Sitem/ Yakup Kenan

Varın selam söyleyin vatanıma
Bir tas su içtim o da geldi burnumdan
Ayrı düştüm anadan babadan yardan
Evlat kokusu sinmiş elbiseler kokladım
Gurbet kuşlarını geceleri uğurladım

Yorgun nefesler karıştı birbirine
Çamur yağmur kan ter içinde
Sımsıkı bir ümide yolculuk
baharın sevdalısı koca yüreklerle

İnceden bir sitem ve bir selam
Dağılan yuvalardan tüten duman
ocak ocak yanan karasevdam

Dört mevsim on iki ay
Bin asır bir saniye hesapsız
Muhal içinde sır gemisi
Yolculardan bir selam
biraz sitem ve çileyle özdeş
Gurbet ufuklarında bütün ışıklar kardeş

Yakup Kenan

Anlatsam Roman Olur – 2 / Mavi

Camdan oturmuş dışarıyı izliyordu kapının kilidinin açılışını duyduğunda. Aynı anda evlerinin yeni misafiri, onların deyimi ile minik kaptanın ağlama sesi duyulmuştu. Babası artık oğlu ya uyuyorsa diye zile basmayı bırakmış, eve anahtarıyla girer olmuştu. Eşi, ağlayan gözlerle kendisine bakan bu tatlı ufaklığı kucağına alıp derince içine çekti kokusunu. Hem eşinin hem de kendisinin aklında tek bir konu vardı bugün. Bekarken dört kez başvurup red aldığı Amerika vizesine bugün ilk defa aile olarak başvurmuşlardı. Kendisinin ise beşinci başvurusuydu bu. Senelerdir göremediği babasına ve annesine kavuşma umudu her seferinde bir sonraki başvuruya kalıyordu.

Tüm bu bekleyiş ve olumsuz cevaplar kalbine ağır bir yük bindiriyordu. Yine dalıp gitmişti evlerinin önündeki bahçe manzarasına. Kışı bazen çekilmez olurdu Kanada’nın ama yaşadıkları bunca zorluk ve ayrılıktan daha çetin değildi. Evlerinin üst katındaki boydan boya cam olan oda iki kişilik evlerinin oturma odası olmuştu önce. Misafirler bu odada ağırlanır, kahveler bu odada içilirdi. Pandemi zamanı da olsa geleni gideni çok olmuştu. Annesiz-babasız tek başlarına evlenmiş, ne kına gecesi ne de düğün yapabilmişlerdi. Pandemi durulunca önce oralarda meşhur olan baby-shower partisi yapmışlardı onlara sürpriz, sonra kına gecesi. Hamileyken kına gecesi yapılan belki de dünyadaki tek gelindi. Ne var ki, annesi ile babası tüm bunları kameradan izleyebilmişti gözyaşları içinde. Ailesi Kanada’ya gelemiyor, ona da Amerika vizesi çıkmıyordu. Tüm hayat hikayesi film şeridi olup zihnine akarken, eskiden oturma odası olan bu oda evlerine neşe olan babasının minik kaptanının olmuştu artık ve en çok girip çıktıkları oda olmaya da devam ediyordu. Burayı bu kadar çok benimseyip dalıp gitmesi bundandı.

Vizeden alınan red cevabının arasından geçen süre zarfında ailesi tekrar tekrar üzülmesin diye onları yeni başvurularından haberdar etmeyi bırakmıştı. Her defasında ümitlenip tekrar bir yıkım yaşamak herkese ağır geliyordu. Evleneli tam iki buçuk sene olmuş, minik kaptan sekizinci ayına girmişti ki nihayet bir sonraki başvurularından güzel haberi almışlardı. Böylesine içinde çiçekler açtıran bir haber almayalı hayli zaman olmuştu. Sahi, insan ne yapardı bu kadar sevinince? Nasıl tepki verirdi? Sarıldı sımsıkı hayat arkadaşına. Bu şehirde birbirlerine hem eş hem en iyi arkadaş olmuşlardı. Hayata belki yenik başlamışlardı ama bu güzel haber ilaç gibi gelmişti ve belki de bir miktar unutturmuştu geçmişte yaşananları. Hemen minik kaptanlarına Kanada pasaportu için başvurdular. Artık vizeler tamam, pasaportlar hazırdı. Hala her şey rüya gibi geliyordu. Öyle böyle değil; yılların özleminin dineceği andı bu. Her gece kurulan hayaller, bir sarılma arzusu, baba omzuna başı koyabilme hasreti, gözlerine bakıp “iyiyim anne, seni özledim baba” diyebilmenin heyecanı. Valizler hazırlanıyordu gözyaşları eşliğinde, ama olsun bu seferkiler sevinçten, mutluluktan, heyecandan akıyordu. Anne ve babasına haber vermemişlerdi. Sürpriz yapmaya gidiyorlardı.

