Dünya, Coronavirüs dolayısıyla alternatif eğitim metotları üzerinde kafa yoruyor. Yüz yüze eğitim yerine uzaktan eğitimin artıları ve eksileri tartışılıyor. Pandemi yüzünden evine kapanan dünya insanları yeniden özgürlüğüne kavuştuğu zaman artık hiç bir şey eskisi gibi olmayacak.
Tüm dünyada yüz yüze eğitimin yerine geçecek yöntemler tartışılırken güzel ülkemde gerçekleştirilen eğitim hamlesi yeterince konuşulmadı ve bu muazzam atılım yeterli övgüyü alamadı.
Cumhuriyetin ilk dönemlerinde köy köy dolaşarak zeki çocukları toplayıp onlara eğitim imkânı verilmesinden ya da 12 Eylül sonrasında okuma yazma ortalamasını yükseltmek için kampanyalar düzenlenmesinden daha büyük bir hamle bu.
“Devlet Parasız Yatılı” ya da “Yatılı Bölge Okulları’ndan” sonra devletimiz yüzde yüz yatılı ve burslu ikinci üniversite eğitimi için binlerce kişiye hizmet veriyor.
Bir zamanlar “mapusane”, “hapsane”, “cezaevi” olarak adlandırılan, sonra da Ceza İnfaz Kurumu gibi afilli isimler verilen binalar bu eğitim hamlesi ile artık birer eğitim kampüsüne dönüştürüldü.
Ha pardon! Kampüs yerine, yerli ve milli olan ecdat yadigârı kavramları koyuyorduk ya. O zaman “eğitim külliyesi” diyelim. Mahpus ya da tutuklu yerine de “zorunlu konuk”diyebiliriz.
Evet, “eğitim külliyelerinde” binlerce insan tam burslu olarak devletimiz tarafından okutuluyorlar. Hayat gaileleri, çoluk çocuk derdi, yaşam kavgası derken ikinci üniversite okuma imkânı bulamayan yurdum insanı artık yeni bir şansa kavuştu.
Her şehirde var olan AÖF bürolarının ikinci şubesi şimdi bu eğitim külliyelerinde açıldı. İnsanlar harıl harıl ikinci ve hatta üçüncü üniversitelerini okuyorlar.
Devletimiz bu hamle için hiçbir fedakârlıktan da kaçınmadı üstelik. Bu insanlar rahat rahat eğitim kampı yapabilsin diye büyük risk alarak ne kadar katil, sapık, zehir tüccarı, yankesici, hırsız, uğursuz varsa dışarı bıraktı. Yani bu insanlar için vatandaşını tehlikeye atmayı göze aldı. Fedakârlığın büyüklüğünü buradan anlayın.
Devletimiz her zaman söylenen babalığını hakkıyla yerine getirmek için hiçbir masraftan kaçınmadan az bir katkı ücreti ile üç öğün yemeklerini de veriyor. Zorunlu konuklar ödeyemiyorlarsa da sorun değil. Faturayı arkasından gönderir, parası yoksa haciz yoluyla evindeki eşyalardan zahmete sokmadan alıverir. Gerçi yemekler sanki biraz az gibi ama devlet babamız buna ne yapsın. Talep o kadar yüksek ki 10 kişilik koğuşlara 28 kişi, 20 kişilik koğuşlara 50 kişi doluştular. Bu kadar insana yemek mi yeter?! Kalanını da kendileri tamamlasın artık. O kadar kantin var. Kantinciler taş mı yesin? Hem bak elektrik, su, doğalgaz masrafları da yok. Devlet babamız bunları bile düşünüyor onlar için. Yesin, içsin, kitap okusun sonra da ikinci üçüncü üniversitelerini bitirsinler.
Sonra her koğuşa bir doktor, bir din görevlisi, bir avukat verdi ki ihtiyaç durumunda görev yapabilsinler. Hatta kadın koğuşlarına doktorun yansıra ebe bile koydu. Hatta ve hatta her kadın koğuşuna bir bebek vererek, onlarda içgüdüsel olarak var olan bebek sevgisini karşılamalarını temin etti. Bu temsili bebek ve çocuklar evlatlarını özleyen annelere birer can simidi oldu. Erkek koğuşuna maalesef “bakamayabilirler endişesi ile” bebek veremese de baba oğul aynı koğuşta kalmak isteyenlere bu şansı verdi.
