İçimdekiler / Ayşenur Özdaş

Mavinin en açık tonundan en koyu tonuna doğru uzanan denizin kenarında, irili ufaklı taşlarla arkadaş olmuş kumsalda uyuyorum ben. Taşların sıcaklığı bedenimi tatlı tatlı yakarken gözlerimi açıyorum. Denizin tuzlu suyu bacaklarımda gezinirken daha fazla serinliğe ihtiyaç duyup korkusuzca tüm bedenimi denizle buluşturuyorum. Nefesimin yettiği kadar, bacaklarım kollarım enerjisini tüketene kadar yüzüyorum.

Derinlere doğru yüzdükçe hislerim, düşüncelerim, geçmişim yükleniyor omuzlarıma. Evet, bu denizde boğuluyorum. Enerjimi tüketmiş, yüklerimi omuzlarıma almış halde vazgeçiyorum. Bazen bir el beni derinlerden çekip kurtarıyor. Bazen de son bir umutla çıkıyorum bittiği yeri göremediğim denizden. Çıkarken sersemliyorum, dengem kaybolmuş düşüyorum sıcak taşların üstüne. Dizlerim kanayıp bacaklarımdan aşağı doğru süzülürken sevdiklerimi görüyorum. Yanıma geliyorlar. Yaralarımı sarıyorlar, gülüyoruz, eğleniyoruz, paylaşıyoruz hayallerimizi, düşüncelerimizi. Peki ben bu denizin ne kadarını paylaşıyorum onlarla? Denizin derinlerinde neler yaşadığımı, ne düşündüğümü nereden bilecekler? Bilemeyecekler. Tıpkı benim onların denizinde, derinlerinde olup biteni bilemediğim gibi. Hem zaten her zaman sevdiklerimle yan yana değiliz. Bazen yanında bulunan insanlarla aranda kilometreler olurken, aranda kilometreler olan insanlarla daha yakınızdır. İşte bu her seferinde insanı yaralıyor. Güneş ufuktan son kez bana bakıp kaybolurken karanlık çökmeye başlıyor. Ay ışığı denizden yansıyıp gecemi aydınlatıyor. Deniz geceleri kopkoyu bir renge bürünüyor. Beni korkutuyor. Bu yüzden geceleri, sabahki sıcaklığını kaybetmiş kumsalda uyumak iyi hissettiriyor. Hem geceleri denize girmek tehlikeli değil mi Doktor Hanım? diye bitirdi konuşmasını.

Gözleri merakla cevabımı bekliyordu. Benimse beynimde bir sürü düşünce birbirini kovalıyordu. Bu Dilan’ın benimle en uzun konuşmasıydı. Sorduğum sorulara ya kısa cevaplar verir ya da hiç cevap vermez uzun uzun bakardı üst üste koyulmuş kitaplara. Psikiyatri bölümünü seçerken hiç iletişim kuramadan elimden kayıp giden hayatlar olacağını biliyordum. Dilan ile iletişim kurmayı başardık. Buna seviniyordum. Bedenini yıpratan ruhunda neler olduğunu, ne hissettiğini bana anlatmasını istemiştim. Bugün bunu bana anlattı. Yaşantılarıyla dolu olan o denizde neler olduğunu merak ediyordum. Onu derinlerden çekip çıkaran elleri, umut veren olayları, sevdiklerini bilmek istiyordum. Haftaya ki seans tarihini belirleyip Dilan ile vedalaştık. Her zamanki siyah çantasıyla buruk gülümsemesiyle baktı gözlerime ben ardından kapıyı kapatırken.