Oğulcanları biraz huysuzluk yapsa da kemer ikaz anonsuna açmıştı üçü de gözlerini. Hem heyecan hem minik kaptanın ilk uçuşu olması çok da uyutmamıştı onları yol boyu ama gelmişlerdi işte. Kalbi yuvasında annesini bekleyen yeni doğmuş serçe gibi atıyordu. Dile kolay, ömre bedel bir kavuşmaydı bu.

Uçaktan nasıl indiler, valizleri nasıl aldılar, pasaport kontrolünden nasıl geçtiler… Hepsi bir rüya gibiydi ve onun tek beklediği an anne babasının evlerinin ziline bastıkları andı.

Evet, haberleri yoktu kızlarının gelişinden. Bir anda mahalle bayram yerine dönmüş, ağlama sesleri mutluluk gözyaşlarına sahne olmuştu. Babası belirdi ilk kapıda. Sarıldı; bu sarılma öyle bildiğiniz bir sarılma değildi. Senelerin yükünü sırtından indirmiş, hıçkırıklarla babasının omzuna yaslamıştı kafasını. Baba dağdı, özlemin iki eşit parçaya bölündüğü tarafın biriydi. Sonra annesi belirdi kapıda…

Dilinden sürekli olarak dökülen tek bir cümle ayrı geçen tüm yılların özeti gibiydi: “Siz gerçek misiniz ya? Siz gerçek misiniz?”.

Edilmemiş Vedalar / Kübra Aydın

Elveda hüzün
Benim gamlı yüzüm
El sallarken vedalara yurtsuzlar istasyonunda
Hangi bankta yarım kalmış sözüm
Gitmek iki hece dilde yükü ağır sözde
Kalana tren penceresinin buğusu
Gidene gözyaşının büyüsü


Elveda sızım
Benim gizli saklım
Yaşanmamış sevdalardan arda kalan
Kırık dökük ne varsa omuzlarında
Söylenmemiş cümlelerde
Tükenmiş hayallerde
Özgürlüğe vurulan prangaların soğukluğu
Lacivert şehrin yosun kokusu


Elveda…
En deli yanım
Senle dolu rüyalarım
Kitapların arasında kurutulmuş çiçeklerim
Giderken dönüp arkama bakamadıklarım
Baksam gidemeyeceklerim
Kalsam yaşayamayacaklarım


Merhaba
Uzak bir sahilin memleket gören yamaçları
Bilinmedik bir diyarın
Dilsiz sokakları
Kimliğini kaybetmiş sol yanım
Adresi şaşmış düşüncelerim
Uzun bekleyişlerim
Sonu gelmez hikayelerim
Virgülsüz şiirlerim
Soluksuz seslenişlerim
Kayaların altına gömdüğüm
Israrcı umutlarım

Merhaba…..

