HAYATIN TEORİSİNDE KAYBOLAN KARAKTER: OBLOMOV/ Mehmet Akbaş

Oblomov, İvan Aleksandroviç Gonçarov’un sayılı birkaç eserinden en meşhur olanıdır. Gözlemci bir okuyucu bu kitabı okurken birçok kaynağa bakması ve değişik başlıklarda Google araştırması yapması gerekebilir. Çünkü Oblomov birçok bilim dalının ustaca meczedildiği bir eser. Ekonomiden felsefeye, sosyolojiden psikolojiye oradan pedagojiye birçok alana dokunur yazar. Bunun nedeni, kanımca, Gonçarov’un yöneticilik dahil devletin birçok kademesinde görev yapmasının yanı sıra babasının geniş topraklara sahip bir tüccar olmasıdır. Bu durum yazara geniş bir alanda gözlem yapma imkanı sunmuştur. Yüksek öğrenimini dilbilim fakültesinde yapan Gonçarov edebi yönünü pekiştirip yazım sanatının inceliklerine mektepli olarak vakıf olmuştur.

Eser ilk olarak 1849 yılında bir dergide Oblomov’un Rüyası başlığı ile yayımlanmıştır. Daha sonra bu taslaktan yola çıkan yazar, 10 yıl kafasında taşıdığı Oblomov’u 1 ay gibi kısa bir sürede yaklaşık 600 sayfalık bir metne dönüştürmüştür. Kitap bu şekliyle 1959 yılında basılmıştır. 

Kapitalizmin etkilerinin yavaş yavaş Rusya’da görülmeye başlandığı bir döneme denk gelen kitap ülkede büyük yankı uyandırmış elden ele dolaşmıştır. İlk bakışta tembel bir Rus soylusunun hayatta karşı karşıya kaldığı durumlara verdiği ruhsal, düşünsel ve fiziki tepkiyi anlatan bir kitap olan Oblomov; dünya edebiyat literatürüne Oblomovluk tabirini sokmuştur. Eser o dönemde Rus edebiyatında işlenmeye başlayan uyuşukluk, hareketsizlik olgularından dolayı her mecliste tartışılır olmuştur.

Başta bahsettiğimiz sosyal bilimlerin ustalıkla harman edilmesi romanlar öğretici değildir diyenler için cevap niteliğindedir. Yazar Doğu-Batı karşılaştırmalarıyla sosyolojiye, Ştolts karakteriyle ekonomiye, karşıt iki karakterin çocukluğuna inerek pedagojiye ve baş kahramanın ruhsal durumuyla psikolojiye öneriler sunmuştur. Burada benim en dikkatimi çeken nokta pedagojiye yapılan vurgulardır. Kitabın yayınlandığı 19. Yüzyıl ortalarında dünyada henüz bu noktada doğru düzgün bir sav ortaya konulmamıştır. Fakat bugün Türkiye’de pedagogların anlattığı bir çok olguya kitapta şahit olur okuyucu.

Mesela kitapta Batı ekolünü temsil eden karakter Ştolts’un çocukluk dönemi şu şekilde resmedilir. Ştolts, aşarı bir cocuk olması nedeniyle ve hemen hemen her gün evine yüzü gözü kan içinde gelmektedir. Annesi sürekli tekrarlanan bu durum karşısında ağlar, babası ise hiç bir şey yokmuş gibi davranır. Hatta daha da ileri giderek Ştolts için yaman bir oğlan olacak şeklinde ifadeler kullanır. Annesi itiraz eder bazen ezilen burnunu bazen de yüzülen dizlerini hatırlatır. Bu sefer baba burnu kanamayan çocuktan ne hayır gelir şeklinde karşılık verir. Bunları söyleyen Ştolts’un babası bir Alman’dır. Ve bilinçli bir tercih ile oğlunun sokakta hayatı yaşayarak öğrenmesini ister. Alman ekolünün yanında batıyı da temsil eden Ştolts küçüklüğünde sokakta elde ettiği problem çözme yeteneği ile hayatın her noktasında hareketli ve beceriklidir, aynı zamanda disiplinli.

Arkadaşının aksine dilimizdeki tabirle; el bebek gül bebek ve ana kuzusu olarak yetişen Oblomov, en basit bir ihtiyacını gidermek için bile birisinin yardımına ihtiyaç duyar. Çünkü çocukluğunda dadısı, annesi ve halalarının gözü İlya İlyiç’in üzerindedir. Etrafından sürekli şu sesler yükselir; Aman üşümesin, aman hasta olmasın, aman ağlamasın, aman düşmesin. Böyle bir çocukluk geçiren İlya yetişkinliğinde düşünsel kabiliyetlerin de tesiriyle tam bir uyuşukluğa salar kendini.