Devletimiz bu pandemi ortamında “zorunlu konuklarını” gayet steril yaşam alanlarında salgından koruyor. Tüm ziyaretleri iptal etti ki değil uçan sinek virüs bile giremesin o koğuşlara. Hatta ve hatta infaz koruma memurlarının artık dönüşümlü olarak bu eğitim külliyelerinde yatılı olarak da vazife yapmalarını sağlıyor. Yani hapis olanları korumak için özgür olanları bile hapsediyor.
Sonra bu koğuşlarda kalanlar sadece virüs gibi zararlı organizmalardan korunmakla kalmıyor dışarıdaki zararlı fikri akımlardan etkilenmemeleri için yerli ve milli yayınlar dışında yayın sokulmuyor, tv radyo yayınlarına izin verilmiyor. Böylece her anlamda hijyenik yaşam ortamları oluşturuluyor.
Tüm zorunlu konuklar her türlü lükse sahip dubleks koğuşlarda eğitimlerine devam edebiliyorlar. Bu lüks yaşam alanlarını TV’lerde görünce göğsümüz nasıl da gururla kabardı, gözlerimiz yaşardı bir bilseniz.
Sadece uzaktan eğitim yeterli olmaz diyerek binlerce akademisyen de koğuşlara dağıtıldı. Bu akademisyenler kendi aralarında bilgi ve fikir teatisinde bulunabilecekleri gibi koğuştaki katılımcılara da ders verebilecekler. Düşünsenize ne büyük hizmet! Bir sempozyum düzenlemeye kalksan kaç para?! Bu muazzam organizasyonla herkesin ayağına kadar eğitim imkânı götürülüyor.
AB üye ve üyeliğe aday ülkelerde mesleki eğitimi yaygınlaştırmaya ve geliştirmeye yönelik “Hayat Boyu Eğitim” programlarını en iyi uygulayan ülke de biziz aslında. Her koğuştaki konuklarımız, bir çok mesleki eğitimden birini ya da birkaçını seçebiliyor.
Bu eğitimlerden en yaygını, zeytin çekirdekleri ile tespih, bileklik vs. yapımı. Sonra boncuktan kuş yapımı ile geleneksel “mapusane el sanatlarımızı” yaşatma imkanı buluyorlar.
Her türlü zarar verici etkenden koruduğu gibi boyaların zehirli etkisi olabileceği için geleneksel boyalarla sanat icra etmelerini sağlıyor sevgili devletimiz. Çaydan, kahveden, çeşitli meyvelerden tamamen doğal ve organik boyalarla istedikleri gibi resim yapabiliyorlar. Fırça yok ama neden sakal-bıyık kılından fırça yapılmasın? Yani zamanında en iyi fırçalar kedi kılından yapılırmış. Bu da günümüz versiyonu olur. Sonra plastik kaşık sapından divit kalem yaparak kaligrafi de yapabilirler.
İçeride olan beden eğitimi öğretmenlerini koğuş koğuş gezdirerek sağlıklı yaşam için spor ile birlikte folklor eğitimi vermelerini de sağlıyor. Harmandalı, Zeybek, Reyhani gibi geleneksel dans çeşitleri öğretiliyor. Yani zorunlu konuklarımızdan bir çoğu içeride o kadar uzun süre eğitim görecekler ki dışarı çıktıklarında evlatları evlenme çağına gelmiş olacak. Ee evlatlarının düğününde de oynayamasınlar mı?
Bu eğitim külliyeleri ile boy ölçüşecek ülke yok yeryüzünde. Ha bak belki Çin’deki Uygur Eğitim Kampları birkaç gömlek üstün olabilir. Haklarını yemeyelim. Ama n’apalım biz Çin gibi milyar nüfuslu bir ülke değiliz ki. Büyük fedakarlıklarla ancak bu kadarını yapabiliyoruz.
Daha naapsın bu devlet size?
***
“Almanya bizi kıskanıyo!…”
Ee yani,kıskanmasın da ne yapsın?