Yenildim / Ceylan Güriçin

Bir endam aynası karşımda
Adım sayıyorum kendime
Aldım, verdim, ben seni yendim…
Yendim, deyip gözgöze geliyorum kendimle
Yendim…
Yendim…
Yenildim…
Ruhumun ilhamlarına sığınıyor iç sesim
Dar sokaklardan geçiyor çığlıklarım
Mağlup olmuş bakışlarım
Hadi baştan
Aldım, verdim, ben seni yendim…
Yen-dim…
Yen-dim…
Ye-nil-dim…
Bu sefer vurgulu çıkıyor her hece
Yankılar zihnimin kıvrak koridorlarında:
Dim, dim, dim…
Ye-nil-dim…
Zamana yolcuğa göz kırpıyor anılar
Rafların tozundan nasipleniyor başımdaki kır saçlar
Açığa çıkıyor defteri kapanan hesaplar
Alacaklıyım aslında her karesinde
İstemekten de yorulmadım her seferinde
Lakin,
imtihanlar kuşağı hemhemesinde
Nuh’un (AS) nidasına kardeş bir serzenişle
“Mağlup oldum Ya Rabbi!” ile benzer bir nefesli beste:
Yenildim…
Yunus (AS) gibi bir kaburga presinde
Sesim zamanın dalgalarına karışıyor
Kendine zulmetmenin inkisarı hücrelerimde
Sesim beden kuyusundan dışarı sadece
Üç heceyle atabiliyor kendisini, alelacele
Yenildim, yenildim, ye-nil-dim…
Neden mi bu kendime adım sayış
Neden mi bitmek bilmeyen bu arşınlayış
Çünkü, çünkü…
Sefinemi yağmaladı zamanın bedevileri
Yağmaladılar acımasızca, dünya dilencileri
Hayırda yarışmaktı ziyneti oysa
Yolcularımı savurdu dalgalar
Herkes can telaşında
Canan telaşında, evlât arayışında, hayat kavgasında…
Nehir mi desem deniz mi
Yoksa bir okyanus mu düşülen
“Ol” emrini kuşanmış bir omuz edasında.
Kıyıya uğurluyor sefinemin emanetlerini
Üzmüyor, dağıtmıyor bedenlerini
Şecere-i yakte doğru itiyor takatsiz tenlerini
Ben, ben ise…
Elimi Arşa kase yapmış, seyirdeyim
Yüreğim emanetler kadar, parça parça.
Nükseden hastalıklar bünyemde hapis
Zerkedilen zehirler cüssemde hapis
Uyumayan dertler, müptelâm
Zihnim, kalbim hep uyanık, abdestim hapis…
Sefinem tamamen selamete erene kadar can, can ise tende hapis
Izdırabım ızdırar ile kardeş
Dualarım felâhın kapıcısı
Ferec ve mahrece kapı aralığı gözlüyor gözlerim
Derdimin adı belli: Sefinem
Seferin Sahibi (CC) belli, duam tek sermayem
Ve dilimde o üç hece
Ye-nil-dim…

Ceylan Güriçin

Hindiba (Gidenlere) / İbrahim Sayar

Elinde ak saçı, gökte nazarı

Güneşten kaküller biçmeye gitti

Umuda bırakıp kör intizarı

Yeni hayallerle uçmaya gitti

Ardına alarak deli rüzgarı

Suyun ötesine geçmeye gitti

Köklerini esir alan diyarı

Bırakıp zulümden kaçmaya gitti

Unutmadı  hayat veren pınarı

Bir daha suyundan içmeye gitti

Geride bırakıp anayı, yarı

Uzak diyarlara göçmeye gitti

Bilerek bekleyen garib mezarı

Gurbete tohumlar saçmaya gitti

Verebilmek için yine baharı

Sapsarı çiçekler açmaya gitti.

İbrahim Sayar

Kalem Ve Kağıdın Dansı / Sinem Der Ki

Bazen sessize almak isterim dünyayı.
Geride bir tek dalga sesleri olsun kulaklarımda.
İçimi susturmak isterim.
Bütün seslerden uzak, sessizliği düşlerim.