Ne Kaldı / Yaşar BEÇENE

Düşün bir ne kaldı: yitik hatıra
Zaman sandığında eskiyor şimdi
Her köşe bir ukde..bin bir pişmanlık
Sırları dökülen hicran ben/imdi
Düşün bir ne kaldı: yitik hatıra

Düşün bir ne kaldı: neler kayboldu
Çoğalan damla damla acı ıstırap
Gecenin koynunda sızı hep sızı
Bu güneş bu yıldızlar suskun bir serap
Düşün bir ne kaldı: neler kayboldu

Düşün bir ne kaldı: bir gölge gurbet
Beyaz kumlar gibi susuz yanmıştık
Hüzün ırmağının içinden geçip
Bir/den yine Bir’e hep uzanmıştık
Düşün bir ne kaldı: bir gölge gurbet

photo credit :sermest

Gam Yükü / Abdullah Demir


Yine gam yükünü yüklendi gönül
Ne havayı görür, ne suya bakar
Hüzün kervanına eklendi gönül
Coşkun sular gibi deryaya akar

🥀🥀🥀
Bir sazlıktı daha önce evimiz
Toplandık, buraya geldik hepimiz
Doğrandı, delindi, yandı içimiz
Her dem feryadımız semaya çıkar

🥀🥀🥀

Hüzün bize miras Adem babadan
Cennetteyken yedi yasak elmadan
İnin yere dedi Yüce Yaradan
Ondan göz yaşımız sel olur akar

