“İnsanlar kısım kısım, yer damar damar”dır. Kimilerikimilerine üstün kılınmış. Böyle olunca, bilim, sanat, edebiyat, spor ve liderlik gibi insanı meşgul eden her alanda öncü ve seçkin nice kimseler ortaya çıkmış. Bu kimseler yaşadıkları topluma ve insanlığa değer üstüne değerler katmış, buna mukabil de ilgi görmüş, hayranlık uyandırmıştır. Kimi yerde bir şehir, kimi yerde bir millet ve hatta bütün bir insanlık onlarla onurlanmıştır. Onlar göz kamaştıran mücevherat gibi hep başlarda taşınmış, el üstünde tutulmuş ve tutuluyorlar.
Nasıl ki elmas, yakut ve zümrüt gibi mücevher taşlar,rengiyle, zarafetiyle, sağlamlığıyla ve az bulunurluğuyla hep elden ele, gönülden gönüle dolaşıp duruyorsa, şarkılara, şiirlere konu oluyorsa, meşhur kimseler de benzeri bir sevgi ve sempati seliyle karşılaşıp dururlar. Onların söz konusu olduğu yerde diğerlerinin adının bile anılmaması, evet, insanın tasnifçiliğiyle alakalıdır. Çoğu zaman, insan, ölçüyü tutturamayıp yüceltmeyi de küçültmeyi de abartır. Çünkü insandır.
Hâl böyle olunca, düşüncenin nabzını tutan şairler, bu durumu eleştirmeden edemezler: “Yalnız değerli taşlara değil ama uzun taşlara ve kalın taşlara ve yüksek taşlara ve yassı taşlara ve yuvarlak taşlara ve sivri taşlara da sahip çık konuştukları zaman. Ağırdır Taşlar” (Peter Laugesen)
Hâlbuki insana yapılan taksimatta değerler madden ve manen öyle bir dengede dağıtılmıştır ki sağlıklı bir düşünceyle herkes kolaylıkla eşitlenebilir. İhtiyaç noktasından bakınca, “Eczay-ı cihan cümle birbirine muhtaç”tır mesela. Evet, antika ile demir elbette bir değildir; fakat demirin lazım olduğu yerde de antikanın esamesi okunmaz. Ekmek ustası ile besteci, inşaat ustası ile şair, dokumacı ile düşünür yer değiştirdiğinde, ikinciler birincilerin yerini dolduramaz. Böyle olunca, her insan kendi alanı çerçevesinde bir antika veya mücevher konumuna yükseliverir; bulunduğu noktada saygıyı ve hürmeti hak eder.
Her insanın doldurduğu bir yer ve değer mutlaka vardır. Öndekilere nazaran ortada ve sonda bulunan ve de böyle olmakla önemsiz addedilen kişiler de kendi bulunduğu evrenin merkezi konumunda olabilir. Bir anne, bir baba, bir eş, bir evlat, bir kardeş ve bir arkadaş olarak boşluğu başkası tarafından doldurulamayan değerlerdir onlar da. Bu sebeple saygıya, hürmete ve muhabbete layıktırlar. Kulak vermelidir konuştukları zaman. Kıymet vermelidir çalıştıkları zaman. Selam vermelidir karşılaşıldığında; zira bir ağırlığı vardır onların da, “düştüğü yerdeki ağırlığı gibi taşın”
Ama insanız işte. Marifet iltifata ya da “iltifat marifete tabidir” ilkesince, marifet gösteren kimselere saygıda kusur etmeyiz kolay kolay. Şair, yazar, sanatçı, bilge ve ilim erbabı kimseler söz konusu olduğunda onlara iltifat etmekten, onları hürmetle başköşeye oturtmaktan geri kalmayız. Elbette böylesi lazımdır da; fakat işte bu durumda da ölçü şarttır. “Onlar A,B,C/ Çalımla kurulurlar başköşeye/ Alfabenin son harfleriyiz biz/ u,ü,v,y,z/ Kısık seslerimizle/ Biçare serçeleriz.”(Ali Akbaş)