Tam bu noktada Oblomovluk devreye girer. İlya İlyiç’in bilinçli bir tercih ile Oblomovluğu seçtiğini söyleyenlerin sayısı az değildir. Bunun nedeni onun ileri seviyedeki hayatı çözümleme yeteneğidir. Bir işe kalkışmadan 10 adım sonrasını hesap eden hatta işin nihayette nereye varacağını doğru tespit eden bir ferasete sahiptir. İçinde yaşadığı toplumun yaşam kalıplarından haz almayan Oblomov, kendini bilinçli bir hareketsizliğe hapseder. Çünkü çevresinde tanıdığı burjuva sınıfının davetten davete koşması, eğlence kültürü ve ikiyüzlü insan ilişkileri ona göre değildir. O, hayatın anlamının bu olmadığını düşünür. Bir yerde ‘’Benim gibi yatmıyorlar ama onlar da sinekler gibi dolanıp duruyorlar, ne anlamı var bunun’’ ifadelerini kullanır.

Başka bir yerde ‘’Bastığımız yeri yoklayarak yürümeliyiz; bazı şeylerden gözlerimizi çevirmeliyiz, mutluluk elimizden kaçarsa isyan etmemeliyiz; hayat budur işte’’ ifadelerini kullanır kahramanımız. Bir ara gönül verdiği kız ile geleceğe dair mutlu hayaller kurar. Fakat o, müthiş ferasetiyle muhatabını ve kendini mutsuz bir hayata mahkum edeceğini sezerek yine bilinçli olarak bu kızdan uzaklaşır. Bana göre Oblomovluk, bir kanadı çok güçlü ama diğer kanadı küçükken yaralanmış bir kuşun yaralanan kanadını hareketsiz bırakarak kendini tek kanada mahkum etmesidir. Çünkü Oblomov hayatın teorisini çok iyi çözülmemiş ama doğru hayatı yaşamak için bu doğru teoriyi asla pratiğe geçirmemiştir. Çevresindeki hayatların ve kişilerin anlamsızlığına çok takılmış, yaptığı planları sürekli erteleyerek hayatı ıskalamıştır. Yani kırk defa ölçmüş, yüz defa ölçmüş ama hiç biçmemiştir.

Hakikat Arşı’na İmanî BİR Miraç / F. Vera Deniz

-Göklerin kapısında Nur ve Feyzi-

Güneş, Karadağ ile Hacı İbrahim dağı arasından altın gibi başını uzatmış, üçüncüleri Allah olan iki yolcuya göz kırpmaktadır. Kalplerini birbirlerine rapteylemiş, Peygamber (sav) in ayak izlerini takib ede ede yola revan bir atlı ve hemen yanında yâr-ı gârı;

“Nur ve Feyzi”…

Nur, atının üzerinde ufukları seyre dalar. Avuçlarında dünün toprağıyla yarının çatlamaya hazır kapalı tohumları saklıdır. Tohumlar Feyzi’nin yüreğine düşer. Filizlenir, neşvünema bulur.

“Yaz kardeşim!” diyecektir az sonra…

“Yaz!” 

Kalem hazırlanır.

Hızır (AS) ile İlyas (AS)’ın âb-ı hayat suyundan kana kana içmeleri gibi ledün çeşmesinden feyizler akar yüreklerine. Kalemi yüreğinin mürekkebine batırıp yazmaya başlar sır kâtibi Feyzi… Rüzgârla çiçeklerden dökülen çiğ taneleri gibi dökülür Nur’un dudaklarından kelimeler;

“Kâinattan hâlikını soran bir seyyahın müşahedatıdır.”

 

-Göklerin Kapısında-

Mavidir sevdası Verâ’nın yeryüzüne sığmaz, semaları boylar. Gâh güneşin göğü terk edişine ağlar, gâh bir kuşun kanadına tutunup, sonsuz mavilikleri cevelân eder. Hisleri hayale, hayali kaleme havale eder…

Bu dünyaya gelen her misafir gibi o da Hâlık’ını tanımak, bilmek ister. Gizli hazine idi bilinmeyi istedi ve kâinatı yarattı Allah. Hak hazine, bütün kâinat tılsımsa eğer ve ilk vahiy “Oku!” ise kâinat kitabını okumaya, bakmanın ötesinde görmeye başlamak gerek. “Görünen”,”görünmeyen”e tanıklık eder. Kâinata sadece ruhun penceresi olan beden gözü ile değil sanki bütün duygularına birer beden verilmiş de, her bedenine hassas bir göz takılmış gibi, kalp gözü ile iman penceresinden, gönül gözü ile muhabbet penceresinden, merhamet gözü ile şefkat penceresinden, akıl gözü ile hikmet penceresinden bakar seyyah ve misafiri.

Haydi gel!  Mis kokulu rayihaların rüzgârıyla, zamanın içinden geçip eşlik edelim Nur ile Feyzi’ye. Göklerden bir seda işitildi bile…

“Bana bak! Aradığını sana bildireceğim.”

Feyzi ve Nur göklerin sesine kulak kesilir. Zahirden bâtına açılan perdeler hafifçe kıpırdanarak sûret’in ardındaki nazlı ‘hakikat’ göz kırpmaya başlar. Hz Ali mihmandarlığında maddeden mânaya kutlu bir yolculuk başlar. 