O vakit sakinlemek istesem bir gölge altında,
O gölgelik, muhakkak benim defterim olur..
Kalem nefesim olur, kağıt gökyüzüm .
Kaçarım dışımdan, içime taşarım.
Yazarım arz-ı hali yağmur yüklü bulutlara usulca.
Bembeyaz bir sayfa gibi olsun isterim.
Derin bir nefes gibi içime çekerim göğü.
Kendimle konuşur, kendimi dinler,
Kendi kendimi iyi ederim.
Bir kırık kol gibi, tam kırılan yerinden birleştiririm kırık kalbimi.
Kırılırken sessiz, birleşirken sessiz olan kalbimi.
Satırların arasına sarar sarmalarım.
Sonrasında bir parça his kaybına uğrasa da iş görür.
Eskisi kadar kucaklamasa da dünyalıları, bakanlar her daim güler yüz görür.
Kalbim,
Yoruldukça bu dünya telaşında,
Azala azala çoğaldıkça,
Ve söylenmedikçe dingin bir melodi dudaklarda,
Sessizlikte huzur buldukça,
Hep kalemi yâr eder yanına,
Kelam kifayetsiz kaldıkça,
İnsana hasret ve/fakat insandan uzakta.

..

Bazen sessize almak isterim dünyayı,
Duyabilmek için göğsümün sol yanını.
O vakit tek yoldaşım olsun isterim
Kalem ve kağıdın eşsiz dansı.

Sinem Der Ki

Yolculuk / Yaşar Beçene

Bu ıssız yerlerde ıtır kokusu
Apansız rüzgârın önünü keser
Bak çoktan bölünmüş ayın uykusu
Kayan yıldızlarda sırlı her haber
Bu ıssız yerlerde ıtır kokusu

Ah yorgun ah bezgin kaldığın anda
Hadi der mırıldar narin bakışlar
İfritten karanlık ne arar suda?
Güneşin kalbine sırlı akışlar
Ah yorgun ah bezgin kaldığın anda

Kavuşma hayali düşer dallara
Ha güldü gülecek açan tomurcuk
Gölgede yaşama kendini ara
Bir vakit ansızın biter yolculuk
Kavuşma hayali düşer dallara

Yaşar Beçene

Aralık Kalsın / Beyza Bişar

gel desem ulaşmıyor sesim
duy desem sesime ben sağır
tut desem pare pare toz bedenimden
aralık kalsın , aralık kalsın

ben türkü olsam ozanlar susar
ben yol olsam seyyahlar döner eve
şimdi göçmen kuşları bile
köy kahvesinde geveze
bir oralet, demsiz çay
pusulada ismin sadece
aralık kalsın

ne desem bilmiyorum
aşk demiş ustalar
of düşüyor kalbimden
toprakta izi alevlerimin
kanatıyor gölgemi taşlar
bilmiyorum ne desem
aralık kalsın

gel desem ulaşmıyor sesim
duy desem sesime ben sağır
tut desem pare pare toz bedenimden
aralık kalsın , aralık kalsın

ben türkü olsam ozanlar susar
ben yol olsam seyyahlar döner eve
şimdi göçmen kuşları bile
köy kahvesinde geveze
bir oralet, demsiz çay
pusulada ismin sadece
aralık kalsın

Afrika’da Çocuk Olmak / Yasemin Tatlıseven

Afrika’ya geleli neredeyse dört yıl oldu. Tropikal iklimin hakim olduğu bu ülkede, yılın 12 ayı, yaz mevsimini yaşadığımızdan olsa gerek, zamanın nasıl geçtiğini hiç anlayamıyorum. Kendimi sanki birkaç ay önce gelmiş gibi hissediyorum. Kafamda hala yapılacaklar listesi. listenin başında “canım çocuklar” geliyor. İmkanımız olsa da bütün çocuklara şeker dağıtabilsek!

Pergelin sivri ucunu ikamet ettiğimiz şehre sapladık. Diğer ucunu ise açabildiğimiz kadar açtık. Yaşadığımız yerin etrafında büyük çaplı daireler çiziyoruz. Pasaport sorunumuzdan dolayı henüz bu dairenin dışına çıkamadık. Daha gidilecek çok ülke, yapılacak çok iş var. Bulunduğumuz yerin hakkını vermek düşüncesiyle, farklı şehirlere gidip, yeni arkadaşlıklar kuruyoruz. En çok ilgiyi de çocuklardan görüyoruz.

Afrika’da çocuklar eğer bir köyde yaşıyorlarsa bütün dünyaları o köyden ibaret oluyor. O köyün dışında bir hayat olduğunu çoğunlukla bilmiyorlar. Genelde aileler çok çocuklu ve kalabalık. Çocuklar 4-5 yaşına geldiklerinde, çamaşırlarını yıkamayı, karınlarını doyurmayı, su taşımayı ve kardeşlerine bakmayı öğreniyorlar. Okul çağına bile gelmemiş bir çocuğun altı aylık bir bebeği sırtına bağlayıp taşıdığına çok şahit olmuşuzdur. Dünyanın farklı bir bölgesindeki yaşıtları, henüz kendi ihtiyaçlarını bile yardım almadan göremezken, bu çocuklar erken yaşta çok büyük sorumlulukları yükleniyorlar. Sırtına bağladığı kardeşiyle, dans edene de rastlıyorsunuz, koca koca bidonlarla su taşıyanlara da… Bu durum bize üzücü gelse de onlar o küçücük yaşlarına rağmen, ne sırtındaki kardeşinden, ne de kendisinden büyük su bidonunu taşımaktan şikayetçiler!

