Şaire Mektup / Mavi

Eller yukarı sevgili şair! Şimdi tüm kızgınlıkları, kırgınlıkları, nedenleri, nasılları, acabaları, velhasıl birikmiş tüm hırçınlığını usulca yere bırak.

Ben ki az çekmedim senden, az da çektirmedim sana. Yine de kozlarımızı paylaşacak olsak terazinin bir tarafı ağır basar. Söyletme bana hangi tarafın ağır olduğunu, bilirsin işte sen.

Bu defa mektup yazasım geldi. Arka fonda Zeki Müren ”Kimi benim gibi sever gönülden, kimi senin gibi el olur gider” diyor, ”Dünyanın bir yazı bir kışı vardır, her yolun bir sonu bir başı vardır” diyor. Kafamı karıştırıyor nitekim. Arada durup bir bu şarkıyı mırıldanıyorum, sonra cümlemin kaldığım kısmına bakıp ne yazacaktım ben diyorum. Konudan konuya atlamayı severim, bilirsin işte sen…

Bu ara bolca şiir okuyorum geceleri. Şiir yazamadıkça daha da okuyasım geliyor. Bazen sesli, bazen içten ama her gece, düzenli. Nasıl bu kadar güzel şiir yazıyorsunuz siz şairler? Bazen bir satırı yüzlerce kez okuyasım geliyor. Tıpkı çok sevdiğim bir şarkıyı milyon kere bıkmadan usanmadan dinlemeyi sevdiğim gibi. Tıpkı yağmurda şemsiyesiz sırılsıklam olana dek tüm sokaklarda yürümeyi sevdiğim gibi. Evet, abartmayı da severim, bilirsin işte sen…

Sende ne var ne yok sevgili şair? Bilirim bazen atarlı giderli şiirler yazar, bazen o en sevdiğim çocuksu haline dönersin. Bilsen o hırçın, aksi insanı kaldırıp atınca içinden ne cevherler çıkar senden. Sen de öyle daha mutlusun da işte… İnsan şu hayatta kaç kişi için tüm yelkenlerini suya indirir ki? Kimi yalnızca bir kişiye, kimi de… Bilirsin işte sen…

Senin de bir kendini koruma kalkanın var içinde. Kızınca hırçın ifade, kıyamayınca masum çocuk beliriyor yüzünde sen farketmesen de. Hırçınlığında bir gülümsememe bakar bilirim. He he deyip gülme şimdi. Tecrübeyle sabittir bu dediğim. Boşa onca atıp tutmalar, küstüm oynamıyorumlu şiirler. Yapamayacağın hareketi çekme derler ya hani, bilirsin işte sen…

Sana en sevdiğim sonbahar şiirini okumak isterdim ama buraya yazayım, sen oku. Güzel de şiir okursun bilirim.

“Ve güz geldi Ömür hanım.
Dünya aydınlık sabahlarını yitiriyor usul usul.
İnsanın içini karartan bulutların seferi var göğün maviliğinde.
Yağmur ha yağdı ha yağacak.
İncecik bir çisenti yokluyor boşluğunu insan yüreğinin.
Hüznün bütün koşulları hazır.
Nedenini bilmediğim bir keder akıyor damarlarımdan.

Kalbimin üstünde binlerce bıçak ağzı…
ve yüzüm ömrümün atlası; düzlükleri bunaltı,
yükseklikleri korku, uçurumları yıkıntılarımla dolu bir engebeler atlası.
Yaşamak bir can sıkıntısı mıdır Ömür hanım?” diye soruyor ya Şükrü Erbaş bile. Her Eylül’ün birinde ilk okuduğum şiirdir bu. Bir de Ahmet Kaya’dan Her Eylül’e İsyan Gibi’yi dinlerim…

Bilirsin işte Ahmet Kaya sevdamı. Ve ben de bilirim Senin Ahmet Kaya sevdanı. Şükrü Erbaş’ın bile dünya aydınlık sabahlarını yitiriyor usul usul dediği şiirlerde ben artık umuda değil, gerçeğe sarılıyorum.

Çıkmaz sokaklarda şiir de tükendi sevgili şair, umut da. En haylaz yanımızın gitmeyi kafaya koyduğu bir zaman artık bizimkisi. Bilirsin işte sen…

Şairin artık demir almak günü gelmişse zamandan, meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan dediği limandan demirlerimi toplayalı çok oldu.


Bazen öyle bir esiyor geçmişe özlem, sonra bir başka şiirle sona eriyor. Zeki Müren’in ”Ah bu şarkıların gözü kör olsun” dediği gibi şiirlerin de gözü kör olmasın mı sevgili şair?

Yelkenleri suya indirdim, umutları tükettim, enseyi kararttım sanma, bilirsin benim ne inatçı ne isyankar olduğumu. Bilirsin değil mi? Bilirsin… Bilirim…
Benim umudum insanların birbirlerini çıkarsızca sevemeyişinde tükendi. Birbirlerine yetememelerinde, hep daha çoğunda gözlerinin olmalarında tükendi. Hani şiirde diyor ya:

“Yarı dalgalı olmamalı deniz. Ya durulmalı ya da kudurmalı. Sonuna kadar batmalı hançer ya da hep yerinde durmalı. Yarı gönül vermemeli insan ya sevmeli ya da terk etmeli….” diye. İşte bilirsin benim grim yoktur. Ya siyahımdır ya beyaz. Ya tamamımdır ya devam. Ya çok severim ya terkederim. Bunu da bilirsin. Bilirim…

Ne dersin şair? Her lafa verecek cevabın vardır ama bunu cevapsız bırak. Sen başka denizlere yelken aç bundan böyle.