Zamanın altın ilmeklerine tutunup göğe doğru sevinç üveyikleri gibi yükselirler. Adeta bir sırrın izini sürercesine yedi kat göğü keşfe çıkarlar. Hür maviliğin bittiği yere kadar varırlar. Dünya öyle küçülür öyle küçülür ki denî olur. 

Zamanın çatladığı çizgiden evrene akarlar. Sonra bir Kehkeşan’ın içerisinde bulurlar kendilerini. Sanki sema bir deniz, samanyolu da bu denizde bir ada gibi görünür. İnsanoğlu iki trilyon galaksiyi keşfedebilmişse de nice bilinmezler gizlenir sema denizinde. Dünyamızdan binlerce kat daha büyük yıldızları ve gezegenleri görürler. Tüm bunları birbirine çarpmadan ve direksiz tutan bir Zât’ın azametini zihinlerinde tesbih ederler. 

“Yedi kat gök, yer ve bunların içindekiler O’nu tesbih eder. O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur, fakat siz onların tesbihlerini anlamazsınız. Şüphesiz O Halimdir, Gafurdur.”İsra Suresi:44

Bin ayet güler yüzlerine. Bin ayet şahit sözlerine… 

Güneşi görürler kendisini yakarken etrafını yaşatan. Yıldızlar adeta gökyüzüne serpilmiş çiçekler gibi göz kırpar seyyahlara…

Ayın gümüş ışıkları altında dünya semalarından inerler hece hece göklü misafirler.   Yaz der Nur. Yaz kardeşim Feyzi!

“Ey şiddeti zuhurundan gizlenmiş! Ve azamet-i kibriyasından ihtifa etmiş olan Kadîr-i Zülcelâl!”…. Senin Rububiyetinin haşmetine ve herşeyi icad eden kudretinin azametine zâhir delalet… ve hadsiz semavatı ihata eden hâkimiyetinin ve her bir zihayatı kucağına alan rahmetinin hadsiz genişliklerine kuvvetli işaret…

 Hz Ali (ra) ın rahlesinde Ramazan ayının da bereketiyle Ayetül Kübra’nın telifine başlanmıştır. Artık sır kapısı aralanmış, Nur’dan Feyzi’ye ilahi hakikatler katre katre akmaktadır. Katre ve ırmağın aslı deryadandır. Derya ise Vahdettendir. Vahdet saf su gibidir. Su, girdiği kabın rengi ile görünür. Hakikatler,  kabı ilim ve takva olan Feyzi’nin kalbine ığıl ığıl akar. Feyzi hakikat sırlarına mazhar, nur sırlarına kâtib olur. 

Bir kez daha bakarlar Allah’ın rahmetine ayna olan gökyüzüne. Nasıl da kucaklamıştır tüm varlığı sevgi ve şefkat ile… Gözler ân olur içimizdeki göklere, ân olur semadaki göklere açılır. Bazen de kaçılır gökyüzüne, yeryüzünden bunaldıkça… 

Göklerin fısıltısını ve mâna ezgilerini duyan Feyzi Râd kapısında yeniden yazmaya koyulur.

“Kâinattan hâlikını soran bir seyyahın müşahedatır”

 

Umulur ki her insanın gönlünde bir gökyüzü olsun. Öyle bir gönül ki tüm insanlığı sevgi ile kucaklayabilecek enginlikte olsun.

Zweig’i Ararken / Gökhan Bozkuş

Kottbusser Damm’daki kütüphanedeydim. Raflarda titizlikle bir şeyi aradığımı ve bulamadığımı anlamış olacak ki görevli kadın yanıma geldi ve yardımcı olmak istediğini söyledi. Teşekkür ettikten sonra “ich suche Zweig” dedim. Zweig’i arıyorum. Görevli kadın benimle gelin lütfen derken benim zihnimde bir yazı konusu çoktan oluşmuştu bile. Ömrü arayışla geçen, hikayeler, romanlar, biyografiler yazan , kendi memleketinde anlaşılmayan ve nihayetinde sürgünü tadan Zweig’i arıyordum.  Ne tuhaf dedim kendi kendime. O da kendini arıyordu. Ülkesinden uzakta ülkesine ağlıyordu. Yanında biricik eşi ile bu acımasız dünyayı düşünüyordu , insanlığa ve ülkesine musallat olmuş diktatörün pervasız oluşunu,  zulmünü belki de. Satranç yeni bitmişti.  Ama Zweig’de derin yaralar. Bitmiyordu zulüm , gitmiyordu diktatör. Dinmiyordu masumların gözyaşları. Haykıramıyordu herkes onun gibi. Zehiri yutmuş ve karısı Lotte ile ele ele Brezilya’da bir yatakta ölüme gidiyordu. Kendini bulamamıştı o. Sorularına cevap bulamamıştı o. Ve ben şimdi onun yaraları ile taptaze yaralanmış olan ben… Onun sürgüne zorlandığı bir iklimde, bir kütüphanede, onun dilini konuşan bir hanımefendiye ‘ich suche Zweig’ diyorum. Ne tuhaf. Ben Zweig’i arıyorum diyorum. Bulabilir miyim bilmiyorum ama görevli kadın nazikçe sordu. Hangi dilden olsun Zweig. Almanca olabilir dedim. Kendi diliyle anlamak istiyorum onu çünkü.  Tuhaf bir şey oldu sonra. Sormadığım halde, bana isterseniz Kürtçe Zweig kitapları da var dedi. Maskemi hafif indirdim ve tebessüm ettim acı acı. Kürtçe benim ana dilim ama anlayamıyorum hanımefendi. Sadece anamın ‘ez kurban’ sözleri dil azığım olarak kaldı dimağımda. Şaşırdı ve tekrar sordu. Anadilinizi anlayamıyor musunuz , dedi. Uzun hikaye dedim ve onunla Zweig’in kitaplarının olduğu raflara doğru yürüdük.

