yani sence ben, susuyorum öyle mi yani sence ben, öylece sessiz ve taş gibi bilmelisin demiştim hatırla ben en güzel cevabı, susarak veriyorum ben en güzel sözcükleri, içimde saklıyorum Cemal Süreyya, meşrebimiz bir suskunlukta:
“Konuşmuyor, Anlatmıyor diye hissetmiyor sanmayın. Kimisi de içine atar çığlıklarını.”
yani sence ben, duruyorum öylece yani sence ben, bir ağaç gibi ayaktan nasipsiz
duymalısın demiştim hatırla ben en hızlı adımları durarak atıyorum Nazım’ı hatırla ve ormanı uzaklarda olsam da gül ne olur ben buradan gamzeni görüyorum
Tutulmuş Ay bakışlarını götürme uzağa Bilirsin çölün neye muhtaç olduğunu Sesin mahrem (ç)ağlayanlara Alıp gitme nefesini dalgalara karışıp Bir anıt misali kal Kıymetini bilmeden kimse Dur baş ucumda kıpırdamadan…
Ne dumanı dindi ocağın Ne de kurudu gözüm de yaş Hiç tanımadığın/m gibi Uzaktan uzağa (b)akıp gitme Usul usul gölgeni içmesin yol Soğuğu bana mı has bu kederin/m Çıkıp gitmek var derken yıldızlara Aya tutulmak kaza(ra) Öyle derdim/k sessiz ve kısık Tek taraflı bir sır acım/n Kazınır belki taşıma Efil efil toprak kokusu Uğultu serenat rüzgar Taze bahar çiğdemler de Çayırlara çiğ yağmış Dört yapraklı yonca(m) visal…
Arzu(m) gözlerin de mü/hür Yokluk var mı Ar mı varlık (y)anında Tutuşmuş dallar/ım Mevsim Son/bahar Ay bakışların alıp gitme uzağa Hummalı geceler de sana ihtiyacım var…
Önce Gözlerden alıp biat Ruhumu getirse kapına rüzgâr Emzirse hasreti gözlerinde vuslat Durdursam zamanı sabaha kadar Dizinde başım… Akıp gitse hayat Ansızın İzin verse de Yaradan Toplasam âlemin bütün saatini Takvimleri söksem duvarlardan Zamana dair ne varsa hepsini Doldursam seninle geçen yıllardan Sonra Hayaline bürünerek Uyumak, ölüm gibi uzun derinden Ellerin dolaşsa alnımda bir tek Kalkmadan anakucağı dizlerinden Ah yaşansın bu an, kıyamete dek O gün Gelse keşke uzaklardan Bağrımda kor kılıç sorsam hesabını Aramıza giren zalim ayrılıklardan Parçalasam ellerimle kalıbını …. Öcümüzü alsam şu parmaklıklardan Şimdi Hakikat buz, hayalin kor Titreyen göğsümde yanık bir bağır Yanmak mı, donmak mı? İkisi de zor Yokluk… Manası seninle zihnime ağır Yaşamak ne güç beklemek ne de zor
yarın içimde umut, bilinmez sır Acımaz taştan vicdan ki zindan Çaresizliği nasıl haykırırsan haykır Sağır duvarlar, duymaz bağır çağır Vuslat mı? Farkı yok ekmekten sudan Vuslat mı? Uzat ellerini aydan Yüreğimdeki zincirleri kır Yusuf Kar
Bizi bugün başka bir bölüme götürdüler ve orada bütün parmak izlerimizi aldılar. Normalde parmak izi alınanlar bir gün sonra serbest kalıyorlar ama yarın pazar olduğu için bir gün daha buradayız. Muhtemelen pazartesi öğleden önce çıkarız ve siz de en geç salı günü çıkarsınız, dedi Naim Abi. Türkiye’den gelen göçmenlere özel bir durummuş bu. İleride değişir mi belli olmaz ama şu anda en fazla dört gece misafir ediliyormuş burada. Diğer ülkelerden gelenlerse aylarca burada tutuluyormuş. Koğuşun içi iyice kararmıştı. Sadece koğuşların arasında bulunan koridorda ışık vardı. Ve büyük bir televizyon… Yunanca olsa da dili, çocuklar için televizyon televizyondu. Demir parmaklıkların bu tarafında, ayakları ranzalardan aşağı sarkan farklı milletlerden, farklı renklerden çocuklar … Onların gözleri televizyon ekranında ve benimse gözlerim tam karşıdaki duvarda.