Anne, babalar çoğunlukla çocuklarını köyde bırakıp, büyük şehirlere çalışmaya gidiyorlar. İş bulabilenler kendilerini çok şanslı sayıyor. Şehirde çalışanlar, köylerine ancak 5-6 ayda bir ziyarete gidebiliyor. Sık sık izin alarak işlerinden olmak istemedikleri gibi, yola para harcayıp masraf yapmak ta istemiyorlar. Maddi imkansızlıklar içinde yuvarlanıp giderken, kendi evlatlarını yılda en fazla 2 ya da 3 kez görebiliyorlar.

Köylerde kalan çocuklar, her ne kadar anne ve babalarını özleseler de ağlayıp, sızlayarak kapris yapacak hiç kimseleri yok! Bu yüzden güçlü durmayı öğreniyorlar. Dede ve nine genellikle, evdeki bu kalabalığa, akşama yedirecek bir şeyler bulabilme derdinde… Çocuklarsa annesizliğe, babasızlığa ve açlığa alışmış durumdalar. Akşam yemeğinde bir tabak pirinç pilavı ya da barbunya varsa değmeyin keyiflerine. Biz evlatlarımıza, “Onu yer misin, bunu yer misin?” diye alternatifler sunarken, Afrika’daki çocuklar aç ve tok yatmak arasındaki farkı çok iyi biliyor. Bu yüzden bir tabak yemek bulduklarında, yemeğe başlamadan önce de sonra da herkes kendi inancına göre Allah’a şükrediyor. Genellikle yemeği elleriyle, kaşık kullanmadan yiyorlar ve o pirinç tanelerini hiç dökmeden ağızlarına nasıl taşıdıklarına hayret ediyorsunuz. Son pirinç tanesini dahi yeyip, tabağı sıyırıyorlar. Çünkü; bir sonraki yemeği ne zaman yiyeceklerini asla bilmiyorlar.

Köylerin bazılarında daha önce hiç beyaz insan (mzungu) görmemiş çocuklara rastlıyoruz. Onların dünyasında bütün insanlar koyu renkli. Bize dokunmaya çalışanlar, beyaza boyalı olduğumuzu düşünüp, boyalarımızı çıkarmaya uğraşanlar oluyor. Bizden korkup kaçıp saklananlar olduğu gibi. Şeker verirken bir çocuğun eline dokununca, önce korkmuş geri çekilmiş, sonra da arkadaşlarının yanına giderek, “ Mzungu elimi tuttu!” diye sevinç içinde çığlıklar atmıştı. Şehirler arası bir yolculukta, vakit girince yol kenarında bir camide durmuştuk. Biz görevimizi eda ederken, mescidin etrafında büyük bir kalabalığın toplandığını fark ettik. Yanımızdaki yerel arkadaşımız, bu köyde yaşayanların daha önce hiç beyaz insan görmediğini, bizden korkabileceklerini söyleyerek bizi uyardı. Dışarı çıkıp selam vermek istediğimizde, toplu halde birbirlerine sokularak, 3-5 metre geri gittiklerini görünce üzüldük. Oysa sadece onlarla iletişim kurmak, selamlaşıp sarılmak istiyorduk. Yanımızda bulunan yiyeceklerden verirsek, iyi niyetimizi anlarlar diye düşündük. Fakat ne uzattıysak almadılar. Yerel arkadaşımıza verip, onun dağıtmasını istedik. Şeker ve çikolataları ilk defa gördükleri her hallerinden belli oluyordu. Yüreğimizde buruk bir hüzünle oradan ayrıldık.

Kuyu açılışlarında çok sık rastladığımız durumlardan birisi de teşekkür etme biçimleri… Genelde karşınıza geçip yere diz çökerler, ellerini birleştirip havaya kaldırarak, minnetlerini ifade ederler. İlk zamanlar biz çok mahcup olup, onları yerden kaldırmaya çalışmıştık. Yerel arkadaşlarımız; bunun ayağa kapanma gibi bir davranış olmadığını, kendi kültürlerinde teşekkür etme biçimlerinin böyle olduğunu, çok küçük yaşlardan itibaren herkese öğretildiğini anlattılar. Bir çocuğa ufacık bir şeker bile verseniz, karşınızda diz çökebileceğini, bunun bir gelenek olduğunu, her ne kadar bize hala tuhaf gelse de kabullendik!