Ne tuhaf bir dünya. Ne tuhaf zamanlar. Aynı dili konuştukların seni anlayamıyor ve sen uzak diyarlarda zihin sancıları içinde intihar edip giderken senden iki yıl sonra o gitmez yıkılmaz zannedilen diktatör ölüyor hem de bütün kirli sistemi ile birlikte…

Ne tuhaf onu bir de kendi diliyle okumak istiyorsun ve onun diliyle konuşan biri sana kendi dili ile konuşamayan sana bir tokat gibi hatırlatma yapıyor.  Ne tuhaf.

Gökhan Bozkuş

  Kimi Zamanlar! / Ertekin Ekin

    İçi boş şeylerin arasından usulca ayrılıp sessizlik arar kalbiniz bütün boğulmuşluklara inat! Zamanın ve mekânın içerisinden ustaca sıyrılıp dingin bir koyak arayışıdır belki de bu. Söz denizi bitmiş tükenmiştir gelinen noktada. Geçmişten kalan ne varsa tortu olarak bırakmak istersiniz usulca. Kulağınızda tın tın eden bir ses olur Kafka’nın o cümlesi ‘‘şimdi sirenler kendi çığlıklarından çok daha ölümcül bir silaha sahiptir o da sessizliktir!’ Usul usul bir arayıştır belki de yapmak isteyip te yapamadıklarınız. Dışınızda kopan fırtınalar belki de içinizde yaşadıklarınızın bir mukaddimesi olabilir!

    Onlarsız olamaz dersiniz de içiniz bir içim su olur akıp gider. Sessizlik soylu bir arayıştır belki de öyle her isteyenin kolay elde edemediği!..Bir yanı şiirdir ve öbür yanı illa ki musikidir sessizlik arayan kalbinizin. Kimi zaman gecenin en koyusuna bürünür ve musikinin ılık iklimine bırakıverirsiniz de yakalayabilirsiniz o Hint kumaşı sessizliği. Hele bir de gönül telinize derinden dokunan şiirlerle/musikiyle baş başa kalmışsanız söylenecek fazla söz yoktur. Salıverirsiniz kendinizi damlalar eşliğinde eksilen yanlarınızla sessiz sessiz. 

   Acıyan yanlarınıza, gönül sızılarınıza, hasretten kabuk bağlayan yaralarınıza!.. Bir merhem gibi iyi gelir kendiniz/le kaldığınız o eşsiz dakikalar. Belki de insan kalabilmenin asgari gereğidir bu sessizlik anları. Aslında ruhu okşayan, kalbi mutmain kılan saadet dakikalarını arzu etmek insan olana da pek yakışıyor. Hatta ömrün sair dakikalarında o eşsiz anları yakalama arzusu da öyle. Sizi size getirecek ve içinizdeki denizlerin daha çok köpürmesini sağlayacak yakaladığınız bu sükût dilimleri. İşte tam da yanık sinelerin çağlayanlarından kopup gelen berceste mısralar eşliğinde bir/az huzur iklimi solumaya başlarsınız bu dakikalarda. Ve hitamı gecenin, karanlığın ve de her şeyin dağdağasından ırak, usul usul ve de sessizce yaşarsınız asude iklimlerde gezinir gibi!..

   Kelimeler ah o eşsiz kelimeler..Alır götürür sizi en tenha yerlere. Her biri bir genç kızın işlediği bir kanaviçe gibi değerli gelir o anlarda. Ve her biri berceste mısraların içerisinde tıpkı inci bir kolye gibi nasıl da gözünüzü/gönlünüzü okşar. Siz alın bunu mısraların değil de sessizliğin ahenkle raksı olarak okuyun size eşlik eden. İnanın değişen bir şey olmaz; ses, ahenk, ritm, armoni ve ortaya çıkan enfes sessizlik melodileri. Şiirler, musikiler, sessizliğin o sihirli ikliminden uzakta değildir zannımca. Coşkun duygu selleri sebep olur da musiki, havzını billur sularla doldurur sessizlik atmosferinin. 