Ben resme dalmışken bir gürültü oldu aniden. Hepimiz kapıya doğru bakıyorduk. Belli ki yeni gelenler vardı. Ve vakit geceye yaklaşıyordu. Biz geldiğimizde gündüz olmasına rağmen çok korkmuştuk. Şimdi gelenler kim bilir neler hissediyorlardır diye düşünürken birkaç saniyede koğuş kapısının orada olmuştum. Evet gelenler de Türkiye sürgünleriydi. Üç kadın, beş erkek bir de küçük bir prenses… Koğuştakilerin çoğu uyuyordu. Ve bu saatte yatakları düzenlemek, gelenleri özellikle aile olanları aynı ranzaya yerleştirmek epey zor olacaktı. Ben ve Mehmet hızla ranzaların üzerine çıktık ve karanlıkta bir o tarafa bir bu tarafa atlayarak boş yerler aradık. Bizim ranzanın iki yatak solunda kalan gençlere yaklaştım ve beden dilimle yardım istedim. On beş, on yedi yaşlarında tertemiz simaya sahip olan birinin kendisinden yaşça büyük olanla tartıştığını fark ettim. Ve onları anlayabiliyordum. Çünkü Kürtçe konuşuyorlardı. O an nasıl mutlu oldum anlatamam. Xalo dışında Kürtçe konuşan birilerinin olması güzel bir duyguydu. Uyanan arkadaşlarını uyandırdılar. Ve birkaç dakika içinde yeni gelen arkadaşlara yer bulduk. Kadınlar alt ranzalarda erkekler üst ranzalarda…
Ertesi Gün (8 Ekim Pazar 2017)
Yuvarlak sert bir ekmek, meyve suyu ve reçel … Sabah kahvaltımızı ranzaları üzerinde yan yana sıkışarak yaparken tanıştık gece gelenlerle. Komiser, polis, gazeteci, esnaf, öğretmen… Her birimiz yıllarca hizmet etmek için gecesini gündüzüne katan insanlarken şimdi bir mülteci kampında yan yana özgürlük hayalleri kuruyorduk. Amin Maalouf’un Empedokles’in Dostları kitabında, “Evvel zaman içinde bir gün insanlık bölünmüş. Bazıları, yeni bir site inşa etmeye giden göçmenler gibi ayrılmışlar. Diğerleri kalmışlar. O zamandan beri birbirine paralel iki insanlık vardır. Biri ışık içinde yaşar ama gölge yapar. Diğeri ise gölgede yaşar ama ışık taşır. Her biri kendi yolunda ve kendi ritmince ilerlemiştir…” dediği gibi bir şey oldu. Komiser Hamza Bey eşinden sırt çantasını rica etti ve kâğıt kalem çıkardı. Madem ki burada sınırlı kalacağız ve hepimiz birkaç gün sonra çıkacağız o zaman burada bizden daha fazla kalmış ve kalacak olanlar için bir şeyler yapalım, dedi.
