Yenildim / Ceylan Güriçin

Bir endam aynası karşımda
Adım sayıyorum kendime
Aldım, verdim, ben seni yendim…
Yendim, deyip gözgöze geliyorum kendimle
Yendim…
Yendim…
Yenildim…
Ruhumun ilhamlarına sığınıyor iç sesim
Dar sokaklardan geçiyor çığlıklarım
Mağlup olmuş bakışlarım
Hadi baştan
Aldım, verdim, ben seni yendim…
Yen-dim…
Yen-dim…
Ye-nil-dim…
Bu sefer vurgulu çıkıyor her hece
Yankılar zihnimin kıvrak koridorlarında:
Dim, dim, dim…
Ye-nil-dim…
Zamana yolcuğa göz kırpıyor anılar
Rafların tozundan nasipleniyor başımdaki kır saçlar
Açığa çıkıyor defteri kapanan hesaplar
Alacaklıyım aslında her karesinde
İstemekten de yorulmadım her seferinde
Lakin,
imtihanlar kuşağı hemhemesinde
Nuh’un (AS) nidasına kardeş bir serzenişle
“Mağlup oldum Ya Rabbi!” ile benzer bir nefesli beste:
Yenildim…
Yunus (AS) gibi bir kaburga presinde
Sesim zamanın dalgalarına karışıyor
Kendine zulmetmenin inkisarı hücrelerimde
Sesim beden kuyusundan dışarı sadece
Üç heceyle atabiliyor kendisini, alelacele
Yenildim, yenildim, ye-nil-dim…
Neden mi bu kendime adım sayış
Neden mi bitmek bilmeyen bu arşınlayış
Çünkü, çünkü…
Sefinemi yağmaladı zamanın bedevileri
Yağmaladılar acımasızca, dünya dilencileri
Hayırda yarışmaktı ziyneti oysa
Yolcularımı savurdu dalgalar
Herkes can telaşında
Canan telaşında, evlât arayışında, hayat kavgasında…
Nehir mi desem deniz mi
Yoksa bir okyanus mu düşülen
“Ol” emrini kuşanmış bir omuz edasında.
Kıyıya uğurluyor sefinemin emanetlerini
Üzmüyor, dağıtmıyor bedenlerini
Şecere-i yakte doğru itiyor takatsiz tenlerini
Ben, ben ise…
Elimi Arşa kase yapmış, seyirdeyim
Yüreğim emanetler kadar, parça parça.
Nükseden hastalıklar bünyemde hapis
Zerkedilen zehirler cüssemde hapis
Uyumayan dertler, müptelâm
Zihnim, kalbim hep uyanık, abdestim hapis…
Sefinem tamamen selamete erene kadar can, can ise tende hapis
Izdırabım ızdırar ile kardeş
Dualarım felâhın kapıcısı
Ferec ve mahrece kapı aralığı gözlüyor gözlerim
Derdimin adı belli: Sefinem
Seferin Sahibi (CC) belli, duam tek sermayem
Ve dilimde o üç hece
Ye-nil-dim…

Ceylan Güriçin

Hindiba (Gidenlere) / İbrahim Sayar

Elinde ak saçı, gökte nazarı

Güneşten kaküller biçmeye gitti

Umuda bırakıp kör intizarı

Yeni hayallerle uçmaya gitti

Ardına alarak deli rüzgarı

Suyun ötesine geçmeye gitti

Köklerini esir alan diyarı

Bırakıp zulümden kaçmaya gitti

Unutmadı  hayat veren pınarı

Bir daha suyundan içmeye gitti

Geride bırakıp anayı, yarı

Uzak diyarlara göçmeye gitti

Bilerek bekleyen garib mezarı

Gurbete tohumlar saçmaya gitti

Verebilmek için yine baharı

Sapsarı çiçekler açmaya gitti.

İbrahim Sayar

Yolculuk / Yaşar Beçene

Bu ıssız yerlerde ıtır kokusu
Apansız rüzgârın önünü keser
Bak çoktan bölünmüş ayın uykusu
Kayan yıldızlarda sırlı her haber
Bu ıssız yerlerde ıtır kokusu

Ah yorgun ah bezgin kaldığın anda
Hadi der mırıldar narin bakışlar
İfritten karanlık ne arar suda?
Güneşin kalbine sırlı akışlar
Ah yorgun ah bezgin kaldığın anda

Kavuşma hayali düşer dallara
Ha güldü gülecek açan tomurcuk
Gölgede yaşama kendini ara
Bir vakit ansızın biter yolculuk
Kavuşma hayali düşer dallara

Yaşar Beçene

İnilti / Tahsîn-i Kelâm 

Anam yok dert yanayım
Babam yok dayanayım
Yar gelmemiş ayayım
Gönlümün gök yüzüne

Çekmez gönül kantarı
Neşe yok gam ambarı
Bürür bu şom zemheri
Hüznümün örtüsüne

Kâh baygın kâh ayılmış
Bitmeyen yolda yılmış
Ömür gün gün takılmış
Vaktin tel örgüsüne