Afrika’nın bir başka gerçeği ise maalesef yetimhaneler. İlk yetimhane ziyaretimde gözyaşlarımı tutamamıştım. Alüminyum profilden çatısı olan, barakayı andıran, tıka basa demir ranzayla dolu bir yatakhane görmüştüm. Muhtemelen şiddetli yağmurlarda içeriye su giriyordu. Üç tarafı duvarla örülmüş, kapısı olmayan, suyu ve tesisatı bulunmayan, tavanı gökyüzü olan, banyo ve tuvaletler vardı . Yemek saati geldiğinde her çocuk koşarak yatakhaneye gidiyordu. Yatağının altından çıkardığı plastik tabağıyla gelip yemek sırasına giriyor, yemek bittikten sonra, su dolu bir fıçının içinde herkes tabağını yıkıyor ve tekrar yatağının altına saklıyordu. En küçükten en büyüğüne kadar tüm çocuklar çamaşırlarını elde yıkıyordu. Yardımlar geldikçe yüzleri gülen bu çocuklar, dağıtılan bir ayakkabı ya da bir oyuncakla kimsesizliklerini unutarak mutlu oluyordu. Başlarını okşayan bir elin sıcaklığını hissediyor, kendilerine sarılıp öpen birini eminim ki hayatları boyunca unutmuyorlardı.

Afrika’yı en çok çocuklarından tanırsınız. Çaresizliği dibine kadar yaşamış, oyun çağındayken koca bir yetişkine dönüşmüş çocuklarından…

Kırmızı topraklarından tanırsınız Afrika’yı, elinizi, yüzünüzü yıkarken akan kırmızı çamurdan anlarsınız. Bir araba geçince havaya kalkan kıpkırmızı toza bakakalırsınız.

Yetimhanelerinden tanırsınız Afrika’yı. Kimsesiz çocukların yüzündeki tebessümü görünce şaşırır, neleri dert ettiğinize utanırsınız. Ümitsizliğe kapıldığınız zamanlarda, hayata tutunmuş bu annesiz ve babasız çocukları sürekli hatırlarsınız.

Sarı su bidonlarından tanırsınız. Afrika denince ilk akla gelenlerden… Tabanları su toplayana kadar yürüyen insanlar görürsünüz. Ellerinde çamura boyanmış sarı su bidonları vardır. Küçük çocukların tanıştıkları ilk oyuncaklardır bu bidonlar ve kilometrelerce süren bu gidiş-gelişleri bir oyun sanırlar.

Yine de mutludur Afrikalılar! Bizim gibi zamanla yarışmazlar. Acele etmezler, hatta çok yavaştırlar. “Hakuna Matata” atasözünde dendiği gibi telaşa gerek yoktur. Afrika’da; dakika dakika uyguladığınız planlarınızın, yetiştirmeye çalıştığınız işlerinizin, kendinizi hırpalamanızın ne kadar gereksiz olduğunu anlarsınız. Çok büyük bir kavganın içinde bile kalsanız, tek bir sihirli kelimeyle her şeyi çözebilirsiniz. “Sorry-üzgünüm” dediğiniz anda ortalık süt liman oluverir.

Biz geleceğe dair koca koca planlar yaparken, onlar sadece akşama ne yiyeceğini düşünür. Biz çocuklarımızı kurstan kursa koştururken, onlar devlet okuluna bile gönderecek maddi imkana sahip değildirler.

Sulu boyayı tanımayan çocuk da vardır, kendini daha önce aynada bile görmemiş çocuk da… Fotoğrafını çeker, çocuğa gösterirsin. Bu sensin dendiğinde, resmine bakıp, kıkır kıkır güler çocuk! Yaşını bilmeyen çocuk da vardır, hiç doğum günü kutlamamış, hiç pasta yememiş çocuk da…

Haydi sizde toplayın sulu boyaları, oyuncakları, balonları… Gelin Afrika’ya. Burada kutlanacak bir sürü doğum günü partimiz var. Yaşını bilmeyen çocuklar için sayısız mum takacağız pastalarına. Rengarenk balonlarla süsleyeceğiz gökyüzünü. Bir çocuğun sırtındaki kardeşini alacağız kucağımıza, hafifletmek için yükünü! Halay çekeceğiz birlikte. Toprağa vurdukça topuğumuzu, kırmızı toz yapışacak alnımızdaki tere! Sarı su bidonlarından ellerimizi yıkarken, kırmızı çamur akacak yere. Bir tabak pilav olacağız sofralarında, bir su kuyusu olacağız köylerinde. Birlikte yer edeceğiz gönüllerinde…