Kahvaltıdan sonra bomboş kalan yatağın üzerine herkes çantasından bir şeyler döktü. Yol azığı olarak ne koymuşlarsa çantalarına… Kuru yemiş , çikolata , elma, muz vs vs… Yatağın üzerinde epey yiyecek birikmişti. Üç gündür çay içmeyen benim gibi çay tiryakisi birisinin ilgisini en çok da hazır çaylar çekmişti. Ah ketıl olsa da çay içsek ve buradaki herkese çay içirsek dedim ki sözü ağzımdan aldı Naim abi. Var hocam, olmaz mı… Hatta bazıları içti de ama hepsine yetecek ne çayımız ne bardağımız vardı. Ama şimdi var. Hem yeterince bardak hem de çay vardı. Koğuşun kapısının yanında dış tarafta bir telefon ve telefonun yanında da priz vardı. Orada suyu ısıtıp sırayla herkese çay içirecektik. Bu fikir bile yorgunluğumuzu azaltmıştı. Biri ışık içinde yaşar ama gölge yapar. Diğeri ise gölgede yaşar ama ışık taşır, demişti ya Maalouf… Aynen öyle. Bu koğuş karanlık olabilirdi, ağlayan bebekler, bilinmezliğe kayan bakışlar olabilirdi ama hepimizin yüreğinde kanatları hiç durmayan bir umut kuşu vardı. İngilizcesi olanlar ile Emir Bey, Mustafa Bey ve Mehmet Kürtçesi olanlarla da ben ve Naim abi irtibat kuracaktı. Arapça konuşanlar ile de irtibata geçtiğimiz Suriyeli Kürtler irtibata geçecekti. Bu şekilde koğuştaki çocuklara kadınlara meyve, çikolata, kuru yemiş ve çay götürebilecektik. Benim dün geceden kalma bir teşekkür borcum vardı. Yan tarafta bulunan gençlere yaklaştım ve avucumdaki yemişleri uzattım. Dün gece için teşekkür ettim. Uykularını bölmüş, yerlerinden etmiştik. Ülkelerinden olmuşlar için yatak değiştirmek çok zor bir şey olmasa da fedakarlık, fedakarlıktı. Akrem ile orada tanıştım. Gece tartıştığı , ikna etmeye çalıştığı kişi abisiymiş. Aşağıda ranzadaki yaşlı kadınlardan birisi annesi diğeri de halasıymış. Babaları , Amcaları ve ablaları Şengal’de kalmış. Namazı kıldığımız ranzalar koğuşun en arka tarafında köşedeydi. İmam biraz öne doğru, cemaat de arkada dört ranzada namaza durduk. Namazdan sonra ellerimizi açmış dua ederken Xalo’nun ailesinin kaldığı taraftan, alt ranzadan ağlayan bir kadın; duvar, kapı görevi gören battaniyeyi sıyırdı ve bana yalvardı. “Ne olur dua edin. Bebeğime dua edin…” Konuştuğu lehçeyi anlamakta zorluk çeksem de ağlaya ağlaya kurduğu cümlelerden “Seyda, zarokamın, dua” sözcüklerini anlayabiliyordum. Duamız bitti. Hepimizi çok sarstı o ağlamalar. Yerlerimize geldik herkes kendi ranzasının üzerinde öylece kalakaldı. O kocaman koğuşta küçük çocukların sesleri de dahil bütün sesler bir an durmuş ve sadece o kadın ağlıyordu. Dün gece de bir ağlama duymuştum, ülke özlemi diye düşünmüştüm. Belli ki ağlayan aynı kişi. Emir Bey yanıma gelerek, bir gitsek konuşsanız, dedi. Eşim çok üzülüyor, belki bir yardımımız dokunur. Aşağıya indim ve Emir Bey ile eşi de arkamdan geldiler. Xalo da oradaydı. Ağlayan kadın ise kendisini teskin etmeye çalışan iki kadının arasında saçını başını yolarcasına feryat ediyordu. Gözleri kan çanağına dönmüş, yanakları ise çizik içindeydi. Tırnakları ile çizmiş yüzünü. Kendisini kaybetmiş, cinnet