Hindiba (Gidenlere) / İbrahim Sayar

Elinde ak saçı, gökte nazarı

Güneşten kaküller biçmeye gitti

Umuda bırakıp kör intizarı

Yeni hayallerle uçmaya gitti

Ardına alarak deli rüzgarı

Suyun ötesine geçmeye gitti

Köklerini esir alan diyarı

Bırakıp zulümden kaçmaya gitti

Unutmadı  hayat veren pınarı

Bir daha suyundan içmeye gitti

Geride bırakıp anayı, yarı

Uzak diyarlara göçmeye gitti

Bilerek bekleyen garib mezarı

Gurbete tohumlar saçmaya gitti

Verebilmek için yine baharı

Sapsarı çiçekler açmaya gitti.

İbrahim Sayar

Bir Sevda Hali / Zeren

Bu nasıl bir şey, bence tanımlanmamalı… Her tanım onu sınırlandırmak olur, bir kalıba koymak… Oysa aşk her gün yeni bir anlam kazanmalı, hatta bazen manasını kaybetmeli ve mantığını. Sonra yeniden bulmalı kaybettiğini, öyle hızlı olmalı ki nefes nefese kalmalısın yetişmeye çalışırken ve öyle yavaş olmalı ki uykuya dalmalısın onu dinlerken. Bir an her şey olmalı, evren onunla dolmalı. Bazen sadece içine sığmalı.

-Dostum iki ihtimal var, ya aşık oldun ya şair?

Dudağının kenarında belli belirsiz bir gülümseme oluştu. Gözlerinde muhatabını merakta bırakmaya yetecek kadar ima vardı:

-Ya da kaşif desek nasıl olur?

-Hımm, tabii. Evet keşfedilmişi yeniden keşfeden kaşif. Sen şu işin doğrusunu anlat bakalım tek soru, kim bu?

-Kim değil ,doğru soru ne bu? İşte ben de onu bulmaya çalışıyordum, sonra buldum. Aşk sandığımız şey değil, yani ne sanıyorsak o değil, nasıl sanıyorsak o değil. Hep eksik hep fazla.Onun kalbi işgali gayrisinde bütün duyguların ortamı terkidir. O acı çektirmez acının kendisidir, panzehir istemez devanın kendisidir…

 Devam edecekti arkadaşı gözlerini bir sağa bir sola devirerek sözünü kesmeseydi:

   -Aşıyor beni bunlar, benim kafamı karıştırmayı bırakmalısın, hele kalbimi hiç.

  Ayağa kalktı, çayını tazeledi. Merakla bekleyen arkadaşının yüzünde ender rastladığı bir ifade vardı. Muhtemelen delirdiğini düşünüyordu. Gülümsedi:

      -Dur tamam anlatayım.

Çayından bir yudum alıp koltuğuna oturdu yeniden.

     -Pekala, nasıl istersen. İşin felsefesinin sonraya bırakıyorum. Dün restoranda oturmuş yemek yerken masaları konuşmalarını duyabileceğim uzaklıkta bir çift dikkatimi çekti. Yemekleri bitmiş sohbet ediyorlardı.Elbette isteyerek dinlemedim ama duymamak elde değildi. Genç adam bir ara karşısındaki kadına işte bütün ezberimi bozan o cümleyi söyledi.

       -Bak işte bunu çok merak ettim. Seni bu denli bir keşif yolculuğuna çıkaracak ne söyledi acaba?

Arkadaşının üslubu alacıydı ama aldırmadı. Kendisi de bir o kadar ciddi:

       -Adam dedi ki “çok güzelsin.”

       -Neeee?

Arkadaşı alaycı tavrındaki haklılığı pekiştirmenin rahatlığı ile kahkaha atıyordu. Yine aldırmadı. Kahkahalar arasında daha iyi duyabilsin diye sesini yükseltti:

       -Ama adamın gözleri görmüyordu.

Bıçak gibi kesti gülmeyi arkadaşı. Duyduğu hafiften mahcubiyeti örtbas etme adına mırıldandı:

        -Canım ağız alışkanlığı falandır.