İki grup vardır ki onlar kestirmeden ve ekseriyetle, taşıdıkları herhangi bir üstün değer olmadan öne çıkar ve başköşeye kurulurlar. Hem öyle bir kurulurlar ki bir daha o mevkiden hiçbir zaman inmek istemezler. Tepeden tırnağa bütün herkese hâkimiyet kurdukları için onların nazarında değerin ölçüsü de bozulur. Ancak ve ancak kendilerine faydalı olan, yakın duran, hürmet gösteren, itaat eden ve boyun bükenleri iltifata layık bulurlar. Bulundukları yerde kaldıkları müddetçe de millete kan kusturmaktan zevk duyarlar. “V. Ne vakit ölür? Ölse de kurtulsak. Ama V. Ölürse Y. Var. Ona ne vakit sıra gelir? Hadi Y. de öldü diyelim, Z. Ne olacak? Peki, ya A.,B.,C.? Onlar yetmez mi insanlara ölüm kusturmaya? Bu zorbaların arkası alınabilir mi?” (Salah Birsel)
Servet dışında herhangi bir vasfı olmadan önde konumlanan bir diğer grup da zenginlerdir. Onlar da derecesine göre bir küçük köyden başlayarak ta metropollere uzanan ölçekte tıpkı siyasiler gibidirler; lakin onların ömrü daha uzun, güçleri daha kuşatıcı, elleri uzundur. İstisna olarak onların içinden de seçkin kimseler çıkar; fakat varlıklarını borçlu oldukları değerleri çiğneyenler çoğunluktadır.
Evet, gerek taşların gerekse harflerin diliyle okunsun, fark etmez, insan ve değer görecelidir. Görünen ve görünmeyen, bilinen ve bilinmeyen, madden ve manen her değer, bakan göze göre değişir. Mesela kimi harfler hem ünlü hem de seslidir. Sesi çokça çıkan ve ünlü olan o harfler azınlıkta, sessiz ve ünsüz olanlar ise çoğunluktadır. Kimi alfabelerde bir iki tane ünlü harf varken kimi alfabelerde ise hiç ünlü yoktur. Ünlülerin ya da seslilerin az olduğu alfabelerde, ünsüz ve sessizlerin yardımıyla ses üretilir, bir nevi meşveret ve demokrasi gibi. Zaten onlarda önemli olan, ün ve ses değil mânâdır.
Fakat kimi alfabelerde sesli harfler o kadar önemlidir ki onlarsız sessiz harflerin konuşabilmesi mümkün değildir. Dudak harfleri denilen “b” ve “m”’ye baktığımızda, sanki onlar tutsaktırlar. Sesleri kısılmış, lâlüebkem kesilmişlerdir; fakat aralarına konulan bir “o” ve “a” ile bomba tesiriuyandırırlar. Bu deneyim sair harfler için de geçerlidir. Görülecektir ki sessiz harfler, sesli harfler olmadan, adeta yaşayan ölüdürler.
Tam tersi düşünülecek olursa, ünlü harfler içinde benzeri bir durum geçerlidir. Sessiz harfleri ortadan kaldırdığımızda, sesli harflerin, yabansı ve ilkel bir varlığa büründüğü, anlamlarının daraldıkça daraldığı hatta bitip tükendiği görülür. Aa (şaşkınlık,) ee (merak,) oo (hayretli sevinç,) öö (korkutma,) uu (hayranlık,) üü (ağıt…) Bu sebepledir ki, sesli ve sessiz (ünlü ve ünsüz) bütün harfler, cevher veya sıradan taşlar, biri daima diğerine lazım ve muhtaç olarak saygı, sevgi ve hürmete layıktırlar. Yine de ölçüyü tutturmak hassasiyet gerektirir.