Sımsıkı Sarılsam / Elif Özbek

..Hani şöyle sımsıkı sarılsam..
sana dair tüm hasretim,kollarımın arasından akıp gidecek gibi..
Senden uzakta geçen zamanın telafisi olacak,zaman sanki bıraktığımız yerden devam edecek gibi..
Sancılı sürecin açtığı yaralar,izler kaybolacak..
Ruhumdaki tüm boşluklar kapanacak,kalbimde kelebekler yine yeniden uçacak gibi..
Hayat tekrar heyecanla yaşanmaya değer bir hal alacak gibi..
İçim bir yangın yeri,..katıksız bir aşkla bağlanmanın, sonrada ayrı kalmanın dayanılmaz acısını hissediyorum..
Kaçacak yerim yok,..
Hani şöyle sımsıkı sarılsam..
Tüm acım,sızım gözyaşlarımla dökülüp gidecek gibi..
Aramıza giren yollar eriyip yok olacak,..
buna sebep olanlar utanıp mahcup olacak..
Çıkarımlar yapılıp,kıymetlerimiz daha bi anlaşılacakmış gibi..
Hani şöyle sımsıkı sarılsam..
Dünyadaki bu kargaşaya rağmen,reva görülenlerin aksine,
Hafızamdaki unutulmaya yüz tutmuş,..
insanlığa dair umutlarım canlanacak..
Korkmadan bir cesaretle yarım kalmış hayallerim tekrar kurulacak gibi..
Hani şöyle sımsıkı sarılsam..
Sensizliğin tüm yorgunluğu unutulacak,..
Gün yeniden ağaracak,tüm varlıklar rengine kavuşacak..yitirilen anlamlar bulunacak gibi..
Hani şöyle sımsıkı sarılsam..
Sessizliğin perdesini yırtıp,..
geçen zamandan kelimelerin hıncını alırcasına avazım  çıktığı kadar..onları sese dönüştürmenin,sevincine ortak olacak gibi..
Hasretle beklemenin yerini, kavuşmaya terkettiği..sana dair gurbetin sona erdiği..
İçim içime sığmayacak gibi..
Hani şöyle sımsıkı sarılsam..
Aşk,sevgi, muhabbet daim olacak..
Ömrüm bahar olacak gibi..
Hani şöyle sımsıkı sarılsam..

Ben Bir Mülteci Demir Yolu Görevlisi / Talha Erçevikbaş

Günlerden Cuma , haftanın son mesai günü….

İncecik yağmurun altında duran , iki vagonlu kırmızı tramvay

Her yağmur tanesini bir melek indirirken yeryüzüne benim gibi bedeni ve ruhu yorgun….

Rüzgârın sesini ray tıkırtısı izlerken,

Yüreğimin kafesindeki damarlar tramvayın rayları zorladığı gibi zorluyor….

Çok şey anlatmak istiyorum lakin bedenim bu yaşanan acılarınağırlığını daha fazlakaldıramıyor.

Ince uzun vagonun iÇerisinde sıkışmış kalmış bir ruh gibiyim….

Kırmızı tramvay , duyulmayan çığlıklarım içerisinde bir istasyona ilerlemeye çalışıyor

Akşam üzeri , güneş hafiften batmak üzere , Raylarda ince uzun insan gölgeleri,

Tramvayın kömür rengi telleri aldı götürdü uzaklara yine beni

Kendimi Haydarpaşa tren GARINDA buluyorum……

Bıraktığım hali canlandı gözlerimin önünde,

Gurbete düşmüşlerin, gideceği istikameti bilen bilmeyen yolcuları

Kavuşanlar, birbirini yolcu edenler…

Dolup boşalan trenler ………..

Fakat şimdilerde oralarda Paramparça olmuş yolcu hayatları , kırgın aileler ,

tutsak çocuklarınyakınları , özlem ile kavuşmayı bekleyenler ile dolu

Ve daha nice gaybubette olupta haydarpaşa garından baska diyarlara yol almak için düşleyenler….

Sanki yorgunluğumu hisseten demir yığınının içerisinde yalnız kalıyorum

Dizlerim çözülüyor

Başım hafif tutuşmuş yanıyor

Gözlerimin feri sönüyor

En İçte derinlerde yaralarım tramvayın RAY sesi gibi acıtıyor Icimi !

Hasretten mi?….. yoksa dünyanın renklerini kirletenlerden dolayı mı?

Kendimi arıyorum tramvay rayının seslerinde

Yine kalabalığın sesi ile karışan gürültü kirliliğinin içerisinde

Alnımı yağmur damlalarının çizdiği cama dayıyorum…

Ayakta kendime zor yer bulduğum köşede, gözlerimden süzülen damla damla gözyaşları ,

sessizlik ile mühürlenmiş dudaklarıma kadar süzülüyor ……

Tramway ise yokuşu alırken sanki nefes nefese soluyor….