Ne demiş Mevlana:
”Her gün bir yerden göçmek ne iyi.
Her gün bir yere konmak ne güzel.
Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş.
Dünle beraber gitti, cancağızım, Ne kadar söz varsa düne ait.
Şimdi yeni şeyler söylemek lazım.”
Bilirsin işte sen. Artık yeni şeyler söylemek lazım cancağızım.

Mavi

Kardeşime Mektup / Gökhan Bozkuş

Kıymetli kardeşim , mektubuma Keçecizade İzzet Molla’nın bir beyiti ile başlamak istiyorum.

Bir mevsimi bahârına geldik ki âlemin,
Bülbül hâmuş, havz tehî, gülistan harâb.

( Âlemin öyle bir bahar mevsimine geldik ki; bülbül susar, havuz boş, gül bahçesi harâb olmuş! )

   Kardeş sözcüğü Türkçeye aynı karnı paylaşan karındaş sözcüğünün zamanla başkalaşması ile girmiş olsa da , seninle aynı anneden aynı babadan kardeşler olmamış olsak da kardeşimdin,  kardeşimsin, kardeşim olarak kalacaksın.

İnsan bir parçasını,  bir eşyasını kaybedince tedirgin olur rahat edemez ya hani. Onu bulmadan bir türlü kendine gelemez ya… İşte ben de İzzet Molla’nın yukarıdaki beyitinde tasvir ettiği zaman diliminden çok daha ifritten bir zaman dilimi olan bu günlerde seni kaybettim. Şu anda neredesin, ne yapmaktasın bilmiyorum. Belki de uzaktan beni görüyor,  sesimi duyuyor, şiirlerimi okuyor ama ses vermiyorsun. Kırgınsın belki de bana. Neden en zor zamanlarımda yanımda değildin diyorsun belki de. İçeri girdin ve dört duvar arasındasın belki de.

Belki de küçük bir kasabada hiç anlamadığın bir işi yapmak zorunda kalmışken yer yer eski günlere dalıp  ‘hey gidi günler ‘ diyorsun. Önüne konan mercimek çorbasına gözyaşların akıyor belki de. Gece on ikide hep beraber gittiğimiz köftecide içtiğimiz çorbalar geliyor aklına ve çorbalar yerinde  dururken gelip giden ekmek sepetlerini düşünüyor tebessüm ediyorsun kimbilir. Biliyor musun kardeşim, yazdığım şiirlerin hepsinde ama hepsinde birkaç hece kapı açıyorum gökyüzüne hâlâ. Bilirsin o yönümü anlatmıştım. O kapı kuşlar için diyordum ,  sana. O kapıdan şimdi yine heceler kanat kanat süzülmekte ve ben sensiz ve ben sizsiz ve ben o eski takvimlerden geleceğe ümitle ‘yarım’ diyorum şiirlerime kardeşim . Yarım diyorum yarına olan ümidim için. Kuyu’nun içindeki Hz Yusuf’un karanlık gecelerde dokunduğu duvardaki hisleri bir ezgiye , bir fona,  bir besteye çevirecek teknolojiyi icad etseler tınısı nasıl olurdu acaba ? Derisi yüzülürken dostlarına bakan Nesimi’nin bakışlarını bir tabloya , bir filme , bir kareye çevirecek teknolojiyi icad etseler , sızısı nasıl olurdu acaba?  Cemil Meriç okuyordum geçen akşam.  Bir an yakamı tuttu zannettim ve yüzüme haykırdı sandım , biliyor musun? “Ama ben bu kadar acıyı, sen de başkalarına benzeyesin diye çekmedim. ” cümlesini usulca çıkardım oradan. Not defterime bıraktım. Emektar bir kuşçunun ürkütmekten en çok korktuğu güvercine bakışı gibi baktım ve seni ve sizleri düşündüm kardeşim. Çektiğin acıları , çektiğiniz acıları. 

Kaybolmuyorum eskisi gibi kitapların arasında. Zamanla değişir alışkanlıkları insanın. Ben şimdilerde şarkılarda , türkülerde kayboluyorum. Bazen Ahmet Kaya bazen  de bir keman sesi sadece… Alıp götürüyorlar beni. Bu yüzden çok kızıyorum Farid Farjad’a ve Eevanthia Reboutsika’ya. Kilometrelerce öteye bırakıyorlar da elinde İsmail de olmayan bir Hacer misali kalıyorum öylece. Ve o zaman kalemin gölgesine giriyor İsmailleri, Yusufları, Önderleri, Ramazanları,İlhanları düşünüyor ağlıyorum. Kardeşlerim ne yapıyorlar acaba şimdi . Bir film yapacak olursam bir gün baş karaktere en çok  bu cümleyi kurdururdum belki de. Kardeşim,  canım kardeşim ne yapıyorsun acaba şimdi…

WordPress.com'da bir web sitesi veya blog oluşturun

Yukarı ↑