geçiren bir kadının feryadı bütün koğuşta ve biz onu teselli etmeye gidiyorduk. Oysa kendisi ile aynı dili konuşanlar vardı sağında solunda. Ama denemeliydik. Xalo’ya sordum önce. Neden bu kadar ağlıyor, dua ettik ona ve edeceğiz de… Xalo anlatınca öğrendik hikayesini ağlayan annenin…O bir anneydi ve ancak bir annenin acısından dışa vuran yansımalar olabilirdi bu feryatlar. Hepimiz daha Xalo anlatmadan anlamıştık bu feryadın annelikten gelen yönünü ama ortada bebek de çocuk da yoktu. Dua isterken de bebeğime dua edin demişti bu genç kadın. Halil Cibran’ın Kırık Kanatlar kitabında okumuştum “İnsanoğlunun dudaklarından dökülmüş ve dökülecek en güzel sözcüktür “anne” ve en güzel feryattır “annem” feryadı. Kalbin derinliklerinden yükselen, umut ve sevgi dolu, nahif bir kelimedir. Her şeydir anne; kederdeki tesellimiz, dertteki umudumuz, acizliğimizdeki gücümüzdür. Sevgi, merhamet, anlayış ve bağışlayıcılık kaynağımızdır. Annesini kaybeden daima koruyan ve kutsayan tertemiz bir ruhu kaybetmiş demektir.” Ama burada kaybedilen bir anne değil de bir bebekti. Xalo anlatınca öğrendik hikayesini ağlayan annenin…
Bir parça koptu ta derinlerde Acı yok Kan yok His yok Renk yok Yokluğun en derin hali ses yok..
Toprağı kaydı hayalimdeki ormanın Binlerce ağacın kökü parçalandı Kimi devrildi Kimi yuvarlandı baş aşağı Kimi mezar oldu karanlığa Kimi uçup gitti tohumlar saçarak..
Kaca koca yıldızlar kaydı gönül semamdam Adı vatan, Adı millet, Adı milliyet, Ne bileyim belki illet Kimselerden kimse kalmadı içinde Hepsi kayıp gitti bilinmeze..
Erkenci baharı soldu hevesimin Bir avuç huzurdu özlemini çektiğim Ellerimden savruldu Sarardı Karardı Çürüdü Ufalandı Bir parça toprak oldu kaydı gitti Adı her neyse ne Ama o da bitti…
Bidayet aradım aynaya bakmadan Yalandı sözlerin Oysa inandım Şimdi beni bir başıma bıraktın Dedim ya aynaya bakmadan aradım Ne kolay değil mi Aldatmak Aldanmak ne acı Koparken bir parçası gönlümün Şakaklarımda sancı Ne tırnak var ne de et Yalandı kandığım Gerçek bu sefalet Adı yoktu Gölgesi soluktu Uydurma bir kehanet Boşu boşuna bekledik Sanki doğacaktı adalet Dedim ya aradığım var Bidayet içinde hidayet Aynaya bakmadan Yoluna devam et…
Ekim ayının yedisi , cumartesiydi. Nezarethaneden çıkardılar bizi. Ömrümde ilk defa bir nezarethanede uyumuştum. O da Edirne’nin az biraz ilerisinde bir kasabada , sınırın diğer tarafında. O geceyi yazacağım ama şimdi Akrem ile tanıştığımız yere gidişimizi Akrem’i ve tespihi yazmak istiyorum.
İngilizcesi olan arkadaşım Mehmet’in bize anlattığına göre nezarethaneden çıkan biz şimdi bir araçla bir kampa gideceğiz. Orada birkaç gün misafir olduktan sonra özgür olacağız. Gece Elif bacının ağlayan kızına bisküvi getiren polis anlatmış.
Bir minibüsün içine girdik. İçeriye girdiğimizde kucağında bebeği olan genç bir kadını gördük. Onu da başka bir karakoldan almış olacaklar diye düşündüm. Kapısı kapanınca minibüsün her yeri zifiri karanlık oldu. Miray ağlamaya başladı. Ahmet annesine sorular sormaya başladı.