    Dedim ya sessizlik arar kimi zaman insan. Dışındaki bütün anlamsız gürültü ve kirliliğe inat!.. İşte her şeyin sus/pus olduğu o anlarda bir şiir bir musiki eşlik eder sessizliğinize. İlle de bir şair olmak gerekmez ‘can suyu’ olan o bulunmaz/eşsiz ses’in özlemini/hasretini duyabilmek için. Belki bir ömür yaşanılası/gıpta edilesi zaman dilimleri kapımızı çalmak üzeredir. Yeter ki hüzne ve yeter ki eksi/k olana/kalana kaybetmesin içimizdeki biz. Ve dilimizden en kalbî şekilde dökülsün Yahya Kemal gibi ‘‘Yâ Rab bana bir ses yaratan kudreti ver’’ Ver ki, Sessizlik arasın gönüllerimiz kimi zamanlar!

Yanmış Sineler / Ziya Paşa Akyürek

Aşkın mukim dili selsebil gibi
Yanmış yüreklere hep inşirahtır
Leyla’dır çöllerde Mecnun’un gülü
Bülbülün mirası bir gülden ahtır

Hal ehli derdini gözünde saklar
Kapanmaz yaranın adı hicrandır
Geceler onlarda gelip sabahlar
Yüzleri seherden daha rahşandır

Mestane yürürler dünya bağında
Mevsimler onlara hep bahar olur
Sevdaya düşenin gurbet yurdunda
Gönlü hicran adı sevdakar olur

Elemin bağında aşkı dermenin
Zevkinde söyleşmek nazar-ı Hakk’tır
Yar deyip yoluna ömür vermenin
Tarifsiz tanımı “Garip” olmaktır

Tüm dertleri infak edip Leyla’ya
Mecnun himmetiyle yaşar giderler
Yeniden gelseler hani dünyaya
Ne olur Allah’ım bir daha derler

Ziya Paşa Akyürek

İçimdekiler / Ayşenur Özdaş

Mavinin en açık tonundan en koyu tonuna doğru uzanan denizin kenarında, irili ufaklı taşlarla arkadaş olmuş kumsalda uyuyorum ben. Taşların sıcaklığı bedenimi tatlı tatlı yakarken gözlerimi açıyorum. Denizin tuzlu suyu bacaklarımda gezinirken daha fazla serinliğe ihtiyaç duyup korkusuzca tüm bedenimi denizle buluşturuyorum. Nefesimin yettiği kadar, bacaklarım kollarım enerjisini tüketene kadar yüzüyorum.

Derinlere doğru yüzdükçe hislerim, düşüncelerim, geçmişim yükleniyor omuzlarıma. Evet, bu denizde boğuluyorum. Enerjimi tüketmiş, yüklerimi omuzlarıma almış halde vazgeçiyorum. Bazen bir el beni derinlerden çekip kurtarıyor. Bazen de son bir umutla çıkıyorum bittiği yeri göremediğim denizden. Çıkarken sersemliyorum, dengem kaybolmuş düşüyorum sıcak taşların üstüne. Dizlerim kanayıp bacaklarımdan aşağı doğru süzülürken sevdiklerimi görüyorum. Yanıma geliyorlar. Yaralarımı sarıyorlar, gülüyoruz, eğleniyoruz, paylaşıyoruz hayallerimizi, düşüncelerimizi. Peki ben bu denizin ne kadarını paylaşıyorum onlarla? Denizin derinlerinde neler yaşadığımı, ne düşündüğümü nereden bilecekler? Bilemeyecekler. Tıpkı benim onların denizinde, derinlerinde olup biteni bilemediğim gibi. Hem zaten her zaman sevdiklerimle yan yana değiliz. Bazen yanında bulunan insanlarla aranda kilometreler olurken, aranda kilometreler olan insanlarla daha yakınızdır. İşte bu her seferinde insanı yaralıyor. Güneş ufuktan son kez bana bakıp kaybolurken karanlık çökmeye başlıyor. Ay ışığı denizden yansıyıp gecemi aydınlatıyor. Deniz geceleri kopkoyu bir renge bürünüyor. Beni korkutuyor. Bu yüzden geceleri, sabahki sıcaklığını kaybetmiş kumsalda uyumak iyi hissettiriyor. Hem geceleri denize girmek tehlikeli değil mi Doktor Hanım? diye bitirdi konuşmasını.

Gözleri merakla cevabımı bekliyordu. Benimse beynimde bir sürü düşünce birbirini kovalıyordu. Bu Dilan’ın benimle en uzun konuşmasıydı. Sorduğum sorulara ya kısa cevaplar verir ya da hiç cevap vermez uzun uzun bakardı üst üste koyulmuş kitaplara. Psikiyatri bölümünü seçerken hiç iletişim kuramadan elimden kayıp giden hayatlar olacağını biliyordum. Dilan ile iletişim kurmayı başardık. Buna seviniyordum. Bedenini yıpratan ruhunda neler olduğunu, ne hissettiğini bana anlatmasını istemiştim. Bugün bunu bana anlattı. Yaşantılarıyla dolu olan o denizde neler olduğunu merak ediyordum. Onu derinlerden çekip çıkaran elleri, umut veren olayları, sevdiklerini bilmek istiyordum. Haftaya ki seans tarihini belirleyip Dilan ile vedalaştık. Her zamanki siyah çantasıyla buruk gülümsemesiyle baktı gözlerime ben ardından kapıyı kapatırken.