Yasemin Tatlıseven

İki Anne Bir Maç / Derya Hekim

Bugüne kadar üç ülkede bulundum ve üç farklı kültür tanıdım. Her birinde yeniden başlamam gerekti. Hayatımızın bazı dönemlerinde başlangıçlarımız, yeniliklerimiz olur. Benim başlangıçlarım en baştan başlamaktı. Sıradan bir hayat serüveninde üniversite bitince iş bulma heyecanı ve telaşı ile geçer günler. Bu haliyle korkutucu görünse de alışılmış ve bilinmiş bir yaşam biçimi olduğu için ürkütücü değildir. Korkunç olanı hiç bilmediğiniz diyarlarda yeniden başlamaktır. Bu konuda cesur birilerini bulmak oldukça zordur.

Diyar diyar gezerken diline, kültürüne tamamen yabancı olduğum insanları tanımak bana çok şey öğretti. Öyle tatlı ve özel anılar biriktirdim ki bir gün yolum yine bu diyarlara düşerse o insanlarla hasbihal etmeyi isterim.

İlk hicret diyarımda karşı komşularımızı hatırladıkça duygulanırım. Biri beş, diğeri iki yaşında iki torunu ile Fatma Hala anne şefkati ile kapımızı çalmıştı. Merhameti ile bize yakınlık göstermesi orayı daha çok benimsememi sağlamıştı. Bizi evladı gibi kabul ettiğini anlatmak için aynı dili konuşuyor olmamız gerekmiyordu. Söylediklerinden ziyade sevgisini anlıyordum. Hastalanınca bir tas çorba ile kapımızı çalması orada bulunduğum için mutlu etmişti. Cebri olarak geri döndürülmeseydik sanırım uzun yıllar kalmak isteyeceğim yer olurdu.

Bir gece ansızın soğuk suların üzerinden dolunayın ışığında vatanıma veda ettim. Geri dönüp baktığımda bunu bize reva görenleri Hakk’a havale ederek gittiğimi biliyordum. Affedemeyeceğim kadar kırgınım şimdi geride kalan vatanımı çiğneyenlere ve sessiz yığınlara, aman bize dokunmasınlar diye yılanı besleyen zavallılara.

Cebri hicret diyarımız da bilmediğimiz bir yerdi. Vatanımın batısında komşu ülkeydi ama dilini bilmiyordum. Kültürünü kitaplardan okuduğum kadarıyla tahmin edebiliyordum. Bu ülkede adım adım dolaşırken tanıdık bir koku çekti kendine. Adım adım ona ilerlerken koca denizi gördüm. Ben için için ağladım; o, dalgalarıyla aldı götürdü. Karşısında duran ülkemin sularına götürsün istedim zira insanı zalimdi ama suyu, toprağı merhametliydi. “Ne kadar zaman geçecek neler yaşayacağımızı bilmediğimiz bu yerde? Bugün yarın bir çözüm bulacağız.” diye diye üç koca yıl geçirdim. Burası, özlediğim ne varsa arayarak bulmam için verilmişti sanki. Sokaklarında pazarların kurulması, her şeyi taze ve doğal bulabilmek bizim için bir hediye gibiydi. İnsanlarının nazik davranışları ile yaralarımızı sarmaya başlamıştık.  Bu kadar zamanda kıymetli insanlar tanıdım. Eğer bir kızım olursa adını Gül Anna koyacak kadar samimiyetiyle yüreğimizde değer kazanmış insanlar girdi hayatımıza.

Ayrı geçen o kadar zamandan sonra aile olabilmek için yeniden hicret ettik. Burası artık yaşamımızı devam ettirmek, hayallerimiz için bir kere daha çalışıp imkân bulabileceğimiz yerdi. Her gittiğimiz ülkede yeniden dil öğrenmek zahmetli olsa da hayata sımsıkı tutunmak için güçlü bir neden bence. Oğlum okula başlayınca dili öğrenmek için daha çok acele etmeye başladım. Her şeyi birbirine karıştırdım. Konuşamayacağım için dışarıya çıkmamayı planlıyordum.