İçimde acıyla gözlerim dolaşıyor hicret ocağı raylarının üzerinde ,

geride bıraktığımız sevdiklerimizi düşünürken……

Tam uzaklardayken , derin derin dalmışken

Sırılsıklam kalmış kızıl saçlı , hafif kilolu , ne kısa ne de uzun boylu, gözleri yeşil iskoç asıllı Avustralyalı yolcu , yalnız , biletsiz tramvaya biniveriyor……

Nefes nefese kalmış solumasıyla uzaklardan irkiliyorum ,

Sesimi toklaştırpı “Bilet kontrol” diyorum

Önce bana bakıyor ve özür dileyerek yağmurdan dolayı biletsiz bindiğini aktarıyor ve peşine aksanımdan dolayı “Nerelisiniz? memur bey” diyor

Ben ise bir anda dudaklarımdan çıkıveren Ben bir mülteci demir yolu görevlisi

Sanki o an zaman durdu

Beden dili her şeyi anlatıyordu …

ikimizde susmuş ve gözler sessizliği ile ifade etmişti tüm olup biteni , tüm acıları özlemleri hasreti göz bebeklerimin buğusundan okumuştu sanki olup biteni

Daha fazla soru sormadı

Anlamlı sessizliğin içerisinde Ayrı yönlerde uzaklaşan

İki tramvay gibi ayrılmıştık sessizce

Yürümekte olduğum istikamette her bir cisim sanki hücreciklere ayrılıyor

Bir an kulaklarımda Musab Bin Umeyr in “ Rıza yolunda biraz cefa gördük diye Rahman’a naz mı edeceğiz.” Yankılanıyor ……

Sesim titrek, gözlerim ağlamaklı

Perişan kalbim,Ruhum ise boyun bükmüş her bir eziyete

Sesler uzaklaşıyor yavaş yavaş benden

Utanıyorum kendimden..

Bana bahşedilenlerin değerini bilememekten

Görememekten verilen onca nimeti

Utanıyorum işte..

Meleklerden Utanıyorum

Hapisteki kardeşlerimizden utanıyorum

Masum bebeklerden utanıyorum

İNSANLIĞIMDAN UTANIYORUM.

Talha Erçevikbaş

Bir Haykırış / Deniz Akif Mahir

Rabbim! Dedi:
Sustu, kış yaprağına düçar
Kar çiçekleri, ağladı.
Oyuklar oyuldu tırnakla.
Zemheri üçe bölündü:
Üçüncüsü, direndi şafağa
Aylar hep ve hiç yirmi sekiz
Yıldan ikisi eksik ve fazla.
Rabbim!
Bütün arda kalan iki ve üçler
Hep beyaz yazmaya mı ilişti?
El dizle, göz baharla…
Yutkundu:
Ceylan yavrusu sırtlan pençesinde
Dağlandı,
Sinem, kor harmanı, koruyamadım!
Doğar küllükte zulüm
Saplanır hovarda mızrak
Kimi cana, kimi dikişli kuleye
Kimi her ikisine.
Ciğer, yanar ciğere
 Akrep ve yelkovan durur,
Kırka bir kala,
Sine yolcu Tur’a.
Çeşmi Asa’ya hayduttur,
Afarozlu uç, kızıl ok!
Nehirler emanetidir nâr’a
Bilek(çe)ler tutukludur
Mühürlü mektuplara.
Ana rahmine doğmuş
Üç beş harflik mezar taşı.
Ana doludur kemer
Irmak ırmak besler
Gökkuşağına gezgin gülleri
Zar’a atılır ayasız el,
Ak zeytin dallarında.
Kesik serçe tırnağı,
Baykuşlara bayram
Al çehreli göz,
Yeşil beşik tavanında.
Kır at vurulur nala,
Kaldırıma düşer kırat.
Kül küfesi savrulur
Yüze vurur isi
Kederi yükler kadere.
Dilde perdeli zerreler,
Okunur mazgal merhametine.
Kilitlenir ağaç kavuğuna
Üçer beşer ters sıralı
Ur, mızrak, ok, kül…
Güvercin kalbi ısıtır
Siyah bilekçe ayağını,
Güvercin ve pervaz, marisanda…
Allahım!
Yalnız değilim tek başımayım