Abdullah Demir

Olur / Abdullah Demir

Bir sürgün hicrete sefer eylese

Dağlar duman yollar viran olur

Dere tepe aşsa sulardan geçse

Derdi canan olur işler asan olur

***

Ardında kalır ata yurdu topraklar

Bulduğuna sevinir bildiğine ağlar

Yollar da onunla hayaller kurar

Yolcu Musa olur yollar Kenan olur

***

Gitmekmiş bildim zamanın hüneri

Dünya bir yüz çevirmek işte ederi

Gözyaşın siler hem unutur kederi

Gelen şadan olur gülen şadan olur

Abdullah Demir

Çay Buğusu / Neslihan Paş


En son bizim evde bir çay sofrasında neşeyle söyleşip muhabbet etmiştik beraberce. Elimizden geldiğince birlikte ortak bir şeyler yapmak hoşumuza giderdi, muhabbetin sıcak nefesini beraberce yudumlardık. Bizim ufaklık doğduğunda da elinde bir çay termosu ve birkaç hediyeyle, sevgisiyle evimi bayram yeri etmişti. Cömertti, sıcaktı, derindi ve yeryüzünde gezen bir sevgi çiçeği gibiydi. Sadece ben değil tanıdıklarım da böyle düşünür böyle söylerdi. Çok sevmiştim onu ve güzel yavrularını.
Bir yaz kasırgasının bizi bir bardak çay içme mutluluğundan uzak edeceğini hiç hayal edemezdim. Ama olan olmuştu bir kere. Artık yol gözükmüştü bana ve can dostumla yeniden görüşme dualarıyla vedalaştık. İki valizle ayrıldım ondan, annemden, memleketimden. Biraz zahmetli bir yolculuktan sonra ulaştım yeryüzünün yeşil güzeli bir diyarına.
Gittiğim yerde gurbet vardı, yalnızlık vardı. Ve ben zorlandım alışmaya. Hemen her gün konuştum can dostumla. Bana yoldaş oldu o güzel sesi bu gurbet diyarında. Bir sabah telefonum bir garip çaldı. Heyecanla açtım. Kıymeti kalbimde değeri çok yüksek bu güzeller güzelinin büyük kızının ağlayarak; “Annemi ve babamı götürdüler. Biz şimdi ne yapacağız?” çığlıklarıyla şok oldum. O an bir şeyler söyledim ama çare olamayacağımı biliyordum. Çaresiz ağladım, ağladım. O günden sonra uykularım kabuslar vadisinde idi artık. Kaldığım yer zindan, sokaklar zindan avlusu olmuştu bana.
İyi bir haber almak için uyanıyordum her sabah ama olmuyordu.
Ancak iki ay sonra haberi geldi o güzel insanın. İçerde bir çay sofrası kuruyorlarmış her gün. Yudumladıkları çayla beraber gönüllere ümitler salıyormuş güzel yüreğinden. Buruk bir sevinç yaşadım. Ben de orada olsa mıydım? İstense isteyecektim. Neyse çok geçmedi bir sabah telefonum yine farklı bir tonda çaldı. Korktum ama açtım. Yine arkadaşımın büyük kızı. Bu sefer ağlamıyordu. “Annem geliyor” dedi sevinçle. O günden sonra ben de kendi işlerime yoğunlaştım. Zaman su gibi akıp gitti. Arkadaşım evinde olduğu için içim rahattı. Uzun süre görüşemedik. Aradan üç yıl geçmişti.
Bir gün yolda eve doğru giderken çaldı telefonum bu sefer o farklı tonu ile. Yüreğimi titretti. Bir şekilde çıkmışlardı vatandan ama bu sefer de başka bir ülkede sorunlar yaşıyorlardı. Arkadaşım ağlıyordu. İki çocuk farklı ülkede eşi ve kendisi de farklı ülkede idi. Aradan aylar geçti haber alamadım. Nihayet bir gün yine aradı sevgi perisi. Gittikleri ülkede hapis günleri bitmiş ve çocukları da yanlarına gelebilmişlerdi. Bir süre orada kaldılar. Bu arada görüşmeye devam ettik. Ancak şartlar yine zorladı onları. Yine yollara düştüler. Her gün iki üç defa mesaj atıyor, durumlarını öğrenmeye çalışıyordum. Ama onların yeri ve durumu bana dönmelerini geciktiriyordu. Günler sonra yeni yerlerine ulaştıklarını öğrendim. Yine mutlu oldum. Ama rahat değildim. Orada da fazla kalamayacaklardı. Yine yol görünüyordu. Bu sefer uçakla eşi ve çocukları uçtular yeni topraklara. Kendisi kaldı orada yalnız başına. Görüşmeye devam ediyoruz. Ben onu dinliyorum o beni dinliyor. Çağ buğusu gözlerimizi nemlendiriyor. Bana geldiği zamanlarda, çay yudumlarken demlediğimiz zamanları anlattım ona. O da yaşadıklarını anlattı bana. Ama tedirgindik ikimize de.
Şimdi dua ediyorum bir an önce kavuşsun diye eşine ve çocuklarına. Dua ediyorum çocuklar annelerine kavuşsunlar diye. Umarım o da yakın zamanda olur ve dilerim yine bir zaman onunla buluşur eskiden olduğu gibi çayları yudumlarken hasretle gelecek günleri konuşuruz.


Neslihan Paş

Gurbette Gelen…(2)/Frida

İlerleyen saatlerde genç kadını eve bıraktıklarında, içinde bin bir duygu ile testi yaptı. Ama sonuca bakmaya cesareti yoktu. Öyle ya yıllarca kaç kez ümitlenmiş ve kaç kez hayal kırıklığı yaşamıştı. O esnada başka şehirden dönen eşi ile arkadaşı arasında çocuklarının olup olmadığını ve olsa ne kadar güzel olacağı minvalinde bir konuşma geçtiğinde aslında kadının test sonucunun olumlu olduğundan habersizlerdi. Aynı anda ve birbirinden habersiz yapılan iki eylem adeta sırlar kapısının aralandığı, metafizik bir dünyaya ait izler taşımaktaydı.

Genç kadın geç saatte eve gelen eşine müjdeli haberi içi içine sığmayarak verdi vermesine de her ikisi de bu duruma inanamamışlardı. Sabah ilk iş olarak doktora gitme kararı aldılar. İş yerinden bir tercüman alarak doktora gittiler. Doktorun sadece eli ile genç kadının karnına dokunarak “Hissediyorum bebeği ve yaklaşık 8 haftalık” dediğine tabii ki inanmadılar. Ultrason yok, tahlil yok, öyle ilkel bir yöntem olabilir miydi?  Sadece hissetme ile genç çiftin yıllarca yolunu bekledikleri bebek haberi yine bir hüsrana dönüşmesin diye ultrason çektirmeye karar verdiler. Doktor ultrason merkezinin uzakta olduğunu ve gidip gitmeyeceklerini sorduğunda genç çift emin olmak ve gözleri ile görmek istediklerini söylediler.Ne uzaklık ne de ödeyecekleri yüksek miktarda taksi parasını hiç düşünmeden merkezin yolunu tuttular.