Bak halime nâzenîn
Baş ayakla hemzemin
Bendeki dert kimsenin
Benzemez öyküsüne

Nerdesin ey âşinâ
Bir çıkmadın karşıma
Yenildim bir başıma
Hayatın döngüsüne

Başı sonu bir hiçtim
Gam renkli kaç ton içtim
Bilmem ne değer biçtin
Sözümün vurgusuna…

Tahsîn-i Kelâm 

Nenem / Adem Yağmur

Yüzündeki derin çizgilerin, yaşanmamış yıllardan alacağı olduğu belliydi. Sessizliği, zamanın kör kuyusundan çıkarmış, kendine yoldaş etmiş. Ara sıra kendi kendine konuşmasını duymasam, konuşmayı unuttuğunu zannedeceğim. Büyük dayım, nenemin en  çok  benimle konuştuğunu söylerdi. Bana en çok yavruuum, bazen de yavrumun cücüğü derdi.  Cücük kelimesi benim için çok komikti, kendi kendime, ben bir  cücüğüm der gülerdim. Köye her gidişimizde onunla geçirdiğim zaman çok kıymetliydi. Beni görünce gökkuşağı oluşurdu gök  yüzünde. Öper, koklardı. Süzerdi beni  nemli gözleriyle…  


Sabah erkenden kalkar akşam herkesten sonra yatar, yarın çoooook işim var derdi. Yaşıtlarımdan  çok nenemle oynardım ama onun çooook işi olurdu. Ekinleri biçilmiş tarlada akşama kadar top oynardık. Toza toprağa bulanmış halimizle, buz gibi Irmasan Pınarı’na girerdik.  Bir gün suyun içinde eğlenirken elinde sopayla Yeter teyze belirmişti.  Bu durumu gören Ahmet sudan hızla çıkarak yalın ayak evin yolunu tuttu. Yeter teyze oğlunun arkasından koşarken, ocağı sönmeyesice  sen eve varda ben sana yapacağı biliyom diye söyleniyordu. Bu manzaradan vaktin geç olduğunu anlayan herkes benim gibi evin yolunu tutmuştu. Ne kadar geç kalsamda beni kapılarda bekleyenimdi Nenem. Bayırdaki evin yola kadar olan bölümü bahçe yapılmıştı. Bahçenin içinde kaynak suyunun oluşturduğu küçük bir göl vardı. Suyun çevresindeki nemli topraktan, evler yapardım. Göl kenarında, içinde birkaç hayvanında olduğu küçük bir çiftlik oluşturmuştum. Nenem yaptığım bu çiftliği görünce, insanın içindeki cennet demişti. Hayat kaynağımdı Nenem.

Yayıkta süt yayar, tereyağ yapardı. Sabah kahvaltısındaki  tereyağlı yumurtanın kokusunu, tadını hâlâ unutamam. Evde bol yayık ayranı ve tereyağlı bulgur pilavı olurdu. Köydeki en güzel yemeğim bunlardı. Bahçedeki şeftalileri ilk gördüğümde çok şaşırmıştım. Meyve ve sebzelerin bahçe de yetiştiğini görmek beni çok heyecanlandırmıştı. Ogün çok sayıda ham şeftali yemekten dolayı karın ağrısıyla uykusuz bir gece geçirmiştim. Teyzem bu durumu farkedince bana kalayı bastı ama yine bana sahip çıkan koruyucu meleğim devreye girdi; Sus bakalım, çocuk zaten rahatsız…   Bahçeden  göçmenin üzerine giydiği yarım eteği sebze meyve ile doldurarak döner. Ben o eteğin içine elimi daldırıp karıştırmayı çok severdim. Sulu bir domatesi dişleyerek yemek, ne güzel günlerdi. Bereketli bir toprak gibiydi nenem. Konuşmalarımla dalga geçen köyün çocuklarıyla oynamayı seviyordum. Benim ismim Güssüm Ebe’nin oğluydu.  Köyde hâlâ bu isimle anarlar beni. O benim anneannem derdim, çocuklar  bu sözüme katıla katıla gülerdi. O senin Eben oğlum, eben derlerdi. Şimdi  yokluğunda ismine sığındığım nenem.