Deniz Akif Mahir

Yanmış Sineler / Ziya Paşa Akyürek

Aşkın mukim dili selsebil gibi
Yanmış yüreklere hep inşirahtır
Leyla’dır çöllerde Mecnun’un gülü
Bülbülün mirası bir gülden ahtır

Hal ehli derdini gözünde saklar
Kapanmaz yaranın adı hicrandır
Geceler onlarda gelip sabahlar
Yüzleri seherden daha rahşandır

Mestane yürürler dünya bağında
Mevsimler onlara hep bahar olur
Sevdaya düşenin gurbet yurdunda
Gönlü hicran adı sevdakar olur

Elemin bağında aşkı dermenin
Zevkinde söyleşmek nazar-ı Hakk’tır
Yar deyip yoluna ömür vermenin
Tarifsiz tanımı “Garip” olmaktır

Tüm dertleri infak edip Leyla’ya
Mecnun himmetiyle yaşar giderler
Yeniden gelseler hani dünyaya
Ne olur Allah’ım bir daha derler

Ziya Paşa Akyürek

Yas’ın Edebî Tadı: Yas Günlüğü / Cihangir Asyalı

İnsan, yasını ve kederini içinde tutar; yüzünde taşır. Lakin her insan böyledir anlamına gelmez bu. Kimi insanlar da konuşarak rahatlamayı seçer. Hele hele şair, yazar ve sanatçılar, onu, sanatıyla ortaya koyma ve herkese mal etme konusunda pek cömerttirler. Düşünürler de öyle. Çünkü bir güç, onları bu işi yapmaya sürükler. Öyle olmasaydı başka insanların yapıp ettiklerini nasıl öğrenir, kendimizi tanıma ve doğru ifade imkânını nasıl bulurduk.

Bir sokaktan başlayarak bütün bir dünyayı içine alacak şekilde “İnsan insanın aynasıdır.” denilebilir. Bir insan, hisleriyle, sonra da fikir ve yaşantısıyla bir başka insana ışık tutar ya da bir başka insanı yansıtır. Acıda, kederde, sevgi ve sevinçte birbirimize benzememiz bundandır. “Biz bize benzeriz” sözü de buradan doğar. Birbirimize olan benzerlik genelde böyle olsa da, özelde her insanın aynasına ışık tutan ya da sesine yankı olan bir “ruh akrabası” olduğu muhakkaktır.

Bazen tevafuken karşımıza çıkan bazen de adresi elimize verilen sanatçılar olmasaydı, onların eserleri bizlere aracılık yapmasaydı, başkalarının neler yaşadığını, olaylar karşısında ne düşünüp neler hissettiklerini bu denli anlayamazdık sanırım. Belki de, yaşadığımız tecrübeleri dünyada yalnızca kendimiz yaşıyor sanır, acıların getirdiği yükü taşıma gücünü kendimizde bulamazdık. Yalnız kalırdık bir bakıma. Kendimizi anlatmak ya da anlaşılmak hayli zorlaşırdı.

Bundandır ki, şair ve yazarlara, özellikle de düşünce ve hislerini edebiyatın altın suyuyla yoğuran, yoğurup da onu bir süt gibi sunan mütefekkir kalemlere çok şey borçluyuz. Mesela, bir insan, bütün insanlığın ortak kederi olan ölüm karşısında ne hisseder. Hele bu ölüm, çok sevdiği ve birlikte anılar biriktirdiği birinin, annesinin ölümüyse nasıl bir tavır sergiler, ne düşünür, neler söyler? Bütün bunlar, işte o birilerinin içini döküp açık etmesiyle anlaşılabiliyor ve fark ediliyor.