Çekilen ultrason filminde doktorun bebeğin 8 haftalık olduğunu söylediğinde şaşkınlıkları 2 kat arttı genç çiftin. Çünkü hem ilk doktor sadece hissederek bebeğin 8 haftalık olduğunu söylemesi hem de geriye dönüldüğünde yurtdışı kararının 8 hafta önce alınmış olması şahit oldukları bir başka metafizik olaydı.

Genç kadın için zor zamanlar başladığında imdadına ev sahibesi Nacer Hanım yetişti. Her gün kendi işlerini bitirdikten sonra genç kadının yanına geliyor, onun için yemekler pişirip, bulaşıklarını yıkıyor, verilmesi gereken ilaçlarını veriyor, yaptığı her iğnede genç kadının canının yandığını gördükçe üzülüyor ve genç kadının yerine kendisinin acı çekmesini dilediğini söylüyordu. Adeta koruyucu bir melek olan Nacer Hanım bütün bunları severek yaptığını ve bu sayede unutmuş olduğu Türkçe’yi genç kadın ile konuşarak ilerlettiği için çok mutlu olduğunu söylüyordu.

Bir gün Nacer Hanım genç kadına aynı evde birlikte yaşadıkları gelininin çocuğu olmadığını, tedavi gördüğünü ama sonuç alamadığını anlattığında genç kadın ona üzülmemesi gerektiğini çünkü kendisine yardım ettiği için Allah’ın da ona yardım edeceğini söyledi ve bunu öyle içten dilemişti. Din anlayışları farklıydı ama Allah dilerse başka bir dine mensup kişi için yapılan duayı da kabul ederdi.

Günler bu şekilde geçmeye devam etti. Bir gün Nacer Hanım yardım için geldiğinde genç kadın onun çok sevinçli olduğunu gördü. Nacer Hanım genç kadına bir şey söylemek istediğini ve bunu ailesinden hiç kimseye söylemediğini, ilk olarak genç kadın ile paylaşmak istediğini , çünkü en çok onun sevineceğini bildiğini bir çırpıda ve neşe ile anlatıverdi.

Gelininin günlerdir midesinin bulandığını, halsiz olduğunu söylediğini ama hamile olabileceğinin hiç aklına gelmediğini söyledi. Bu müjdeli haber ile genç kadın ve Nacer Hanım gözyaşları ile birbirine sarıldı. Ama genç kadını asıl şaşırtan bu olayın nasıl gerçekleştiği idi ve merakla Nacer Hanım’a sordu.

Nacer Hanım anlattıkça genç kadın hayretler içerisinde kalmıştı. Evlenmeden önce başka bir şehirde yaşayan gelin hanım bir rahatsızlığından ötürü ilaç kullanıyormuş ama evlenince bu ilacı bırakmış. Tedavi gördüğü doktor 3 yıl aradan sonra gelin hanımın annesini telefon ile arayarak neden tedaviye gelmediğini sormuş. Annesi de artık evlendiğini ve başka bir şehirde yaşadığını söyleyince doktor bebeği olup olmadığını eğer olmadıysa kendisine ilaç yazacağını ve hamile kalacağını söylemiş. Annesi hemen kızı ile irtibata geçerek ilacı göndermiş ve gelin de mutlu sona ulaşmış.

3 yıl aradan sonra doktorun hastayı hatırlayıp araması, ilacını göndermesi vs Yüce Yaratıcı’nın Nacer Hanım için gönderdiği sürpriz lütuf değil de nedir? Hicrete gidenlere Allah’ın mutlaka kolaylık sağlaması ve kendilerine yardımcı olacak insanlar ile karşılaştırması, yaşanılan farklı sıkıntılara rağmen, ruhu besleyen tarifsiz duygu ve lezzet başka türlü nasıl anlatılabilir?