Ta ki oğlumun yakın arkadaşı buradan biri olana dek. Arkadaşını çok sevmişti. Onunla oyunlar oynamak çok mutlu ediyordu. Yavrumu mutlu görmek beni daha da cesaretlendirdi. Aralarındaki bağ kuvvetlendikçe birlikte yapmak istedikleri yeni şeyler oluyordu. Çocukların futbol kulübüne gitmeyi istemeleri birbirine yabancı iki annenin de arkadaş olmasına vesile olmuştu. Başlarda çekiniyordum, konuşamamaktan ötürü kendimi kötü hissediyordum. Ama bizi davet eden bu insanlar, öyle samimi ve içten yakınlık gösteriyorlardı ki kayıtsız kalmak mümkün olmuyordu. Günün sonunda eve döndüğümüzde huzurlu ve mutluyduk. Burada da yeniden başlayabileceğime dair umutlarım tazelendi. Bu aileye kalben şükran hissediyordum. Normalde maç izlemeyi sevmesem de oğlumun maçını izlemek çok keyif vermişti. Bu heyecanı paylaşabileceğim bir arkadaşımın olması ise Allah’ın bir ikramıydı. Aynı dili konuşmuyor olmak anlaşamayacağımız anlamına gelmiyordu. Teknolojinin sunduğu imkânlarla kelimeleri istediğimiz gibi kullanıyorduk. Aynı sahada koşuşturan çocuklarımızı yazın kavurucu sıcağında izlerken mutluluğumuz da, sonbaharın soğuk günlerinde maç esnasındaki heyecanımız da aynıydı.

İki anne ve bir maçın özeti bana göre şöyle: Bizi arkadaş yapan şey kelimeler değil sevginin dilini tanıyor olmaktı. Hicret diyarlarında benim için unutulmaz olan bu insanların hepsi ile ortak olan şey sevgi diliydi. Diller, kültür ve coğrafyaya göre değişse de sevgi dili tüm kültür ve dillerde değişmeden, baki kalacak en güzel değerlerden biri.

Derya Hekim

Dedemin Şöhreti / Yasemin Tatlıseven

 Sınav giriş kartı
 Harç ödeme makbuzu
 Eski mektuplar

Kalemi elinden bıraktı. Ellerini kaldırıp, gerinerek başının arkasında birleştirdi. Kim bilir kaç saattir yazıyordu? Oysa aklına gelenleri hemencecik not etmekti amacı. Kalem kağıdın üzerinde gezinmeye başlayınca, zamanın nasıl akıp gittiğini bir türlü anlayamıyordu. Yazdıklarının okunup okunmaması şimdilik hiç önemli değildi. Yazmaktan duyduğu müthiş keyif her şeye bedeldi. Hem birçok yazar öldükten sonra meşhur olmamış mıydı? O da notlarını tahta bir sandığa koyar, çatı katına kaldırırdı. Elbet gün gelir, birileri bulur, yazdıklarını gün yüzüne çıkarırdı.

Annesinin sesiyle kendine geldi, “Hayri, hadi oğlum, hayvanları sulamaya götür, hava kararmadan gidip gel bi koşu”. “Tamam anacım” dedikten sonra ahıra gitti. İnekleri yularından çözüp önüne kattı. Akşamın alacakaranlığında inekler önde o arkada, köy meydanındaki su yalağına doğru yola koyuldular. Sabahları okula gitmeden önce hayvanları tekrar sulamaya
götürürdü. Bu sırada abisi ahırı temizler, yemlikleri doldururdu. Ahırın yolunu tutan inekleri bıraktıktan sonra, çantasını kaptığı gibi okula koşardı.

Okul, üç derslikten oluşan, derme-çatma bir yapıydı. Üç derslik olmasına rağmen bütün öğrenciler bir sınıfta toplanırdı. Köyde sadece bir tane öğretmen vardı. Tek derslikte birden beşe kadar tüm sınıflara ayrı ayrı ders anlatıyor, her öğrenciyle tek tek ilgilenmeye çalışıyordu. Hayri okulu çok seviyordu. Okul onun için; şu küçücük köyün içinde, dünyaya açılan kocaman bir pencere gibiydi. Öğretmenin ağzından çıkan her şeyi can kulağıyla dinlerdi. Her bir cümlede farklı hayaller kurar, görmediği, bilmediği bambaşka bir dünya için heyecan duyardı. Okulda bulunan tüm kitapları okumuş bitirmişti. Öğretmeni sırf onun için büyük şehirdeki arkadaşlarından kitap ister, Hayri onların gelmesini sabırsızlıkla beklerdi. Kitaplar gelince dağ,bayır gezerek hem hayvan otlatır, hem de bir çırpıda hepsini okuyup bitirirdi. Kitabı bitirir bitirmez soluğu, ya ekmek yaparken, ya bahçeyi kazarken bulduğu anasının yanında alırdı. Bir yandan annesine yardım eder, diğer yandan kitabı baştan sona anlatırdı. Annesi çok iyi bir
dinleyiciydi.

