İstasyon / Adem Yağmur

Kaç tren kalktı, bu istasyondan ben hâlâ buradayım. Kimi gelmeyen yolcuyu beklediğimi  zannederken, bekleme artık evine git diyor. Kimi de deli midir nedir, diyor. Bense gidemediğim yerlerin yolcusuydum.

 
Hasret  beni bu istasyonun müdavimi yapmıştı. Kaç biletim yandı yetişebildiğim seferlerimde. 

Her zaman hazır olan valizimin  bekleyişleri koridorlardaki sessizliği bir nebze de olsa değiştiriyordu. Gitmeyi arzu ederken, elimde geriye dönen tekerlerin cılız tıkırtıları…

Oturduğum banka  aşina olmuştum. Gözlerimin temas ettiği her yer, hâlden hâle bürünüyordu. Zemindeki mozaik döşemeler, duvarlardaki  boyanın kısmî döküntüleri, tavandaki desenler zamanla zihnimde farklı şekiller oluşturmaya  başlamıştı; bazen hayvan, bazen soyut bir resim halini alıyor, hatta aynı şekil birkaç farklı hale girebiliyordu.

Zamana alışmak, zamanın getirdiklerini kabullenmek, insanın yaşam  örgüsünü   şekillendiriyordu. Şahit olduğum olayların, tanıdığım yüzlerin , binaların şekillerinin herkese farklı anlamlar kazandırdığını düşünüyorum.   

Tren istasyonunun çevresinde gelişen olaylar ve oradaki insanlar benim ruh dünyamı doğrudan etkiliyordu. Orada olan herkesi sima olarak tanıyordum ama onlarla sohbet etmeyi çok istememe rağmen buna her zaman hazır olamıyordum. Yer yer baş eğmeyle bazen de dudaklardaki bir mırıltı şeklinde selamlaşmalarla geçip gitmeler…

Trenden inen yüzler ne kadar da tanıdık . Mahallemizin bakkalı Hasan Amca, bizim komşu Cevriye Teyze, meyve sebze kasalarından bozma arabasıyla dondurmacı Salih Amca…

Uzun süredir oturduğum bankta, yanıma gelen yaşlı amca oturabilir miyim, dedi. Onu, sessizce başımı eğerek onayladım. Çantasından yarım ekmek çıkardı ve yemeye başladı. Onun iştahla yemesi dikkatimi çekmişti. Uzun süredir kendisine  baktığımı söyleyerek ekmeğinden ikram etmek istedi. Başımı önüme eğdim. Ekmeğinin içine koyacak bir şeyin yokken ve ekmeği zor buluyorsan o zaman ekmeğin tadına doyamazsın evlat, dedi. Ne diyeceğimi tasarladım. Kelimeler dilimin ucunda birikti.  Orada kaldı.

Trenlerin sesi ve görevlilerin düdükleri her daim kulaklarımda. Evde çayımı yudumlarken bile istasyondaki sesler harmonisi bana eşlik ediyordu.

 
Elimde kalan biletlerin, kapının girişinde küçük masadaki kutuda birikmesi önümüzdeki bir kaç gün evde kalacağımı işaret ediyordu. 

Sessizliğin dalga dalga evin odalarını gezindiği bir kaç gün evde kalmak hayatıma katamadığım hayallerin demlenmesi demekti. 

Yeni seferlerde tekrar kapıdan dışarıya adım atmak, istasyon  senfonisini özlemek güzel bir duyguydu.

Bugün günlerden pazar, çay demledim. Yanına biraz peynir, biraz zeytin ve  çocukluğumda  doya doya yiyemediğim, ekmeğe sürdüğüm çikolata…

Herkesin uykuda olduğu saatlerde dışarıya çıkardım. Omuzlarımda geçmişin ve alışılmış bir yılgınlığın ağırlığı vardı. Yıkılmadığımı ispat edercesine yürümek hoşuma gidiyordu.

Trenden inen yolcular arasında hayal meyal annemi görür gibi oldum. Annemin elinden tutan kısa pantolonlu sessiz  bir çocuk, gözlerini dondurmacıdan ayırmıyor. Annem onun sessizliği karşısında bir külah dondurmayla küçük çocuğu sevindiriyor. Hayal aleminden trenin kalkış sesiyle ayrılıyorum, elimde bir dondurma külahıyla çıkışa doğru ilerliyorum.

Evle istasyon arasında kalan mekanları iyice ezberlemiş olduğum yollar, kaldırımlar…

Tren istasyonunun girişini mesken tutmuş yaşlıya her zaman selam vererek içeriye geçerdim. Bu sefer yanına oturdum. Gel otur beyim, derken  doğruldu ve bana  yer verdi. Zaten içeriye girmeye gücüm yoktu. Yatağının kenarına iliştim ve sessizce yüzüne baktım. O da benim yüzüme bakıyordu. Birimizin söze başlaması gerekiyordu ama ben bunu ondan bekliyordum. Sessizliğin uzun sürmesi üzerine, belli ki bir derdin var, dedi. Oh! Nihayet söz düğümü çözülmüştü. Ne söylerse söylesin, dinlemeye hazırdım. Belki de acılar taze tutuyor bizleri, dedi.