Her işi hikmet dolu olan Rabb’im için genç kadın ve Nacer Hanım’ın aynı sevince 3 ay ara ile ulaşması hiç zor değildir. Kün ve yekün sırrı gereğince dilediği her şey oluverir.

ALLAH hicretlerimizi kabul buyursun, farklı kalplere bizi ve dinimizi sevdirmeyi ve inandığımız değerleri hakkı ile temsil edebilmeyi nasip etsin. Amin.

Frida

Gurbette Gelen…Frida

 Gurbette Gelen… (1)

“Yurt dışına gidelim mi?” diye sordu genç adam eşine. “Yurtdışı mı? Nereden çıktı şimdi bu?” dedi genç kadın şaşırarak. Aslında eşinin hep yurtdışına gitmek istediğini biliyordu. Kendisi de üniversite yıllarında önden giden atlıların kapıyı araladığı Orta Asya steplerinin güzel hikayelerini duydukça, ‘bir gün ben de gidebilir miyim?’ diye içinden geçirdiği zamanları hatırladı.

Evliliklerinin dördüncü yılında lüks eşyalarla donattıkları geniş evlerinde, karı koca çalıştıkları ve borçları olmadığı için rahat bir hayat sürüyorlardı. Ama çocukları olmadığı için içleri biraz buruktu genç çiftin. Yakınlarının; “Çocuk sahibi olmak istemiyor musunuz?” sorusunu, birkaç kez tedavi görmelerine rağmen çocuklarının olmadığını saklamak amacıyla “Henüz düşünmüyoruz” diyerek geçiştiriyorlardı.

Aniden çıkan bu yurt dışı fikri aklını karıştırmıştı biraz genç kadının. Ama bir kaç gün sonra kendilerini bağlayacak bir şey olmadığını düşündü ve hicret sevabını da düşünerek bu teklife ılımlı baktı.  

Çok kısa sürede karar verildi ve gerekli hazırlıklara başlandı. Oturdukları şehirde gidecekleri Orta Asya ülkesinden bir üniversite öğrencisi vardı. Öğrenci genç çifte, kendi ülkesi hakkında bilgi vermek amacı ile evlerine geldiğinde, “Siz şimdi bu evi ve eşyaları bırakarak mı geleceksiniz? diye sorduğunda genç şift iki ülkle arasındaki farkı bilmediği için soruya çok anlam veremedi. 

Genç kadın o zamana kadar büyük şehirlerde ve lüks evlerde oturduğu için eşine tek şart olarak iyi bir evde oturmak istediğini söylemişti. Eşi de daha gelmeden kendilerine ev bakan arkadaşlarını bu konuda yönlendirdi. Kendi eşyaları memlekette anne evinin bir odasına yığıldı ve kısa sürede aile üyeleri ile vedalaşarak yola çıkıldı.

İlk olarak onları karşılayan ailenin evine yemeğe gidildiğinde genç kadın yatak odasında yerde kurulmuş yemek sofrasını görünce oldukça şaşırmış olsa da ailenin sıcak karşılaması ve samimi konuşmaları ile bir nebze de olsa şaşkınlığını üzerinden atmıştı.

Sonrasında genç kadının isteğine göre tutulan güzel eve doğru yola çıktılar. Ev eşyalıydı ve ilk gördüğü evden çok daha güzeldi. Ama evin dışı içi kadar rahat değildi. Genç kadın eski ve gıcırdayan asansördeki kokuyu, bazı sarhoşların tuvalet ihtiyacını asansörde giderdiklerini öğrendiğinde ürpermişti. Üstelik katlar arasında bulunan otomat lambalarının çalındığını, bu yüzden yanında fener gibi ışık verecek bir şey taşıması gerektiğini öğrendiğinde sonraki günlerde asansöre tek başına binme ve merdivenlerde her an güvensiz birisi ile karşılaşma korkusu ile baş etmeye çalışması gerektiğini de anlamıştı. İlk haftalarda asansöre bindiğinde gözlerini ve burnunu kapatıyor, zemini kontrol ediyor ve mutlaka kuru olan bölgelere basmaya özen gösteriyordu. Bazen de aniden elektrik kesilme ihtimaline karşın merdivenleri yüreği çatlar derecesinde ve basamakları ikişer ikişer atlayarak iniyordu. Gurbete giden herkes gibi ilk haftaları o da oldukça zor geçirdi.