Yas’ın Edebî Tadı: Yas Günlüğü / Cihangir Asyalı

İnsan, yasını ve kederini içinde tutar; yüzünde taşır. Lakin her insan böyledir anlamına gelmez bu. Kimi insanlar da konuşarak rahatlamayı seçer. Hele hele şair, yazar ve sanatçılar, onu, sanatıyla ortaya koyma ve herkese mal etme konusunda pek cömerttirler. Düşünürler de öyle. Çünkü bir güç, onları bu işi yapmaya sürükler. Öyle olmasaydı başka insanların yapıp ettiklerini nasıl öğrenir, kendimizi tanıma ve doğru ifade imkânını nasıl bulurduk.

Bir sokaktan başlayarak bütün bir dünyayı içine alacak şekilde “İnsan insanın aynasıdır.” denilebilir. Bir insan, hisleriyle, sonra da fikir ve yaşantısıyla bir başka insana ışık tutar ya da bir başka insanı yansıtır. Acıda, kederde, sevgi ve sevinçte birbirimize benzememiz bundandır. “Biz bize benzeriz” sözü de buradan doğar. Birbirimize olan benzerlik genelde böyle olsa da, özelde her insanın aynasına ışık tutan ya da sesine yankı olan bir “ruh akrabası” olduğu muhakkaktır.

Bazen tevafuken karşımıza çıkan bazen de adresi elimize verilen sanatçılar olmasaydı, onların eserleri bizlere aracılık yapmasaydı, başkalarının neler yaşadığını, olaylar karşısında ne düşünüp neler hissettiklerini bu denli anlayamazdık sanırım. Belki de, yaşadığımız tecrübeleri dünyada yalnızca kendimiz yaşıyor sanır, acıların getirdiği yükü taşıma gücünü kendimizde bulamazdık. Yalnız kalırdık bir bakıma. Kendimizi anlatmak ya da anlaşılmak hayli zorlaşırdı.

Bundandır ki, şair ve yazarlara, özellikle de düşünce ve hislerini edebiyatın altın suyuyla yoğuran, yoğurup da onu bir süt gibi sunan mütefekkir kalemlere çok şey borçluyuz. Mesela, bir insan, bütün insanlığın ortak kederi olan ölüm karşısında ne hisseder. Hele bu ölüm, çok sevdiği ve birlikte anılar biriktirdiği birinin, annesinin ölümüyse nasıl bir tavır sergiler, ne düşünür, neler söyler? Bütün bunlar, işte o birilerinin içini döküp açık etmesiyle anlaşılabiliyor ve fark ediliyor.

İşte, onlardan bir tanesi olan ve annesinin ölümü karşısında, hayattaki en büyük dayanağını kaybeden Roland Barthes’ın, satırlara döktüğü “Yas Günlüğü” ruh akrabası kimselere tutulan bir ‘ışık’ olarak böyledir. Ve mutlaka, farklı aynalarda çeşit çeşit renk ve desenlerle yansıyacaktır. Barthes, yasını içinde saklasa ve onu bir ‘anıt’bırakma düşüncesiyle başkalarıyla paylaşmayı seçmese, başka bir coğrafya ve kültürde yaşayan bir ölümlünün, ölüm karşısında yaşadığı ruh karmaşasını ve ıstırabı nereden bilebilirdik.

Anıt diyorum; çünkü bu eser bir yas anıtı. Yazarının, her şeyin geçiciliğini bildiği ve bunu ifade ettiği halde, sırf annesi hürmetine kalıcı bir eser bırakma çabasından doğuyor. “Anımsamak için mi yazmalı?” diyor, “Anımsamak için değil de mutlak olarak beliren unutmanın büyük acısına karşı koyabilmek için yazmalı.” Yani hatırlama yerine sürekli bir anma, hatta bir anıt bir abide olarak geleceğe bırakma düşüncesiyle… Sözlerini şöyle sürdürüyor, “Kısa süre sonra artık hiçbir iz kalmayacak, hiçbir yerde, hiç kimsede.” Ve ekliyor, “Anıtın gerekliliği.” Çünkü tanıklar da bir bir ölüyor.

“Yas Günlüğü” adı üstünde bir ‘günlük’ ve zaten bir günlük olarak okunabileceği gibi, bir şiir, bir düşünce ya da aforizmalar kitabı olarak da okunabilir pekâlâ. Yazarın kendisi şair sıfatı taşımasa da bir filozoftur ve edebiyatın ne olduğunu çok iyi biliyor. Ve bir okur olarak biz de cümleler boyunca ilerlerken, Bachelard’ın deyimiyle, “Okuduğumuz eserin ‘yandaşı’ oluveriyoruz.” Nasıl olmayalım, Barthes, neredeyse her cümlesiyle, kedere bile kattığı edebî tatla okurunu içerden kuşatıyor ve onu yanına almayı kolaylıkla başarıyor.