Soru cümleleri ile yaralanır mı hiç insan ? Bıçak yarası, kurşun yarası, şu yarası , bu yarası… Sonuna yarası gelen yüzlerce belirtisiz isim tamlaması yazabilirim size. Ama soru yarası bambaşka bir acı olmalı. Ben o acıyı çok tattım. Ve tadanlarınız vardır biliyorum. Bazılarınız okurken şimdi soruyordur. Soru yarası diye bir şey mi olur ? Bazılarınız merak ediyor , bazılarınız da kendi içinizde renklendirdiğiniz soruları birer fırçanın ucuna yapışan mazi boyası ile zihninizin tuvaline vuruyor ve ben daha yazmadan o tuvale acılarınızın gölgesini koyuyordur. Ahmet usulca sordu annesine. Miray ağlamaya devam ediyordu. Ahmet bir tık daha yükseltti sesini ve sordu. Anne yine suskun. Ahmet dayanamadı ve bağırdı , o karanlığın bizi çepeçevre sardığı minibüsün içinde. Anne neden duymuyorsun. Babama mı gidiyoruz , diyorum sana. Annenin ağlayabildiğini hissedebiliyor ama göremiyordum. Bizi bir o yana bir bu yana sallayan ve salladıkça karanlığıyla birlikte içimizde dışımızda ayrı ayrı hisler yaşatan o minibüsün içinde biliyorum ki içine içine ağlayan sadece ben değildim.
“Bilmiyorum” diyebildi. O bilmiyorum sözcüğünün notası var mıydı acaba. Bakın şimdi ben bunları yazarken bilmiyorum diyorum. Siz de okurken içinizden ya da sesli bilmiyorum deyin. Dört hece. Bil mi yo rum. İnanın bambaşka bir tınısı vardı o tek kelimelik cümlenin. Gizli öznesi “ben” olan cümle “bilmiyorum” cümlesi. Ama öyle değil gramer üstadı dostlarım. O bilmiyorum’un öznesi sadece Elif kardeşim olamazdı. O da ağlıyordu ben de. Yanımdaki arkadaşım Mehmet de. Belki de okurken şimdi sizler de ağlıyorsunuzdur. Anne babama mı gidiyoruz , sorusunun cevabı o gün o karanlık arabada kulağıma öyle bir tını bırakmıştı ki zannediyorum ömrüm boyunca unutamayacağım.
Bu arada ben arabadakileri motive etmeye çalışıyor biraz sonra gideceğimiz yer hakkında onlara hayaller kurduruyordum. Öyle ya polis kampa gideceksiniz demişti. Biz de şimdi kampa gidiyoruz. Başladım tasvir etmeye. Yan yana küçük evlerden oluşan bir göçmen kampı. Bahçede kocaman bir futbol sahası. İçeride sıcak su ve temiz yatak. Nezarethanede kaldığımız gece yatmak zorunda kaldığımız o yataklardan sonra benim hayal dünyamdaki yatak sözcüğünün önüne getirdiğim temiz sıfatı şimdi daha da anlam kazanıyordu. Hayaller biter mi devam ediyordum. Sıcak çorba , çay , meyveler ve bizim gibi yola düşenlerin bir arada olduğu bir kamp tasviri…
Bir saat kadar sonra minibüs durdu ve kapı açıldı. Hepimizin gözleri kamaştı. Karanlıktan sonra gözümüzün içine içine akan güneş ışıklarına alışmak birkaç dakikamızı aldı. Bir elimizle gözlerimizi ovuştururken diğer ellerimizle sırt çantamızı tutuyor ve Yunanca bir talimatı kırk yıldır biliyor ve ezberlemişiz gibi duvarın gölgesinde tek sıra diziliyorduk. Ahmet… Gözlerime baktı. Soru yarası başlıyordu. Bu sefer dili ile değil gözleriyle sordu. Nerede yan yana evler , nerede futbol sahası. Kocaman bir duvarın önündeydik. Ve duvarların üzeri tel örgüleri. Bizi getiren polislerle buradaki görevlilerin konuşmalarını bekliyorduk. Biraz sonra evraklar teslim edilecek ve ben içeride Akrem ile tanışacaktım.