Akşamları yatsıdan sonra, erkekler köy kahvesinde toplanır, öğretmen beyde akşam çayını içmek için ahaliye katılırdı. Bunu bilen Hayri, bitirdiği kitap, koltuğunun altında kahveye koşar, öğretmenine selam verir ve masaya davet etmesini beklerdi. O masanın etrafında saatlerce kitap hakkında konuşurlardı. Öğretmen yazar hakkında bilgiler verir, başka kitaplarını da okuması için öneride bulunurdu. Bazen saat geç olur, kahvede kimse kalmaz, kahve sahibi ceketini omuzlarına koyup evinin yolunu tutarken, “ Sakın ola, onlara ilişmeyesin” diye çırağı tembihlerdi. Zavallı çırak bir tabure üzerinde, onları dinlemeye çalışır, söylediklerinden bir şey anlamaz, arada uykuya yenik düşerek tabureden yuvarlanırdı. Gürültüyle etrafta kimse kalmadığını fark eden Hayri ve öğretmen, edebiyat sohbetlerini istemeye istemeye sonlandırırdı.

Hayri’nin okuma aşkı ve hevesini bilmeyen, duymayan yoktu. Bir kişi hariç! Babası… Öğretmen defalarca babasıyla konuşmuş, Hayri’nin mutlaka büyük şehre gidip, tahsilini devam ettirmesi gerektiğini söylemişti. Babasını ikna etmek ne mümkündü! “Tarlada çalışacak ırgat lazım” deyip geçiştiriyordu. “Hem abisi de okumadı, ona haksızlık olur” deyip, konuyu her seferinde kapatıyordu. Öğretmen Hayri için üzülüyordu.

Beşinci sınıf bitmiş Hayri okuldan mezun olmuş, çaresizce tarlada çalışmaya başlamıştı. Cebinde her zaman bir kağıt, bir kalem taşır, ne zaman mola verseler, bir ağacın gövdesine sırtını dayar, dizinin üzerinde yazar, çizerdi. Birbirinden alakasız sayfaları gün gelip derleyip, toplayacağına emindi. Şimdilik yazdıklarını bir tek annesine okuyordu. Bir de yaz sonunda, tayini başka bir köy okuluna çıkan öğretmenine yazdığı mektuplara iliştiriyordu. Öğretmeni Hayri’ye sık sık yazıp tavsiyeler veriyor, bazen de mektupla beraber eline geçen kitapları yolluyordu.

……………………………………….

Kaydet tuşuna bastı. Laptobun kapağını kapattı. Yaylı koltuğunda bir tur döndü, şöyle bir gerindi. Oysa beş dakika not almak için oturmuştu. Parmakları klavyenin üzerinde gezinmeye başlayınca, zamanın nasıl geçtiğini anlayamıyordu. Bildiği tek şey tıpkı Hayri dedesi gibi, yazmaktan büyük keyif aldığıydı. Bugüne kadar henüz basılmış bir kitabı yoktu, yayınevlerinin neredeyse hepsini tanıyor, yazdıkları elinde kapı kapı dolaşıp duruyordu. Geçen yıl yeni romanına çalışırken, çatı katında eski tahta bir sandık bulmuştu. Sandığın içinden çıkan sararmış, tozlu yapraklar hayatını bir anda değiştirmişti. Üzerinde çalıştığı amatör romanı bir kenara bırakarak, bütün zamanını dedesinin yazdıklarını derlemeye ayırmıştı.

Önsözü tamamlamanın huzuruyla gülümsedi, şimdi iş, kitabı basacak yayınevi bulmaktaydı. Gerekirse kapılarının önünde yatacaktı.

Aylar süren arayıştan sonra, ümitleri tükenmek üzereyken, bir yayınevi, son dönemlerde, eski hayatların gündem oluşturduğunu söyleyerek ilk baskıyı girdi. Ardından ikinci baskı, derken kitap en çok satanlar listesinde yerini aldı. Hayri sosyal medyanın da etkisiyle kısa sürede tanınmaya başladı. Kitap fuarlarına davet ediliyor, adına imza günleri düzenleniyordu. Okurları “Hayridedeyevefa” konu etiketi altında, köyde imza günü yapması konusunda bir akım başlatınca, yayıneviyle birlikte köye gitmeye karar verdiler. Dedesinin sandığından çıkan siyah-beyaz bir fotoğrafı afiş olarak bastırdılar. Öğretmen ve Hayri’nin eski köy okulunun önünde, yan yana durdukları bir fotoğraftı bu… Ayrılmadan hemen önce çektirmişlerdi. İkisinin de gözlerinde hüzün vardı. Afiş imza gününde duracağı standın üzerine asılacaktı.

Her şey istediği gibi hazırlanmıştı. Hayranları metrelerce uzayan kuyruklar oluşturmuştu. İmzaya başlamadan önce 15 dakikalık bir konuşma yapması istendi.