Güzel evde oturma isteği onları Türkler’in yoğun olarak oturduğu mahalleden epey uzaklara düşürmüştü. Aynı apartmanda iki Türk aile daha oturuyordu. Ama kader buraları nasip ettiyse mutlaka bir hikmeti, bir kolaylığı olmalıydı.

Çok geçmeden ev sahibi ile tanıştılar. Kadın orta yaşlı bir Rus idi. Anneannesi  Osmanlı zamanında Türk köyünde yaşayan ve Türkçeden başka dil bilmeyen ve Tehcir Kanunu ile Rusya’ya gönderilen binlerce Ermeni’den biriydi. Nacer Hanım anneannesinden öğrendiği Türkçe ile kendileri ile konuşmaya çalıştığında genç adam ve kadın mutluluktan adeta uçacak hale gelmişlerdi. Onca karşılaştıkları zorluk içinde bu gerçekten büyük bir lütuf olmuştu. Kendileri Rusça, Nacer Hanım da İngilizce bilmiyordu ve ortak dil olarak  Türkçe’de buluşmuşlardı.

Genç adam ve kadın aynı apartmandaki arkadaşları tarafından her sabah evlerinden alınıp işe götürülüyorlar, iş çıkışında da her gün farklı bir ailenin evine yemeğe davet ediliyorlardı. Birbirleri ile adeta davet yarışına giren bu samimi ve fedakar aileleri tanıdıkça genç kadının gözü ne yer sofrası, ne günün iki vakti kesilen ve saatlerce akmayan suları görmez olmuştu. Tarif edemediği bir huzur kaplamıştı ruhunu ve kalbini. Türkiye’deki lüks evini gören öğrencinin şaşkınlığını şimdi anlamıştı.

Bir gün genç adamı bir arkadaşı üniversite tanıtımı için başka bir şehre götürdüğünde genç kadının yalnız kalmaması için onu bir arkadaşı davet etmişti. Kadın kadına muhabbet ettikleri esnada bir hanım, genç kadının çok yorgun göründüğünü ve üzerinde değişik bir hal göründüğünü söyledi.

Genç kadın birden düşündü. Son iki aydır özel hal olmadığını ama bunun sebebi olarak evi, eşyası dağılıp yeni bir yere alışmanın verdiği zorluklardan kaynaklanan stresten olabileceğini düşündüğünü, yıllarca hamilelik testleri yaptığında olumsuz sonuç almaktan dolayı üzüldüğü için test yapmaya bile gerek görmediğini ağzından kaçırıverdi. Orada bulunan diğer kadın genç kadına hamile olup olmadığını sormak istediğini ama çekindiğini, üzerindeki bu değişik halin sebebinin hamilelikten kaynaklandığını düşündüğünü söyleyince ev sahibesi kadın hemen gidip genç kadına bir test alıp geldi.

Frida

(Devam Edecek)