Son günlerinde beni hatırlamaz olmuştu. Ben ellerini öperdim o da berhüdar ol evladım der, etrafındakilere kim bu çocuk diye sorardı. Mekanın anlamının, içinde yaşayanlardan dolayı olduğunu nenem  bu dünyadan göçüp gidince anladım.  O bizi terk edince, köye dair hafızamda yer alan her şeyi de alıp götürmüştü. Yaşadığım şehirle köy arası  yakın olmasına rağmen, ondan sonra  mesafeler  anlamsız rakamlara dönüşmüştü. Köye gittiğimizde dayılarım ve teyzelerim hiç ondan bahsetmiyor, bundan sonraki hayatları için lazım olan toprak, bağ bahçe paylaşımlarından bahsediyorlardı. Bir hayal gibi geçip gitmişti Nenem.
Nenemi en çok da köye yağmur yağınca hatırlıyorum. Yağmurdan sonraki toprağın kokusuydu Nenem.
Mutfak olarak kullandıkları yerde hem oturulur hem de yemek yapılırdı. Nenem buraya ocaklık derdi.  Burada üçlü sacayağının  üzerinde her zaman tencere tava olur ama hepsi simsiyah olurdu. Ocağın yanmadığı zamanlarda sacayağının yan yatırıldığını görürdüm, sebebini anlayamamıştım ama daha sonra Nenemden, şeytan yemek pişirmesin diye böyle yapıldığını öğrenmiştim.  Sabahları odun ateşinde, bolca yağ konulan, siyahlığından alüminyum olduğu belli olmayan tavada kızartma yapılırdı. Nenem patates, biber, patlıcan, kabak  kızartırken beni de  ocağın yan tarafına oturtmuştu.  Ocaklığın etrafındaki  minderlerin hiç birinin renk ve deseni birbirine uymasa da  hepsi de alabildiğine temiz ve düzenliydi. Burada  ocağın altına çalı çırpı atar,  kızarmakta olanları tabağa alır ve bana da bir şeyler anlatırdı. Ben çoğunu hatırlamıyorum ama güzel şeyler anlatır, arada güler, bana iltifat ederdi. Ben dumanın bacadan dışarıya doğru süzülüşüne dalardım.  Kırmızı bir alev, kuru odunlar ve göğe doğru yükselen beyaz bir duman.  Dumandan  oluşan şekiller,  bazen korkunç bir canavara, bazen süzülen bir kartala  benzerdi. Nenem  ineği sağarken,  bembeyaz  sütün kovayı doldurması bana çok ilginç gelmişti. Köpürte köpürte kaynattığı sütü içersem boyumun uzayacağını söylerdi. Ben de bir gün kahvaltıda sütü içtikten sonra, Nene sütümü içtim boyumu ölçer misin? diye söyleyince sofradaki herkes kahkahalarla gülmüş. Bu hatırayı bana annem anlatmıştı. Şimdi bu anımı kendi çocuklarıma gülerek  anlatıyorum.