Yasın daha dördüncü gününde şöyle bir cümle kuruyor mesela: “Acı çekmiyor o artık” cümlesindeki “o” neye, kime gönderiyor? Ne anlama geliyor bu şimdiki zaman?” Çünkü “o” ölmüş. O şimdi acı çekmiyor, cümlesinde, “o” ve “şimdi”nin bir karşılığının olmadığını fark ediyor. Ölmüş biri için zaman da durmuştur yani. Nâbî ismiyle kastedilen mana gibi, “iki yok”la karşı karşıya kalıyor yazar. Ve bu durumun verdiği acıyla iradi bir yas tutmaya koyuluyor. Makul bir süre de belirliyor bunun için ve Larousse Momento’nun bir anne veya babanın yası için makul gördüğü on sekiz aylık süreyi dikkate alıyor.

Sıkı bir Marcel Proust okuru olan yazar, Proust’un annesine yazdığı mektupları nazara vererek, aslında günlüğünün çıkış noktalarından birini de ele veriyor. Satırlarını yalnızca annesinin ve yasın değil, insanın, edebiyatın ve hayata dair pek çok şeyin üzerinde dolaştırıyor. Ve “Herkesin kendi keder ritmi vardır.” diyerek, kendinin ama aslında kendiyle birlikte insanın kederini ortaya koyuyor. Sık sık çıktığı seyahatlerde, annesinin yokluğundan doğan “gönül kuruluğu” hiç bitmiyor mesela. Bir Kazablanka seyahatinde annesini düşünürken kendi kendine şöyle diyor: “Ruhlara, ruhların ölümsüzlüğüne inanmamak ne barbarlık. Maddecilik ne budalaca gerçeklik.”

Barthes, annesinin ölümünden üç, Yas Günlüğü’nü yazmasından bir yıl sonra bir trafik kazasında ölene kadar, nice sorgularla, nice soru ve cevaplarla yaşadı kim bilir, bunu bu kitaptan elbette ki göremeyiz. Fakat başka yerlerde ve zamanlarda benzerlerinin ne söylediğini anabiliriz burada. Mesela, “Ufuklar” şiiriyle Yahya Kemal, his noktasında, “Anneler ve Çocuklar” şiiriyle de Sezai Karakoç, düşünce noktasında Barthes’la ruh akrabası olur.

Yahya Kemal: “Annemin na’şını gördümdü/Bakıyorken bana sabit ve donuk gözlerle,/Acıdan çıldıracaktım/Aradan elli dokuz yıl geçti./Ah o sabit bakış el’an yaradır kalbimde” der, kederiyle benzer. Sezai Karakoç da: “Anne öldü mü çocuk/Bahçenin en yalnız köşesinde/Elinde siyah bir çubuk/Ağzında küçük bir leke/…/Kaçar herkesten/Durmaz bir yerde/Anne ölünce çocuk/Çocuk ölünce anne” diyerek psikolojik bakış açısıyla benzer Barthes’a.

“İnsan insana benzer”evet. Bir Oscar Wilde, bir Thomas Hardy ya da Herman Melville, anneci olma noktasında Proust ve Barthes’a ruh akrabası olsa da, aslında nice şiir ve şarkıda “anne” diyen şair ve sanatçılar, insanın bir anne kuzusu olduğu gerçeğini ve evrensel bir ruh akrabalığını ortaya koyarlar.Babanın yeri mahfuz olmak kaydıyla diyebiliriz ki, “anne” bir insan için vatan gibidir. Ondan herhangi bir sebeple ayrılık kederdir, gurbeti ve yalnızlığı çağrıştırır.

Sözü, Barthes’la noktalayalım: “Kıyılardan uzaklaşmışım -keder denizinin açıklarındayım, hiçbir şey düşünmüyorum. Yazı yazmak artık olanaksız.”

