. Yıllar sonra Hasan kapıdan değişik duygularla içeri adım attı. Birdenbire çocukluğuna gitmişti. Annesinin yaptığı yemek tabağı elinde “İkbal Teyze, İkbal Teyze” diye eve sevinçle girdiği günlerden birini yaşıyordu.

Kalabalığın uğultuları içinde “Yakışıklı oğlum mu gelmiş benim.” diyen sesi duyuluyordu İkbal Teyze’nin. Birden rüyada sandı yine kendini. Elindeki tabağı alan İkbal Teyze ;

“Ah canım Nesrin’im yine beni düşünmüş sağ olsun.” diyordu sanki. Mutfaktan gelen İkbal Teyze’nin elindeki emaye tabağın içinde bir avuç tuz vardı. Evden boş tabak çıkmaz deyip hep böyle yaparlardı. Bir poşetin içinde, ortası kaymaklı iki tane de gofret ve en sevdiği kremalı bisküvi vardı. Tabağı eline aldı ve kapıya doğru yöneldi. Kaymaklı gofret ve kremalı bisküvinin tadına çabucak bakmak için hemen eve gitmek istiyordu.

Hasan, kapıdan çıkan çocukluğunun ardından bakakalmıştı. Geçmiş zamandan bir sahnenin, zihninde yeniden canlanması biraz daha üzmüştü onu. Salondaki uğultuya döndü. Ağlayanlar, sabır dileyenler, elinde tespih çekenler… Sessizce boş bir sandalyeye oturdu. Yıllar önce bu salonda komşularla toplanılıp içilen çay sohbetlerine az şahit olmamıştı.

İkbal Hanım yetmiş dört yaşında, yüzündeki kırışıklıkların verdiği bir sevimlilikle göçmüştü bu dünyadan. Annesini on üç yaşında kaybeden Hasan için İkbal Hanım, anne boşluğunu dolduran bir sığınak gibiydi. Her gün hazırladığı kahvaltı tepsisini, hiç bıkmadan yorulmadan üst kata çıkarmıştı. Zarfını açıp okuduğum mektup gibisin derdi hep. Huyunu, suyunu öğrendiğim. En yakın arkadaşımın oğlu, ilk göz ağrısı. Sadece kahvaltı değildi ki, o apartmandan taşındıkları güne kadar en sevdiği yemeğin, poğaçanın, mantının, tatlıların lezzetini onlara gönderen anne eli olmuştu.  “Ahh İkbal Teyze!” dedi Hasan. Varlığın annem gibiydi bana. İkinci kez annesiz kalmak ne zor olacak şimdi. Bayram sabahlarında çaldığım kapıyı kimse açmayacak. Senin gibi başımı okşayıp sırtımı sıvazlayanım olmayacak. Annem kokan ellerini öpemeyeceğim. Telefonda beni düşünüp;

 “Soğuklar başladı oğlum. Sakın üşümeyesin. Dikkat et kendine.” diyenim olmayacak artık. İçinden kendi kendine konuşurken açık pencereden gelen selaya dikkat kesildi. Selanın sonundaki “Mahalle eşrafından İkbal Kayalı’nın kızı Zeynep …” anonsunu dinleyemedi. Sağır oldu adeta kulakları. Beyninin içinde uğultular vardı. Ölen çocukluk arkadaşı, İkbal Hanım’ın kızı Zeynep miydi? Arkadaşının telefonda verdiği haberi tam anlayamamıştı demek. İkbal Teyze öldü sanmıştı. Zeynep öldüyse peki İkbal Teyze neredeydi? Aklı karıştı. Gözleriyle salonda tanıdık bir yüz aradı. Kimse yoktu. Sela bitmişti. Salondaki sessizliği bir kadın sesi bozdu.

             “Allah rahmet eylesin.”

Karşısındaki kanepede oturan kadının bu sözüne tüm salon “Amin” demişti. Yerinden kalkıp mutfağa doğru yürüdü. Mutfakta taburede oturan birine yaklaşıp sessizce, “Başınız sağ olsun. İkbal Teyze nerede biliyor musunuz?” diye sordu. Elindeki mendille gözlerini silen adam;

“Ah evladım. O da arabadaymış. Zeynep’le hastaneye gidiyorlarmış. Bu yaşta evlat acısını da yaşadı. Çok zor çok. Hastaneye götürdüler sabah. Kalbi nasıl dayanacaksa.”

       “Hangi hastaneye götürdüler?” diye sordu.

        “Aşağı mahallede özel bir hastane var yavrum. Şifa Hastanesi. Oraya götürdüler.”

        O esnada salonda bir hareketlenme oldu. Herkes kapıya doğru yöneliyordu. Hasan, kalabalık evden çıkana kadar mutfakta bekledi. Kalabalığın ardından, kapıdan en son çıkan o olmuştu. Apartman merdivenlerinden sekiz yaşındaki çocukluğunun, annesinin, İkbal Teyze’sinin, Zeynep’in seslerini duya duya indi.

Camiye doğru ilerlerken yürüyemedi Hasan. Otuz yedi yaşında,  küçücük bir oğlan çocuğuna döndü adeta. Geçmiş zaman içinde dakikalarca dolaştı. Omuzlar üzerinde taşınan çocukluk arkadaşı Zeynep’in tabutuna baktı. Sessizce “Vedalardan hoşlanmam.” dedi. Bir eliyle yanağına doğru inen gözyaşını silerken diğer eliyle de Zeynep’in ardından el sallıyordu.

Bir an karşısında Zeynep’i hayal etti. İçinde o sabah gördüğü rüyanın iç huzurunu hissetti. Camiye doğru giden kalabalığın ardı sıra bakakaldı ve geldiği yöne doğru adım attı. Kaldırımları eze eze, geldiği yolları gözyaşlarıyla ıslata ıslata, İkbal Teyze’sinin olduğu hastaneye gidiyordu. Dilinde Fatihalar, aklında bir avuç tuz ve tadı damağında kremalı bisküvi…

Feride AKDAĞ

Benim Şiirimde Işık Arama / Mehmet Karadayı

benim şiirimde ışık arama
hele aşktan bahsedilmez, bunu bil
mesafeler koydum aydınlıkla arama
gözyaşını kendin sil

benim şiirimde ışık arama
kafiye yoktur, hele ahenk hiç
mesafeler koydum kadeh ile arama
şarabını kendin doldur kendin iç

benim şiirimde ışık arama
ölçü yoktur bende, vezin de bulamazsın
mesafeler koydum sevilmekle arama
seversen bir daha uyuyamazsın

benim şiirimde ışık arama
mendil açarım dilenciyi görünce
mesafeler koydum gülmek ile arama
hayata doğacağım ölüm bana gülünce

Photo by Daniel Frank on Pexels.com

WordPress.com'da bir web sitesi veya blog oluşturun

Yukarı ↑