Adem Yağmur 

Sen İçerdeyken Ben/ Zeynep Ayva

Sen içerdeyken ben dışarda  

Çocuklara baktım 

Yemek yaptım    

Umudu pişirdim ocakta 

Bazen de yaktım 

Kirayı yatıramadım  

İş aradım, bulamadım  

Çok kazanırım sandım 

Örgü örüp sattım

Yine de aç kalmadım

Ama bazen kendimi saldım  

Sonra bir Ahmet Kaya açtım 

Emin ol, her şarkısında sen vardın 

Sen içerdeyken ben dışarda  

Pirincin taşını ayıkladım   

Ha, haberin olsun 

Bazı dostları da! ayıkladım  

Sizinkilere çattım 

Bazısını koparıp attım

Ama hak ettiler tatlım

Sen gocunma sakın  

Ben hiç gocunmadım  

Kendime toz kondurmadım  

Fakat, yakıştırmadım 

N’apiim, dayanamadım hayıflandım 

Bir bilsen, ne çok insan ayıpladım 

Kınadığım ne varsa yaptım 

Ama emin ol, hep ismini sayıkladım 

Sen içerdeyken ben dışarda 

Kendimi bol bol sorguya çektim 

Çekindim, sonra kabuğuma çekildim  

Bazen dayanamadım, kılıçları çektim  

Hayallerimi kurban ettim gerçeklere, bittim  

Merak etme iyiyim, ölmedim  

Kaza süsü verdim 

Ama emin ol, yaşamaya devam ettim 

Sen içerdeyken ben dışarda 

Birilerini aradım  

Herkes meşguldü, yalnız kaldım 

Tek başıma sarma sardım 

Sonra yaralarımı sardım 

Canım acıdı, burnum aktı  

Gözüme bir şey kaçtı, ağladım 

Kalktım, mendil aradım  

Amaan, boş ver sen bunları, abartım  

Galiba biraz da saçmaladım

Ama emin ol, tüm bunlar olurken

Yanımda sen de vardın

Sen içerdeyken ben dışarda  

Kendimi geliştirdim  

Yabancı bir dil öğrendim 

Pabuç kadar dil

Odun kırmayı öğrendim  

Kalp kırmayı  

Sonra yakmayı    

Gemileri yakmayı  

Satmayı öğrendim  

Umut satmayı  

Ama emin ol,   sana da sattım   

Sen içerdeyken ben dışarda 

Her gün evin eksiklerini saydım  

Aralarında sen de vardın  

Annemlerle annenler arasında 

Uzun voltalar attım    

Beynimin hücrelerinde adımladım  

La havle çektim, tesbih salladım 

Tavanı mavi olan bir hapishanede  

Herkesten saklandım  

Bazen de serbest serbest dolandım  

Ve bir gün polise yakalandım  

Ne bileyim ben, çevremde kimse yok ki

Görünmezim sandım

Ama emin ol, ben hep senin yanımdaydım  

Sen içerdeyken ben dışarda   

Çok acı çektim, sonra yedim   

Görüş günlerini iple çektim  

Hazırlandım, süslendim  

Sana belli etmeyeyim diye

Acıyan yanlarımı törpüledim, gülümsedim  

Ama gelirken arabam bozuldu,   sonra psikolojim   

Sevinçten ağladım,   sinirden güldüm

Kahkaha attım,   geri döndüm

Çok işim vardı, evi süpürdüm

Ama emin ol,   çok üzgündüm  

Sen içerdeyken ben dışarda  

Çok unuttum  

Kiraları, faturaları

Evden çıkarken, anahtarı

Eski dostları, bazı anıları

Unuttum ve bilemezsin çok hata yaptım

Ne de saftım

Aaahh, çalışmadığım yerden sınandım

Ve galiba, sınıfta kaldım

Çıldırdım, kafayı yedim

Tövbe ettim, dua ettim  

Allah affetsin,  bazen de küfrettim  

Sonra içtim  

Her şeyin üstüne 

Bir bardak soğuk su içtim  

Gittim çay demledim 

Tasayla demlendim  

Eledim elendim

Bilmem ki ben hangi bendim

Ama emin ol, kalbimdeki, hala sendin  

 

Sen içerdeyken hükümet her şeye zam yaptı  

Yumurta besleyici hem de tok tutardı 

Ben her gün yumurta haşladım  

Oğlanlar gürültü yaptı  

Onları da haşladım

Biraz azarladım

Bazen de tartakladım

Ceketimin sol üst cebinde, vicdan azabım  

Her şeyden uzaklaştım

Tıpkı hayvanlar gibi  

İnsanları uzaktan sevmeye başladım  

Bilirsin ben hayvanlardan korkarım  

Ama emin ol, aynısını sen de yapardın 

Sen içerdeyken ben dışarda  

Sessiz çığlıklarımı etrafa savurdum   

Avazım çıktığı kadar sustum  

Bazen sözleri kustum, bazen de yuttum   

Sandım ki ben tam oldum

Olsun, bugünüme de hamdolsun   

Dedim yine sustum   

En çok da, kendimle konuştum  

Yordum kendimi, yoruldum, çok yoruldum  

Öyle yoruldum ki bazen seni bile unuttum

Anılara sarılıp uyudum  

Uyanmak için saat kurdum  

Ah şu gömleğin  

Yataktaki boş yerin  

Ters dönmüş terliğin  

Aferin başardın

Emin ol, yine kendini hatırlattın 

Sen içerdeyken ben dışarda  

Yeni benle tanıştım  

Hiç memun olmadım   

Asıl kendimi aradım, bulamadım  

Sonra ağladım, çok ağladım  

Anamı da ağlattım  

Hasta oldum, hapı yuttum  

Hamdım piştim, dibime tuttum  

Ve bir gün sen ansızın karşımda durdun  

Bense hala yanımdaki seni bekler oldum  

Ve artık bir de kendimi

Bu kez ben kayboldum

İçimde hapsoldum

Sık sık ziyaretime gel olur mu

Hangi ben karşılar seni 

Onu artık sen bileceksin 

Emin ol

Başkaları değil ama sen   

Yeni beni de seveceksin.

Gün Görmemiş Şarkılarımız Var Bizim / Zehra Yılmaz

 Gün yüzü görmemiş ŞARKILARIMIZ  var bizim, notası olmayan,  manası dostlara ayan, bestesi göklerde yazılan, mazlumların kulaklarında her bir harfi asılı kalan, gözlerinde buğu buğu hasret  taşıyan, hikayesi alemlerde dolaşan şarkılarımız var bizim .

    Uyku kaçıran MASALLARIMIZ  var bizim, hayret ve hayranlık kokan, kül kedisinin gecenin on ikisinde arabasının bal kabağına dönüşmesi gibi, bir gece ansızın hayatlarımızın, ünvanlarımızın dönüştüğü masallarımız var, içinde kırmızı başlıklı kızdaki gibi hain kurtlar var,  yedi cüceler gibi, yürekleri büyük kahramanlar var, iyilik perilerinin sihirli değneklerinden daha etkili mucizelerimiz var, OL deyince OLDURAN’ımız var, henüz tamamlanmamış  masallarımız var bizim.

      Çifte kavrulmuş ACILARIMIZ var bizim, ciğerimize saplanan hançer gibi tâ derinden hayatlarımıza saplanmış,   gizli gizli büyüttüğümüz acılarımız var, tarif edilemeyen, paylaşılamayan, anlatsan anlaşılması imkansız,  gece uykularımızı kaçıran, anayı babayı evlattan ayıran, bebeklerin saçlarını ağartan, babadan oğula miras kalan acılarımız var bizim.

    Hiç bir kitapta yazmayan,  yeni üretilmiş  SUÇLARIMIZ  var bizim, karşılıksız sevmelerimiz suç, şiirimiz şarkımız suç, Leyla ile mecnunu kıskandıran kara sevdamız suç, kara kaplı kitaplara yazılan isimlerimiz, Rabbin önünde iki büklüm  cisimlerimiz, herkesi sarıp kuşatan iklimlerimiz suç… Velhasıl çok büyük suçlarımız var bizim.