 Dışa vurulmamış dertlerin  eskimeye yüz tutması insanın dertlerine alışmasıdır. Aslında dertler iyileşmiyor, sende kalıyor sen de ona alışıyorsun ve iyileştim zannediyorsun.

Beklediğim gelmeyince, ben ona gitmeye karar vermiştim. Karar aşamasından öteye geçemeyen bir gitmenin ruhsal anaforu beni içine çekiyordu. Bu anaforda boğulmayı göze alamadığım için gitmenin cesaretini de kendimde bulamıyordum.

Şimdi valizim, dostum, yoldaşım kapı arkasında her zaman ki yerinde. Ben, yer yer sarısı solmuş, hardal rengi koltuğumda oturmuş, camdan dışarıyı izliyorum.

Tespihim Sende Kalsın Akrem / Gökhan Bozkuş

    Ekim ayının yedisi , cumartesiydi. Nezarethaneden çıkardılar bizi. Ömrümde ilk defa bir nezarethanede uyumuştum. O da Edirne’nin az biraz ilerisinde bir kasabada , sınırın diğer tarafında. O geceyi yazacağım ama şimdi Akrem ile tanıştığımız yere gidişimizi Akrem’i ve tespihi yazmak istiyorum. 

İngilizcesi olan arkadaşım Mehmet’in bize anlattığına göre nezarethaneden çıkan biz şimdi bir araçla bir kampa gideceğiz. Orada birkaç gün misafir olduktan sonra özgür olacağız. Gece Elif bacının ağlayan kızına bisküvi getiren polis anlatmış.

Bir minibüsün içine girdik. İçeriye girdiğimizde kucağında bebeği olan genç bir kadını gördük. Onu da başka bir karakoldan almış olacaklar diye düşündüm. Kapısı kapanınca minibüsün her yeri zifiri karanlık oldu. Miray ağlamaya başladı. Ahmet annesine sorular sormaya başladı.

Soru cümleleri ile yaralanır mı hiç insan ? Bıçak yarası, kurşun yarası, şu yarası , bu yarası… Sonuna yarası gelen yüzlerce belirtisiz isim tamlaması yazabilirim size. Ama soru yarası bambaşka bir acı olmalı. Ben o acıyı çok tattım. Ve tadanlarınız vardır biliyorum. Bazılarınız okurken şimdi soruyordur. Soru yarası diye bir şey mi olur ?  Bazılarınız merak ediyor  , bazılarınız da kendi içinizde renklendirdiğiniz soruları birer fırçanın ucuna yapışan mazi boyası ile zihninizin tuvaline vuruyor ve ben daha yazmadan o tuvale acılarınızın gölgesini koyuyordur. Ahmet usulca sordu annesine. Miray ağlamaya devam ediyordu. Ahmet bir tık daha yükseltti sesini ve sordu. Anne yine suskun. Ahmet dayanamadı ve bağırdı , o karanlığın bizi çepeçevre sardığı minibüsün içinde. Anne neden duymuyorsun. Babama mı gidiyoruz , diyorum sana. Annenin ağlayabildiğini hissedebiliyor ama göremiyordum. Bizi bir o yana bir bu yana sallayan ve salladıkça karanlığıyla birlikte içimizde dışımızda ayrı ayrı hisler yaşatan o minibüsün içinde biliyorum ki içine içine ağlayan sadece ben değildim.

“Bilmiyorum” diyebildi. O bilmiyorum sözcüğünün notası var mıydı acaba. Bakın şimdi ben bunları yazarken bilmiyorum diyorum. Siz de okurken içinizden ya da sesli bilmiyorum deyin. Dört hece. Bil mi yo rum. İnanın bambaşka bir tınısı vardı o tek kelimelik cümlenin. Gizli öznesi  “ben” olan cümle “bilmiyorum” cümlesi. Ama öyle değil gramer üstadı dostlarım. O bilmiyorum’un öznesi sadece Elif kardeşim olamazdı. O da ağlıyordu ben de. Yanımdaki arkadaşım Mehmet de. Belki de okurken şimdi sizler de ağlıyorsunuzdur. Anne babama mı gidiyoruz , sorusunun cevabı o gün o karanlık arabada kulağıma öyle bir tını bırakmıştı ki zannediyorum ömrüm boyunca unutamayacağım.