Tespihim Sende Kalsın Akrem 4. BÖLÜM / Gökhan Bozkuş

TEN DAYS

“… önümde duvar var diye ona boyun eğecek de değilim.” Diyordu Dostoyevski, Yeraltından Notlar kitabında.
Ve şimdi benim de önümde uzun, upuzun bir duvar ve üzerinde de bir ülke vardı. Nasıl tasvir edebilirim size, onun acziyetini yaşıyorum şimdi. Loş bir koğuşta sıra sıra ranzaların üzerinde, sırt çantasını yastık ederek uzanmış olan ben; karşıdaki duvarda, duvarın içindeki resimde kaybolan ben şimdi o çizgileri nasıl aktarabilirim zihinlerinize onun ıstırabını yaşıyorum. Birkaç gün kalacağız demişti Mehmet. Birkaç gün kalacaksınız demişti bizi karşılayan Naim abi. Ama ya bu duvar. Ya bu hasret çizgileri. Birkaç günün eseri olamazdı bu kocaman resim. Büyük harflerle BANGLADEŞ yazıyordu ve uçak vardı. Ve okul… Ve her huzurlu çizimde olan ırmak. Çizen belki huzurlu değildi ama yurdunu, ama köyünü, ama evini o duvara rengarenk çizerek kim bilir ne kadar haz duyuyordu.
Oğuz Atay, Tutunamayanlar romanında “Bana boş boş oturup duvar izlettiren herkese kırgınım” diyordu ya… Ben şimdi derste anlattığım o romanın bir parçası olmuş ve duvarı izliyordum. Bir an bir sıcaklık hissettim ve garip bir ürperti… “Hello” dedi tam arkamdaki ranzada oturan adam. Koğuşa girdiğimizde hemen yanımda duran adamdı o. Hello , dedim ve ürktüm. Ama belli ki konuşmak istiyordu. Yeni bir simaydık bizler onun için. Dışarıdan geliyorduk. Biz dış, o içti. Biz bulutları taze görmüştük o ise boş boş duvarlara bakan Tutunamayanlardan soluk yüzlü, gri saçlı bir Selim Işık’tı. Pakistanlıydı. Mehmet’in İngilizcesi ile anlaşabildik onunla. Mühendismiş. Ve on gündür buradaymış. “Ten Days”


Orada kaldığımız süre boyunca ne yaşadıysak hepsini ama hepsini bütün detaylarıyla not aldım ama hemen arkamdaki ranzada yatan o Pakistanlının ismini not almadım. Çünkü onu defterime Ten Days olarak yazmıştım. Pakistan’dan biri daha vardı. On beş, on altı yaşlarında zayıf bir çocuk. Adı Salman idi. Güzel bir Türkçesi vardı. Meğer aylardır burada kalıyorlarmış. Ve mühendis olan on günden sonra bırakmış saymayı. Ne saat var ne de telefon. Karanlık bir koğuş , kirli duvarlar ve çocuk sesleri… Farklı milletlerden , farklı renklerden çocukların sesleri… Bırakmış saymayı. Bırakmış zihnine sayıları istiflemeyi. On günü sabitlemiş ve her sorana “Ten Days” diyormuş. Salman gülerek anlatıyordu ama mühendis acı acı bakıyordu yüzüme ve neler neler anlatıyordu. O gri saçlı adam Edip Cansever oluyordu adeta ve ‘Bilmez miyim Hiç’ şiirini okuyordu sanki. Salman “Ten Days” sözünü tekrar ede ede okurken ben o şiiri duyar gibi oluyordum soluk yüzlü Pakistanlının suretinde.
“Alışıyorum gittikçe
Her gün bir parça daha alışıyorum yalnızlığıma
Ürperiyorum bir ara arkamdaki ayak sesinden
Ve bu yüzden mi bilmem
Durup bir süre çevreme bakar gibi yapıyorum
Sürüyle kuş havalanıyor defnelerin içinden
Sürüyle, evet, hatırlıyorum birden
Nicedir unutmuşum saymayı bile günleri”
Dağılıp gitmişler her biri bir yana
Kuşlar gibi, onlar da
Benimse ne gideceğim bir yer”
 
Naim abi ve Ali Bayram geldiler sonra. Ranzalar yan yana sıralandığı için her birisinin alt katı birer küçük oda ve üst katı ise havadar birer balkon, teras ve mescit idi. Mehmet, ben, Naim abi ve Ali Bayram şimdi o terasta diz dize, yüz yüze sohbet ediyorduk. Her şeyi birer birer anlattı bize Naim abi.
Tuvalet nerede… Oradaki hangi musluktan su içilir, hangisinden içilmez… Kıble hangi yönde… Yemek saatleri nasıl… Ve en önemli soru ve cevabı…
Biz de mi Ten Days zikrinin müdavimi mi olacaktık burada , yoksa çıkacak mıydık ?

WordPress.com'da bir web sitesi veya blog oluşturun

Yukarı ↑