    Paha biçilmez  DOSTLARIMIZ var bizim, yüzleri aydan aydınlık ,  bahtları geceden karanlık , yürekleri Allah’a dost olanları içine alacak kadar açık, her dokundukları  yüreği umutla  dolduran,  her girdikleri bahçeyi gülşene çeviren, dünyada hayırhâh, ahirette komşu, kötü günlerin olmazsa olmazları, düğünde bayramda halay başı, ödüller dağılırken arka saflarda, cennette Kevser havuzunun başında Büyük Sultanla buluşmayı bekleyen dostlarımız var bizim.

     Sudan ucuz DÜŞMANLARIMIZ  var bizim, aynı çatının altında lakin bir o kadar uzaklarda, orda bir yerlerde unutulmuş, yeryüzünde yaşasalar da kalplerimize gömülmüş, sonbaharda savrulan yapraklar gibi sevgisi kurutulmuş,  bir zamanlar dost bildiğimiz düşmanlarımız var bizim …

    Kalpten edilmiş DUALARIMIZ  var bizim, ayrı mekanlarda, ayrı dilden okunan, aynı kalpte ısıtılan, her gün daha fazla kabulüne inanılan, düşmanı korkutan, dostu ferahlatan, güneş gibi ruhta yeni bir güne yelken açan, olmazları oldurana ulaşan, kalpten edilmiş dualarımız var bizim.

  Taze çıkmış UMUTLARIMIZ var bizim, topraktan yeni fışkıran fidanlar gibi taze ve metin, ruhlara ferahlık veren, yüreklere  selametli gelen, yazın çınar gölgesi gibi serin, kışın kömür sobası gibi emin, taze çıkmış umutlarımız var bizim.

Zehra Yılmaz

Ekmek / Adem Yağmur

Evdeki sessizliği pencerenin önündeki minik serçeler bozuyordu. Sofradaki ekmek kırıntılarını, bayat ekmek parçalarını pencerenin dış tarafına bırakırdı. Bunları gören kuşlar her gün uğrar, nasiplerine düşeni alırdı. Ürkek adımlarla etrafı gözetleyerek gelen kuşlar hızla, yiyebilecek kadarını yer, büyükçe bir parçayı da ağızlarında götürürdü.

Gittikleri yeri bilmiyordu ama yavruları olsa gerek der, her defasında pencere kenarına biraz daha fazla ekmek bırakırdı.


Eve giderken sokağın başındaki bakkaldan öğle yemeği için bir şeyler aldı. Ne zaman yemek hazırlamaya başlasa içini bir hüzün kaplıyor. Burak olmasa yemek de yemeyecek ya. Sofrada bazen duygulanıyor, torununa hissettirmeden peçeteyle gözyaşlarını siliyor. Evinin direği, yiğidi bu dünyaya veda edeli on yedi yıl olmuştu. ‘’Ellerine sağlık hanım! sözünü duymayalı tam on yedi yıl.


Bereket, huzurun bir parçasıydı, eşyaların gülen yüzleri vardı. Ayna bir başkaydı, kapının zilinden her gün yeni besteler geliyordu. Şimdi hepsi suskun, hepsi üzgündü. Gelini ve oğlu çalıştığı için, hafta içi her sabah torunu Burak gelir, evdeki sessizliği o bozardı. Hafta sonu o da yoktu.

Sabahları güneş doğmadan ve ikindi vakti balkonda sandalyesinde oturur, bir bardak çayın yalnızlığına sığınırdı. Balkon küçük bir bahçe gibiydi; güller, karanfiller, şebboylar hatta bodur bir limon ağacı bile vardı. Çiçeklere konan serçelerin şarkılarını dinleyerek, toprak kokulu köyünün özlemini yatıştırıyordu.


En son, trenle gitmişti köyüne. Köprülüden gelen tren üç günde bir, sabah saat 6:00’da buradan geçerdi.
Uzun bir aradan sonra ziyaret ettiği ata yadigârı evleri yıkılmaya yüz tutmuştu. Her gelişinde evlerinin bir yerini, gücünün yettiğince onarmaya çalışır. Ben hayattayken yıkıldığını görmeyeyim yoksa, yoksa…

Yine istasyonun yolunu tutmuştu. Hava biraz serindi. Gökyüzünü bir bahar güneşi aydınlatmaya başlamış, birazdan o da durağa misafir olacaktı. Büyük bir gürültüyle homurdanarak yaklaşan kara trenin uzaklardan duyulan sesiyle herkes raylara yaklaştı. O, en son binmek, doğduğu büyüdüğü bu köye iyice bakmak istiyor zira buraları bir daha görme imkânı olmayabilirdi. Annesinin ‘’Kızım seni kaçırırlar.’’ sözünden dolayı çocukken gelemezdi bu küçük istasyona. Şimdi ise ana-babasını toprağına bıraktığı bu köyden kaçarcasına uzaklaşıyordu. Biraz daha vakit geçirsem, şu taş duvarlara, geçmişime biraz daha baksam…


Köy artık tepelerin arkasında kalmıştı lakin buraların havasını solumak mazide ki tatları hissetmesini sağlıyordu.