İşte, onlardan bir tanesi olan ve annesinin ölümü karşısında, hayattaki en büyük dayanağını kaybeden Roland Barthes’ın, satırlara döktüğü “Yas Günlüğü” ruh akrabası kimselere tutulan bir ‘ışık’ olarak böyledir. Ve mutlaka, farklı aynalarda çeşit çeşit renk ve desenlerle yansıyacaktır. Barthes, yasını içinde saklasa ve onu bir ‘anıt’bırakma düşüncesiyle başkalarıyla paylaşmayı seçmese, başka bir coğrafya ve kültürde yaşayan bir ölümlünün, ölüm karşısında yaşadığı ruh karmaşasını ve ıstırabı nereden bilebilirdik.

Anıt diyorum; çünkü bu eser bir yas anıtı. Yazarının, her şeyin geçiciliğini bildiği ve bunu ifade ettiği halde, sırf annesi hürmetine kalıcı bir eser bırakma çabasından doğuyor. “Anımsamak için mi yazmalı?” diyor, “Anımsamak için değil de mutlak olarak beliren unutmanın büyük acısına karşı koyabilmek için yazmalı.” Yani hatırlama yerine sürekli bir anma, hatta bir anıt bir abide olarak geleceğe bırakma düşüncesiyle… Sözlerini şöyle sürdürüyor, “Kısa süre sonra artık hiçbir iz kalmayacak, hiçbir yerde, hiç kimsede.” Ve ekliyor, “Anıtın gerekliliği.” Çünkü tanıklar da bir bir ölüyor.

“Yas Günlüğü” adı üstünde bir ‘günlük’ ve zaten bir günlük olarak okunabileceği gibi, bir şiir, bir düşünce ya da aforizmalar kitabı olarak da okunabilir pekâlâ. Yazarın kendisi şair sıfatı taşımasa da bir filozoftur ve edebiyatın ne olduğunu çok iyi biliyor. Ve bir okur olarak biz de cümleler boyunca ilerlerken, Bachelard’ın deyimiyle, “Okuduğumuz eserin ‘yandaşı’ oluveriyoruz.” Nasıl olmayalım, Barthes, neredeyse her cümlesiyle, kedere bile kattığı edebî tatla okurunu içerden kuşatıyor ve onu yanına almayı kolaylıkla başarıyor.

Yasın daha dördüncü gününde şöyle bir cümle kuruyor mesela: “Acı çekmiyor o artık” cümlesindeki “o” neye, kime gönderiyor? Ne anlama geliyor bu şimdiki zaman?” Çünkü “o” ölmüş. O şimdi acı çekmiyor, cümlesinde, “o” ve “şimdi”nin bir karşılığının olmadığını fark ediyor. Ölmüş biri için zaman da durmuştur yani. Nâbî ismiyle kastedilen mana gibi, “iki yok”la karşı karşıya kalıyor yazar. Ve bu durumun verdiği acıyla iradi bir yas tutmaya koyuluyor. Makul bir süre de belirliyor bunun için ve Larousse Momento’nun bir anne veya babanın yası için makul gördüğü on sekiz aylık süreyi dikkate alıyor.

Sıkı bir Marcel Proust okuru olan yazar, Proust’un annesine yazdığı mektupları nazara vererek, aslında günlüğünün çıkış noktalarından birini de ele veriyor. Satırlarını yalnızca annesinin ve yasın değil, insanın, edebiyatın ve hayata dair pek çok şeyin üzerinde dolaştırıyor. Ve “Herkesin kendi keder ritmi vardır.” diyerek, kendinin ama aslında kendiyle birlikte insanın kederini ortaya koyuyor. Sık sık çıktığı seyahatlerde, annesinin yokluğundan doğan “gönül kuruluğu” hiç bitmiyor mesela. Bir Kazablanka seyahatinde annesini düşünürken kendi kendine şöyle diyor: “Ruhlara, ruhların ölümsüzlüğüne inanmamak ne barbarlık. Maddecilik ne budalaca gerçeklik.”