Okurlarıyla selamlaştıktan sonra, dedesinin kitaplara olan düşkünlüğünü ve okuma aşkını anlattı. Yazmayı ne kadar sevdiğinden, yazdıklarını mutlaka kitap haline getirmek istediğinden bahsetti. “Henüz çok gençken, 30’lu yaşların başında, tarlada geçirdiği elim bir kaza sonucu , aramızdan erken ayrılan dedemin hayali maalesef yarım kalmıştı. Elime geçen tahta bir sandıkla, yazmanın bana, Hayri dedemden miras kaldığını anlamış bulunmaktayım. Dedemin hayalini gerçekleştirmekse bana kaldı. Teşekkürler dedem” deyip imza standına geçti. Kalabalığın içinden yanına yaklaşan bir genç, imzalaması için kitabı kendisine uzatırken; “Afişteki öğretmen benim dedem, lütfen kitabı onun anısına imzalayın” dedi. Ve cebinden aynı fotoğrafı çıkardı.

İki torunun da gözleri dolu doluydu. Fotoğrafın yanında, rengi solmuş birkaç evrak vardı. Elleri titreyerek sararmış kağıt parçalarını aldı. Dedesi Hayri adına düzenlenmiş Devlet Parasız Yatılı Sınavlarına giriş kartı, öğretmenin maaşından arttırarak ödediği sınav ücretinin makbuzu ve Hayri’nin babasından gelen bir mektup! Öğretmenin yazdığı onlarca mektuba istinaden gönderilmiş, sadece tek bir mektup ve olumsuz bir cevap! Geleceği parlak bir öğrenciyi kurtarmak için çırpınan idealist bir öğretmenden, cehalet ve fakirliğe yenik düşmekle sonuçlanan, acı bir hatıra kalmıştı geriye… Hayri ise öğretmeninin bu çabasından hiçbir zaman haberdar olmamıştı.

Gün bitip, imzalar sona erdikten sonra, iki torun afişin önüne geçip yan yana poz verdiler. Öğretmen ve Hayri’nin hüzünlü ve çaresiz bakışlarının aksine onlar, görevi başarıyla tamamlamanın huzuruyla gülümsüyorlardı.

S O N

Not: Bu hikayede öğretmene bir isim verilmemiştir.
Halimeler, Gökhanlar, Nesibeler, Esmalar, Haticeler…..
Tüm öğretmenlerimize ithafen!

Yasemin Tatlıseven

Dîldâr / İbrahim Sayar

Gittiğin yol yokuş ise
Varacağı zirve vardır
Mevsim şimdi kar-kış ise
Kışın sonu hep bahârdır

Karanlıklar şavkı yutar
Ardı sıra şafak atar
Güneş her gün doğar-batar
Leylin sonu hep nehârdır

Diken ne ki bülbül için
Şekva etmez O Gül için
Hâr cennete yol kul için
Yolun sonu bir Gülzârdır

Başa gelen bir musibet
Ya nimettir ya da nikmet
Sabr içinde gizli hikmet
Sâdıklara âşikârdır

Mevla sınar hep insanı
Kendini bil, bul noksanı
Şâkirâna bol ihsânı
Şükür kârlı bir pazardır


Dilin her gün anıyorsa
Gönül içre kanıyorsa
Alev alev yanıyorsa
Ateş yakan O Dîldâr’dır

İbrahim Sayar

monachopsis / Farzımuhal


“Daha senden gayrı aşık mı yoktur

Nedir bu telaşın vay deli gönül”

Ruhsati

gözlerinde buğulanmış yolculuk telaşıyım şimdi

perdedarı olduğum tüm umarsız vedalar adına

baharı bekliyorum

bekliyorum

bekliyorum

bekliyorum

(gülümser miyim)

gülüm der miyim

belki

gülü vermeyim

gülü dermeyim

dalında daha özel

dalında daha güzel

bu sevgi

aksanlı şiirlerde tuz lekesi

hasret ten kokusu mintana sinmiş

(bahar gelmiş

koğuşa da bahar gelmiş)

koğuşa onlar gelmiş

bildin mi kalbi şiveli

ne ara kasım gelmiş

ne çare kasım gelmiş

bahçeye bakasın gelmiş

bakmışsın bahar gelmiş

cemre toprağı delmiş

kasım gelmeden gitmiş

ne ara bahar gelmiş

ah yare bahar gelmiş

kim gülmüş

kim beklemiş

kim güne yaş eklemiş

kim güle yaş eklemiş

kim yanmış küle benzemiş

mona roza

kim demiş

mona roza değil

monachopsis

WordPress.com'da bir web sitesi veya blog oluşturun

Yukarı ↑