Yataklı bir kompartımanda yer bulabilmişti. İki erkek, bir kadın ve üç tane de çocuk vardı. Selam vererek kadının yanına oturdu. Kısık bir sesle selamını alan kadının konuşmak istemediği her halinden belliydi. Tren sarsılarak hareket etti. İçeride trenin sesinden başka bir ses yoktu. İstemsizce göz göze gelmelerin sıkıcı atmosferi içerisinde yolculuk devam ediyordu. Sessizliği ara sıra çocuklar bozsa da babalarının kaş göz işaretleriyle onlarda tekrar suskunluğa gömülüyordu.


Yerinden kalktı, pencereye yaklaşmak istedi ama karşılıklı oturan iki erkek ve arada ki masa, onun pencereye ulaşmasına engel oldu. O da daracık koridora yöneldi, ellerini pencereden olabildiğince dışarıya uzattı. Köyünün hızla uzaklaşan manzarasından birkaç parça koparmaya çalıştı.

Avuçlarında biriktirdiklerini rüzgârlara bıraktı. Herkesten aldığımı yine herkese, belki eksiğiyle iade ediyordum diye düşündü.


Balkonda yine kahvaltı masasını hazırlıyordu. Birazdan Burak burada olurdu. Masaya bir tabak bayat ekmek kırıntıları bıraktı.

Babasının her yıl tarladan elde ettiği buğdaylardan bir çuvalını kuşlara yem olarak ayırmasını o zamanlar anlayamamıştı. Babasından miras kalan bu hatırayı şimdi bu küçük balkonda canlı tutmaya çalışıyordu. Bir gün, baba niye kuşlara yiyecek atıyorsun diye sormuştu. Babası bir süre sessiz kaldı, derin bir nefesten sonra ‘’Kuşlara, ekmek bırakanlar giderse buradan, kuşlarda kalmaz gider, gelmezler bir daha’’ sözü hâlâ kulaklarında.


Atımızın, ineğimizin, eşeğimizin bir adı, hatırı, değeri vardı; Rüzgâr, Sarıkız, Karagöz. Onlar taşıyamadığımız yüklerimize dayanak, ırak yerlere yoldaş, katığımıza aş olurdu. Annem bizim sarıkızı sağarken hep türkü söyler karnını sıvazlardı. Babam, Rüzgâr’a kaşağı ile masaj yapar, yelelerini tarar ona “Oğlum” derdi ama oğullarına hiç hayvan demezdi. Zil çalınca kendi kendine konuştuğunu fark etti. Kim o! demeden kapıyı açtı. Hafta içi her sabah bu saatlerde aynı işi yapıyordu.

Anneciğim, Burak sana emanet ben geç kaldım. Tamam kızım, sen işine bak. Geliver, gurban olduğum diyerek torununun yanağından bir öpücük aldı. Babaannesinin kucağına gelirken her iki yanaktan öpücük vermeye alışmıştı. Burak, Nenee! ben acıktım dedi. Ben de kahvaltımı yapmadım seni bekledim guzuuum dedi.
Yemek yerken balkonun korkuluğuna gelen kuşlar için ekmek parçaları attı. Her sabah bu manzaraya şahit olan Burak, Babaanne bu kuşlar senin mi? diye sordu. Ne diyeceğini bilemedi. Kısa bir sessizlikten sonra, zor da olsa dudaklarından bir Evet cevabı çıktı. Nenee! bu kuşlar benim olsun mu? Hadi bakalım ekmekleri sen at ki bu kuşlar bundan sonra senin olsun dedi.

Adem Yağmur

Bûselik Makamında / F. Verâ Deniz

Vakit gece…
Karanlık …
Zaman gece, asır karanlık…
İçime içime ağlıyorum, kalbim acıyor, çok acıyor anne.
Ruhum bedenime sığmıyor.
Yüreğim bir kafese sıkışmış minik bir kırlangıç gibi. Çırpınıyor, çırpınıyor çıkamıyor anne.
Oysa umut şarkıları söylemeyi severim ben…
Umudu fısıldamayı yüreklere…

BÛSEGÂH EYLEDİM YÜREĞİMİ

Annem öpse geçerdi ben küçükken.
Düştükçe acıyan yaralarımdan.
O öpmedi. Yaralarım da geçmedi.
Şimdiyse annem yok. Yaralarım da öpmekle geçmeyecek kadar çok…
Ne diyelim;
Mevlâ öpsün yaralarımızdan….

Gecenin halvet koylarında hüznünle başbaşa kaldığında Mevlana gibi: “Ağlayabilir miyim gönlüm müsaadenle, şöyle katıla katıla şimşekli bir gökyüzü gibi?” dersin. Göğüs kafesine sığmayan kederleri salıverircesine. Bütün acılarını, acıtılmışlıklarını toplayıp da tek bir hüznün içinde, coşkun bir sel gibi gözyaşlarını akıtırcasına. Oysa içime içime ağlamayı bilirim ben. Kimseler duymadan, kimseler görmeden…

Yüreğimi Hû’ya yaslayıp içimi çeke çeke ağlamayı… Serapa bir gözyaşı bestesi ile gönlümden semalara açılan pencerelerde serenad yapmayı severim.