Bu arada ben arabadakileri motive etmeye çalışıyor biraz sonra gideceğimiz yer hakkında onlara hayaller kurduruyordum. Öyle ya polis kampa gideceksiniz demişti. Biz de şimdi kampa gidiyoruz. Başladım tasvir etmeye. Yan yana küçük evlerden oluşan bir göçmen kampı. Bahçede kocaman bir futbol sahası. İçeride sıcak su ve temiz yatak. Nezarethanede kaldığımız gece yatmak zorunda kaldığımız o yataklardan sonra benim hayal dünyamdaki yatak sözcüğünün önüne getirdiğim temiz sıfatı şimdi daha da anlam kazanıyordu. Hayaller biter mi devam ediyordum. Sıcak çorba , çay , meyveler ve bizim gibi yola düşenlerin bir arada olduğu bir kamp tasviri…

Bir saat kadar sonra minibüs durdu ve kapı açıldı.  Hepimizin gözleri kamaştı. Karanlıktan sonra gözümüzün içine içine akan güneş ışıklarına alışmak birkaç dakikamızı aldı. Bir elimizle gözlerimizi ovuştururken diğer ellerimizle sırt çantamızı tutuyor ve Yunanca bir talimatı kırk yıldır biliyor ve ezberlemişiz gibi duvarın gölgesinde tek sıra diziliyorduk. Ahmet… Gözlerime baktı. Soru yarası  başlıyordu.  Bu sefer dili ile değil gözleriyle sordu. Nerede yan yana evler , nerede futbol sahası. Kocaman bir duvarın önündeydik. Ve duvarların üzeri tel örgüleri. Bizi getiren polislerle buradaki görevlilerin konuşmalarını bekliyorduk.  Biraz sonra evraklar teslim edilecek ve ben içeride Akrem ile tanışacaktım.

Devam edeceğim…

Kolay Değildir Gitmek / Gökhan Bozkuş


Bir sabah evimizin önündeki derenin kenarına oturmuş suyun içindeki siyah taşlarla oynuyordum. Haziran da olsa Temmuz da olsa soğuk olurdu o dere. Kaynağı eriyen karlar olan suyumuz hem berrak hem de soğuk olurdu. Rengarenk çiçeklerin içine oturur buz gibi akan suyun içine ellerimi koyar ve taşlarla oynardım. Ankara’ya taşınacağımız seneydi. 1989 baharı. Memleketimdeki son baharım. Kırmızı kamyonun kasasına binip göç etmeden evvel geçirdiğimiz son bahar ve ben suyun kenarına oturmuş nane kokusunu içime çekerek taşlar ile oynuyordum. Birkaç metre geride ise büyükce bir taşın üzerine oturmuş yün eğiren ninemi dinliyordum. Mırıldanıyordu yine bir şeyler. Kah gözleri akan suda , kah gözleri harmanda , kah kızarmış bir gözü andıran Kızılyar’da. Mırıldanıyordu ninem gözleri buğu buğu. Babam birkaç aydır yoktu. Yapılacak evimizle ilgileniyordu Ankara’da. Hepimiz biliyorduk o baharın son bahar olduğunu köyümüzde. Hepimiz biliyorduk eriyen karın son kar olduğunu. 7 yaşında olan ben bile kuzulara bambaşka sarılırken ninemin içinde mevcelenen dalgalar kimbilir nasıldı. Onun bir yitiği vardı bu sularda. Genç bir kız olarak geldiği evin önünde saçlarını yola yola peşine düştüğü minicik oğlunu sel sularının arasında kaybetmişti. Günlerce ağlamış. Yüzünü tırnakları ile çizmiş , kanatmış bir deli gibi geceleri suya beddualar etmişti. O ki gençliğini verdiği yiğidini , evinin direğini bu hadiseden hemen sonra ahirete uğurlamış ; iki kız iki oğulla baş başa kalmıştı. Suyun kenarında oturmuş taşlarla oynayan bana, o akan su ;başka şeyler, nineme başka şeyler fısıldıyordu.

Kolay değildir gitmek. Kolay değildir bırakmak. Kolay değildir sevgili dost. Alnına gitmek alnına terk etmek yazılmışsa insanın hiçkimse tutamaz. Bunu da bilirim. Ama bir şey var ki hiçbir zaman tam olarak gidemez insan. Hele emekleri varsa geride. Hele gözyaşları hele beyin sancıları, hele uykusuz geceleri, hele hayalleri, hele umutları… Gidemez kalır öylece. Hep sorardım Yaşar Kemal nereden buluyor bu kadar öyküyü . Ne zaman ki hayat hikayesini okudum, ninesini sırtında doğudan Adana’ya kadar taşıyan bir babanın oğlu olduğunu, yüzündeki yaranın vefasızlığına şahit oldum. O zaman anladım ki az bile yazmış Yaşar Kemal. Zira anılar bir karadelik misali çeker sizi kendine. Varsa kelimeleriniz hikaye olur roman olur dökülür kağıda.
O en son bahar , evimizin önündeki suyun kenarında oturan ben ; biraz daha kulak versem ninemin ağıdına, emin olun bir roman doğuverir aslında…

WordPress.com'da bir web sitesi veya blog oluşturun

Yukarı ↑