Barthes, annesinin ölümünden üç, Yas Günlüğü’nü yazmasından bir yıl sonra bir trafik kazasında ölene kadar, nice sorgularla, nice soru ve cevaplarla yaşadı kim bilir, bunu bu kitaptan elbette ki göremeyiz. Fakat başka yerlerde ve zamanlarda benzerlerinin ne söylediğini anabiliriz burada. Mesela, “Ufuklar” şiiriyle Yahya Kemal, his noktasında, “Anneler ve Çocuklar” şiiriyle de Sezai Karakoç, düşünce noktasında Barthes’la ruh akrabası olur.

Yahya Kemal: “Annemin na’şını gördümdü/Bakıyorken bana sabit ve donuk gözlerle,/Acıdan çıldıracaktım/Aradan elli dokuz yıl geçti./Ah o sabit bakış el’an yaradır kalbimde” der, kederiyle benzer. Sezai Karakoç da: “Anne öldü mü çocuk/Bahçenin en yalnız köşesinde/Elinde siyah bir çubuk/Ağzında küçük bir leke/…/Kaçar herkesten/Durmaz bir yerde/Anne ölünce çocuk/Çocuk ölünce anne” diyerek psikolojik bakış açısıyla benzer Barthes’a.

“İnsan insana benzer”evet. Bir Oscar Wilde, bir Thomas Hardy ya da Herman Melville, anneci olma noktasında Proust ve Barthes’a ruh akrabası olsa da, aslında nice şiir ve şarkıda “anne” diyen şair ve sanatçılar, insanın bir anne kuzusu olduğu gerçeğini ve evrensel bir ruh akrabalığını ortaya koyarlar.Babanın yeri mahfuz olmak kaydıyla diyebiliriz ki, “anne” bir insan için vatan gibidir. Ondan herhangi bir sebeple ayrılık kederdir, gurbeti ve yalnızlığı çağrıştırır.

Sözü, Barthes’la noktalayalım: “Kıyılardan uzaklaşmışım -keder denizinin açıklarındayım, hiçbir şey düşünmüyorum. Yazı yazmak artık olanaksız.”

Cihangir Asyalı

Yenildim / Ceylan Güriçin

Bir endam aynası karşımda
Adım sayıyorum kendime
Aldım, verdim, ben seni yendim…
Yendim, deyip gözgöze geliyorum kendimle
Yendim…
Yendim…
Yenildim…
Ruhumun ilhamlarına sığınıyor iç sesim
Dar sokaklardan geçiyor çığlıklarım
Mağlup olmuş bakışlarım
Hadi baştan
Aldım, verdim, ben seni yendim…
Yen-dim…
Yen-dim…
Ye-nil-dim…
Bu sefer vurgulu çıkıyor her hece
Yankılar zihnimin kıvrak koridorlarında:
Dim, dim, dim…
Ye-nil-dim…
Zamana yolcuğa göz kırpıyor anılar
Rafların tozundan nasipleniyor başımdaki kır saçlar
Açığa çıkıyor defteri kapanan hesaplar
Alacaklıyım aslında her karesinde
İstemekten de yorulmadım her seferinde
Lakin,
imtihanlar kuşağı hemhemesinde
Nuh’un (AS) nidasına kardeş bir serzenişle
“Mağlup oldum Ya Rabbi!” ile benzer bir nefesli beste:
Yenildim…
Yunus (AS) gibi bir kaburga presinde
Sesim zamanın dalgalarına karışıyor
Kendine zulmetmenin inkisarı hücrelerimde
Sesim beden kuyusundan dışarı sadece
Üç heceyle atabiliyor kendisini, alelacele
Yenildim, yenildim, ye-nil-dim…
Neden mi bu kendime adım sayış
Neden mi bitmek bilmeyen bu arşınlayış
Çünkü, çünkü…
Sefinemi yağmaladı zamanın bedevileri
Yağmaladılar acımasızca, dünya dilencileri
Hayırda yarışmaktı ziyneti oysa
Yolcularımı savurdu dalgalar
Herkes can telaşında
Canan telaşında, evlât arayışında, hayat kavgasında…
Nehir mi desem deniz mi
Yoksa bir okyanus mu düşülen
“Ol” emrini kuşanmış bir omuz edasında.
Kıyıya uğurluyor sefinemin emanetlerini
Üzmüyor, dağıtmıyor bedenlerini
Şecere-i yakte doğru itiyor takatsiz tenlerini
Ben, ben ise…
Elimi Arşa kase yapmış, seyirdeyim
Yüreğim emanetler kadar, parça parça.
Nükseden hastalıklar bünyemde hapis
Zerkedilen zehirler cüssemde hapis
Uyumayan dertler, müptelâm
Zihnim, kalbim hep uyanık, abdestim hapis…
Sefinem tamamen selamete erene kadar can, can ise tende hapis
Izdırabım ızdırar ile kardeş
Dualarım felâhın kapıcısı
Ferec ve mahrece kapı aralığı gözlüyor gözlerim
Derdimin adı belli: Sefinem
Seferin Sahibi (CC) belli, duam tek sermayem
Ve dilimde o üç hece
Ye-nil-dim…