Hayat insanı iğnenin deliğinden geçirirmiş gerçekten de. Hâr içinde Nâr gibi yandıktan sonra görünürmüş Hû’nun Nûru. Kalbin tepelerine tırmanan ve zümrüt yeşili dua ağaçlarının dallarını sallayan herkese, gecenin zülüflerinden bir şimşek göz kırparmış. Ufuklar gökgürültüleriyle lerzeye gelir sağanak sağanak rahmet yağmurlarını yağdırıverirmiş.

Meğer bizim zemherilerimize de cemreler düşermiş. Düşermiş de biz dert sanırmışız dermanlarımızı. Lütfun cebir dalga boyutunda tecellilerini yaşamayı musibet sanmışız yıllarca. Oysa;

Celalinin içindeki Cemal tecellileriyle öpüyormuş yaralarımızdan Yaradan.

Kime – Neye güvenip dayanmışsak hepsinin zeval, firak ve eleminin gözyaşını dökmüşüz. Kalbi rakîk, gönlü kırıkların yaslandığı bir dağ varmış. Tâ uzak diyarlarda değil. Tam da şuracıkta yüreciğimizdeymiş bu dağ. Yaslandığımızda rıza, güven ve bitimsiz muhabbeti yaşatırmış. Tevhid-Teslim-Tevekkül-Tefviz tepeciklerini tırmana tırmana çıkarmışız bu dağın kemâl zirvesine. Öyle bir dağmış ki bu dağ, taşları şak şak olur, sonra bu taşların arasından kevser misal âb-ı hayat suları fışkırırmış. Dünyanın denî yaralarına şifa olurmuş bu sular.

“Şimdi neye sığınacaktır: Hikmet burcuna geçer…
Dışımızdaki zamanın içimizdeki vakti nasıl çabuk tükettiğinin acısıyla,
Şikayetlerin, isyanın şiiri; zamanla yerini, kabulün, benimsemenin, vazgeçişin şiirine bırakır” (Necatigil, Bile-Yazdı)

Karadutun lekesini yine karadut çıkarırmış ya hani, öyle de derdim dermanımmış amenna ve sadaknâ. Celalininin içindeki Cemal tecellilerini zerrelerimize kadar hissettirerek öpüverdin ya yaralarımızdan, zaten bir Sen (C.C) öpersen geçerdi o yaralar. Bir Sen (C.C) öpersen cennet reyhanları dokunurdu yaralı ruhlara…

Annem öpse geçerdi ben küçükken. Düştükçe acıyan yaralarımdan. O öpmedi. Yaralarım da geçmedi. Şimdiyse annem yok. Yaralarım da öpmekle geçmeyecek kadar çok…
Ne diyelim;
Mevlâ öpsün yaralarımızdan….

F. Verâ Deniz

Yük(sük) / İ. Murat Öner

Ayıran ve kavuşturan nehir’e….

“Gelince ben seni kaldırırım” dedi Nevin annesinin endişeli yüzüne bakarak. “Merak etme canım. Sen git yat.” Bu uzun ve sıcak yaz gününün sonundaki karanlık ona bunu söyletmişti. Alışkındı aslında babasının uzun yolculuk serüvenlerine. Anadolu’nun bir köşesinden diğer köşesine savrulur dururdu babası. “Kamyoncunun işi belli mi olur Nevin’im. Beni merak edip durmayın.” Odadaki tek lambanın ışığının altında annesi, kızının çeyizi için çalışıyordu. Nişanlı kızı, yakında dünya evine girecekti. Kendi gibi güzel bir insanla karşılaştırmıştı Yaradan. Duaları hep böyleydi. Şimdilik endişeliydi. Koca yürekli adam hala eve gelmemişti. İçinin çırpınışlarını kızına hissettirmek istemiyordu. Yakında tekrar gidecekti okuluna Nevin. Köy öğretmeni Nevin, köyüne gelmişti. Canım Nevin’im, güzel kızım!

Hasna anne gözlüklerinin üstünden kızını süzdü. Pencereden dışarı bakıyordu Nevin. Yüzündeki ‘tasalanma annecim’ gülümsemesini hemen fark etti. Göz göze geldiler. Nevin bakışlarını kaçırıp ocakta fokurdayan demliğe doğru yürümeye koyuldu. “Annecim, çayını tazeliyorum.”

Nevin hayali olan öğretmenliğe sanki bir gecede geçmişti. Köydeki hayali öğrencilerinden, ki genellikle minnoş kediler ve minik köpekler okulculuktan en çok nasibini alanlar idi, gerçek öğrencilerine kavuşmuştu. Ankara’daki mezuniyetinde boyunlarına atlamış, gözlerini, yüzlerini öpmüştü. Ah be kızım utandırma beni böyle milletin içinde. Tam 20 yıl sonra büyük bir sürpriz yaparak gelmişti Nevin annesinin kollarına. Başka çocukları da olmadı zaten. Kamyoncu Ahmet ve Hasna annenin tek evladı. Hemen oracıkta Metinle, müstakbel eşiyle, tanıştırmıştı onları.