Cihangir Asyalı

Sımsıkı Sarılsam / Elif Özbek

..Hani şöyle sımsıkı sarılsam..
sana dair tüm hasretim,kollarımın arasından akıp gidecek gibi..
Senden uzakta geçen zamanın telafisi olacak,zaman sanki bıraktığımız yerden devam edecek gibi..
Sancılı sürecin açtığı yaralar,izler kaybolacak..
Ruhumdaki tüm boşluklar kapanacak,kalbimde kelebekler yine yeniden uçacak gibi..
Hayat tekrar heyecanla yaşanmaya değer bir hal alacak gibi..
İçim bir yangın yeri,..katıksız bir aşkla bağlanmanın, sonrada ayrı kalmanın dayanılmaz acısını hissediyorum..
Kaçacak yerim yok,..
Hani şöyle sımsıkı sarılsam..
Tüm acım,sızım gözyaşlarımla dökülüp gidecek gibi..
Aramıza giren yollar eriyip yok olacak,..
buna sebep olanlar utanıp mahcup olacak..
Çıkarımlar yapılıp,kıymetlerimiz daha bi anlaşılacakmış gibi..
Hani şöyle sımsıkı sarılsam..
Dünyadaki bu kargaşaya rağmen,reva görülenlerin aksine,
Hafızamdaki unutulmaya yüz tutmuş,..
insanlığa dair umutlarım canlanacak..
Korkmadan bir cesaretle yarım kalmış hayallerim tekrar kurulacak gibi..
Hani şöyle sımsıkı sarılsam..
Sensizliğin tüm yorgunluğu unutulacak,..
Gün yeniden ağaracak,tüm varlıklar rengine kavuşacak..yitirilen anlamlar bulunacak gibi..
Hani şöyle sımsıkı sarılsam..
Sessizliğin perdesini yırtıp,..
geçen zamandan kelimelerin hıncını alırcasına avazım  çıktığı kadar..onları sese dönüştürmenin,sevincine ortak olacak gibi..
Hasretle beklemenin yerini, kavuşmaya terkettiği..sana dair gurbetin sona erdiği..
İçim içime sığmayacak gibi..
Hani şöyle sımsıkı sarılsam..
Aşk,sevgi, muhabbet daim olacak..
Ömrüm bahar olacak gibi..
Hani şöyle sımsıkı sarılsam..

Karadayı Ekvatorlu Atışması 2 / Mehmet Karadayı – Ekvatorlu Süleyman Halidoğlu

Karadayı

Nur yağsın eskiye rağbet edelim
Feodal düzene geçelim artık
Deveyi biraz da öyle güdelim
Gelin derebeyi seçelim artık

Ekvatorlu

Adalet, hak-hukuk külliyen zarar
İnsanın yok yere neşesi kaçar
Edebin, ahlakın ne faydası var?
Şu ütopyaları geçelim artık

Karadayı

Yağız olsun ağaların atları
Demirlesin gemileri, yatları
Ormanın içine dikip katları
Altından bir hülle biçelim artık

Ekvatorlu

Ağa dedin, hiç unutma beyleri
Keyfi arşa varsın, zulmü ileri
Fakirin açlıktan ölsün keleri
Hırsıza servetler saçalım artık

Karadayı

Bu şato olmazsa diğer şatoya
İster Kars’a yerleş ister Hatay’a
Veda edip memlekete, ataya
Diyardan diyara göçelim artık

Ekvatorlu

Sen öyle bir kazık çak ki hayatta
Gölgesiyle serinlesin beş kıta
Cennetten tapu da aldık bu hafta
Sıratın köprüsünden uçalım artık

Karadayı

Karadayı, tapşırmadan yoruldu
Hayale dalınca kalpten vuruldu
Bulanıktı günden güne duruldu
Bu duru kaynaktan içelim artık

Ekvatorlu

Ekvatorlu, tariz döşenmiş mayın
Cahil gerçek sanar, siz yanılmayın
Kabe’de ters yöne namaz kılmayın
Tertemiz bir sayfa açalım artık

Mehmet Karadayı

Ekvatorlu Süleyman Halidoğlu

Bir Haykırış / Deniz Akif Mahir

Rabbim! Dedi:
Sustu, kış yaprağına düçar
Kar çiçekleri, ağladı.
Oyuklar oyuldu tırnakla.
Zemheri üçe bölündü:
Üçüncüsü, direndi şafağa
Aylar hep ve hiç yirmi sekiz
Yıldan ikisi eksik ve fazla.
Rabbim!
Bütün arda kalan iki ve üçler
Hep beyaz yazmaya mı ilişti?
El dizle, göz baharla…
Yutkundu:
Ceylan yavrusu sırtlan pençesinde
Dağlandı,
Sinem, kor harmanı, koruyamadım!
Doğar küllükte zulüm
Saplanır hovarda mızrak
Kimi cana, kimi dikişli kuleye
Kimi her ikisine.
Ciğer, yanar ciğere
 Akrep ve yelkovan durur,
Kırka bir kala,
Sine yolcu Tur’a.
Çeşmi Asa’ya hayduttur,
Afarozlu uç, kızıl ok!
Nehirler emanetidir nâr’a
Bilek(çe)ler tutukludur
Mühürlü mektuplara.
Ana rahmine doğmuş
Üç beş harflik mezar taşı.
Ana doludur kemer
Irmak ırmak besler
Gökkuşağına gezgin gülleri
Zar’a atılır ayasız el,
Ak zeytin dallarında.
Kesik serçe tırnağı,
Baykuşlara bayram
Al çehreli göz,
Yeşil beşik tavanında.
Kır at vurulur nala,
Kaldırıma düşer kırat.
Kül küfesi savrulur
Yüze vurur isi
Kederi yükler kadere.
Dilde perdeli zerreler,
Okunur mazgal merhametine.
Kilitlenir ağaç kavuğuna
Üçer beşer ters sıralı
Ur, mızrak, ok, kül…
Güvercin kalbi ısıtır
Siyah bilekçe ayağını,
Güvercin ve pervaz, marisanda…
Allahım!
Yalnız değilim tek başımayım


Deniz Akif Mahir

WordPress.com'da bir web sitesi veya blog oluşturun

Yukarı ↑