Ceylan Güriçin

Hindiba (Gidenlere) / İbrahim Sayar

Elinde ak saçı, gökte nazarı

Güneşten kaküller biçmeye gitti

Umuda bırakıp kör intizarı

Yeni hayallerle uçmaya gitti

Ardına alarak deli rüzgarı

Suyun ötesine geçmeye gitti

Köklerini esir alan diyarı

Bırakıp zulümden kaçmaya gitti

Unutmadı  hayat veren pınarı

Bir daha suyundan içmeye gitti

Geride bırakıp anayı, yarı

Uzak diyarlara göçmeye gitti

Bilerek bekleyen garib mezarı

Gurbete tohumlar saçmaya gitti

Verebilmek için yine baharı

Sapsarı çiçekler açmaya gitti.

İbrahim Sayar

Kalem Ve Kağıdın Dansı / Sinem Der Ki

Bazen sessize almak isterim dünyayı.
Geride bir tek dalga sesleri olsun kulaklarımda.
İçimi susturmak isterim.
Bütün seslerden uzak, sessizliği düşlerim.

O vakit sakinlemek istesem bir gölge altında,
O gölgelik, muhakkak benim defterim olur..
Kalem nefesim olur, kağıt gökyüzüm .
Kaçarım dışımdan, içime taşarım.
Yazarım arz-ı hali yağmur yüklü bulutlara usulca.
Bembeyaz bir sayfa gibi olsun isterim.
Derin bir nefes gibi içime çekerim göğü.
Kendimle konuşur, kendimi dinler,
Kendi kendimi iyi ederim.
Bir kırık kol gibi, tam kırılan yerinden birleştiririm kırık kalbimi.
Kırılırken sessiz, birleşirken sessiz olan kalbimi.
Satırların arasına sarar sarmalarım.
Sonrasında bir parça his kaybına uğrasa da iş görür.
Eskisi kadar kucaklamasa da dünyalıları, bakanlar her daim güler yüz görür.
Kalbim,
Yoruldukça bu dünya telaşında,
Azala azala çoğaldıkça,
Ve söylenmedikçe dingin bir melodi dudaklarda,
Sessizlikte huzur buldukça,
Hep kalemi yâr eder yanına,
Kelam kifayetsiz kaldıkça,
İnsana hasret ve/fakat insandan uzakta.

..

Bazen sessize almak isterim dünyayı,
Duyabilmek için göğsümün sol yanını.
O vakit tek yoldaşım olsun isterim
Kalem ve kağıdın eşsiz dansı.

Sinem Der Ki

Yolculuk / Yaşar Beçene

Bu ıssız yerlerde ıtır kokusu
Apansız rüzgârın önünü keser
Bak çoktan bölünmüş ayın uykusu
Kayan yıldızlarda sırlı her haber
Bu ıssız yerlerde ıtır kokusu

Ah yorgun ah bezgin kaldığın anda
Hadi der mırıldar narin bakışlar
İfritten karanlık ne arar suda?
Güneşin kalbine sırlı akışlar
Ah yorgun ah bezgin kaldığın anda

Kavuşma hayali düşer dallara
Ha güldü gülecek açan tomurcuk
Gölgede yaşama kendini ara
Bir vakit ansızın biter yolculuk
Kavuşma hayali düşer dallara

Yaşar Beçene

WordPress.com'da bir web sitesi veya blog oluşturun

Yukarı ↑