Nevin annesinin çayını tazelerken bir yandan da duvar takviminde yuvarlak içine alınmış Ağustos’un beşine baktı. Neyse daha üç hafta var gitmeme. Ayrılmanın acısı, kavuşmanın sevincini elinden alıyordu. Hayat işte. Evinden ayrılır ayrılmaz annesini ve babasını özlüyordu Nevin, ama öğrencilerini düşündükçe heyecandan nefesi kesilecek gibi oluyordu.

Hasan şimdi ne yapıyordur acaba, Esma, Kerim, Seniha… Ya Mehmet, afacan Mehmet. Başlarını okşamayı, onlarla konuşmayı özlemişti yaz boyunca. Kışın sınıfta kestane pişirmeyi özlemişti. Her burnu akan, öğretmenlerinin elinden papatya çayı içmek için sıraya girerdi kışın soğuğunda.

Bir an annesinin hünerli parmaklarına gözü takıldı Nevin’in. Sanki bütün endişesini, korkusunu ilmek ilmek beyaz beze dokuyordu. Elleri titrekti. Nevin, annesinin iç sesinin de aynı titreklikte olduğundan emindi. Hasna anne sessizdi, ama bu sessizlik Nevin’in kulaklarında uğulduyordu. Ah anne bu kadar endişelenmesen, n’olur? Babacım neredesin bu saatte?

“Aradığınız kişiye şu an ulaşıl….” Nevin telefonunu iç çekerek kapattı. Belki bu yirminci denemesi idi. Gecenin karanlığında incir ağacının altında oturduğu yerden masaya kapandı. Kafasını kaldırınca annesinin oturma odasının penceresinden merakla ona doğru baktığını gördü. Elini annesine sallayarak ayağa kalktı ve evin giriş kapısına doğru yürüdü. Hasna anne kızını oturma odasının kapısında karşıladı. “Var mı bir haber kızım?” “Annecim telefon hala kapalı. Babamı biliyorsun. Telefonla arası hiç yoktur. Merak etme.” Yaşlı kadın sendeleyerek saatlerdir oturduğu yere gidip yığıldı. Nevin, aceleyle hiçbir şey sormadan annesine bir bardak su uzattı. “Bahtiyar ol yavrum.” Bir an Nevin’in gözü yere yuvarlanmış yüksüğe takıldı. Annesinin kucağından düşmüş olacağını düşündü. Gözleri iyice zayıflayan Hasna anne, iğnenin şerrinden yüksükle korunuyordu.

Saatler sonra köyün tek camisinden sabah ezanının sesi yükselirken yaşlı kadın seccadesinde dua ediyordu. Gözleri kapalı, elleri yüzünün üzerinde. Nevin annesinin bu duruşuna çok alışkındı. Uzaklarda iken ne zaman annesini hatırlasa, hep bu hali gelirdi gözünün önüne. Gecenin karanlığında dua ile sağa sola sallanan beyaz yaşmaklı bir baş. Bir de tespih tanelerinin şıkırtıları. “Nevin, Nevin kızım.” Nevin yarı uyku mahmurluğuyla irkildi. “Baban mı geldi? Bir motor sesi geliyor.” Nevin dışarıya attı kendini. Sabah alacakaranlığıyla karşısındaydı. Hızlı adımlarla bahçe kapısından dışarı çıktı. Evet gelen babası idi. Sevincinden ağlamamak için ellerini ağzına kapatmıştı. Evden dışarı çıkmakta olan annesini görünce gülerek el salladı. Annesi şükür içerisinde ellerini yüzüne ovuşturup duruyordu.

Ahmet amca kamyondan inerken suçlu suçlu kızına ve eşine baktı. “Niçin bu saatte ayaktasınız? Hiç yatmadınız mı?” Telefonunu nasıl kaybettiğini, şehirde anlaşılmaz büyük bir kargaşa olduğunu, defalarca polis tarafından durdurulduğunu anlattı. Aklına bir yerde durup telefon etmek geldiğini ama buna fırsat bulamadığını söyledi yorgun gözlerle ona bakan kızına ve eşine. Aslında Nevin ve Hasna anne koca yürekli insana sağ salim kavuşmanın verdiği rahatlıkla şehirde ne olduğunu pek umursamadılar. Ne olabilirdi ki zaten?

Başını yastığa koyunca eşsiz bir sükunetle gözlerini kapattı Nevin öğretmen ve birkaç gün sonra olacak şeylerden habersiz uykuya daldı. Çok sevdiği okuluna ve öğrencilerine kavuşamayacaktı Nevin. Metini hiç kimse dünya gözüyle bir daha göremeyecekti. Hasna annenin vefat haberini gözü yaşlı babasından haftalar sonra binlerce kilometre uzakta alacaktı. Cebinde babasının kamyonundan kalan son parası ve annesinin yüksüğüyle bir nehir geçmiş olacaktı Nevin.

İ.Murat Öner

WordPress.com'da bir web sitesi veya blog oluşturun

Yukarı ↑