Yorumunu duymazdan geldi arkadaşının. Devam etti anlatmaya:

        -Üstelik genç kadının da görmüyordu gözleri.Adam ne kadar ciddiyet ve samimiyetle ona güzel olduğunu söylüyorsa kadının da yüzü utangaçlıkla al al oluyordu. Ama ikisi de görmüyordu birbirini.İşin ilginç tarafı ben ikisinin de samimiyetini görüyordum. Saniyeler içinde bir yığın düşünce üşüştü zihnime anlıyor musun? Bir insan görmediği birinin güzelliğinden nasıl bu kadar emin olabilir ya da görmediği birinin güzelliğini nasıl bu kadar hissedebilir ve karşısındaki bunun samimiyetini nasıl bilir güzel olduğuna inanır? Ben bunları düşünürken onlar otobüse geç kalmamaktan bahsedip kalktılar. Öyle plansız ani bir refleksle arkalarından gittim, selam verip arabamın olduğunu isterlerse onları bırakabileceğini söyledim. Ne düşündüler o an bilmiyorum, kibar bir dille teşekkür ettiler. Israr ettim, az evvel onlarla aynı yerde yemek yediğimi söyledim. Genç kadın daha güvensizdi ama ikna ettim onları. Zihnim benden bağımsız tanımak istiyordu bu genç çifti.

Arabaya bindiler üzerlerindeki tutukluğu atsınlar diye havadan sudan sorular sordum önce. Rahatladılar biraz. Sonra nasıl tanıştıklarını merak ettiğimi söyledim, mahsuru yoksa diye ekledim. 

“İlk görüşte aşk olmadığı kesin”  dedi adam.Kendi esprilerine ikisi de güldü benim gülemediğimi göremediler tabii.Sonra ciddileşti adam, “Yani öyle sandığınız gibi çok özel bir hikayemiz yok,ailelerimizin bizi tanıştırmasından ibaret. Tahmin edebilirsiniz, durumumuzdan dolayı birbirimizi daha iyi anlayacağımızı düşündüler.”  Ardından sıkıca tuttuğu kadının elini öptü, “iyi ki de düşünmüşler değil mi canım.” Kadın ” evet öyle” diye sessizce fısıldadıktan sonra başını adamın omzuna koydu.

   Aradığım gizi bulamamanın hissettirdiği o minik hayal kırıklığını “Ne bekliyordun ki” diye içimden kovmaya çalışırken genç kadının imdadıma yetişen naif sesini duydum:

-Ama bu sıradan tanışma sıra dışı sevgimize engel olmadı tabii.

Heyecanla atladım:

      -Nasıl yani? Yani demek istediğim anlatırsanız eğer dinlemeyi çok isterim.

      Hikayeleriyle bu kadar ilgili olmamın onları mutlu ettiğini hissedebiliyordum. Kadının genç adamın elini daha da kuvvetle sıktığını gördüm, anlatmaya başladı ardından:

      “Öyle çok kayda değecek, ilginizi çekecek bir hikaye değil, kusura bakmayın” diyerek anlattı. Ailelerin fiziksel durumlarından dolayı kendilerini tanıştırmalarının sorumluluğuyla ezilmisler uzun zaman. Bir vazife ,bir görev gibi görmüşler birbirlerini. Onları bir arada tutan mecburiyet hissi huzursuz etmiş hayatlarını. Ailelerin ortak nokta olarak gördüğü şeyi genç çift bir çıkmaz olarak görmüş. Çok üzülmüşler o zamanlar, çok üzmüşler birbirlerini.Kaç kez ayrılmaktan dönmüşler, kendi tabirleriyle “ölümden döner gibi”.Yüzüklerini kaç kez parmaklarından çıkarıp ceplerinde taşımışlar. Ve sonra bir gün karşılıklı anlaşarak adı ayrılık olmasa da ara vermeye karar vermişler. İşte gönül dünyalarını değiştiren döngü tam da o gün yaşanmaya başlamış.Yıpranan ilişkilerinden arta kalanları toparlayabilmek için verdikleri moladan birkaç gün sonra genç adamın ölüm haberi ulaşmış kadına. Şehir dışına yolculuğu esnasında devrilen otobüsten çıkarılan cansız bedenlerin arasında o da var sanılmış.

         Haberin ilk ulaştığı anda kadın “Sandım o an ben de öldüm” diyor, “Kalbimin yere düşüp tuz buz olduğunu sanki gördüm, sanki duydum” diyor. Bir anda bütün dünya anlamsızlaşmış, hatta kendini suçlamış. İçinden göğe doğru yükselip bütün evreni kaplayan bu acının kaynağı olarak önce vicdanını görmüş, olmamış. Daha sonra ona bu kadar alıştığından olduğunu sanmış ancak içindeki duygunun kocaman bir aşk olduğunu hissettiğinde taşlar yerine oturmuş.”Çok ağladım”diyor, “ağlamakla geri geliyorsa gidenler işte benim sevdiğim böyle gelmiş olabilir” diyerek gülüyor. “İşte bazen varlığıyla anlayamadığınızı yokluğuyla farkedersiniz”

       Bir gün geçmeden yanlış anlaşılma ortaya çıkmış.Bu sefer de mutluluktan çılgınlar gibi ağlamış. “Bir kez kaybedip yeniden bulduğumu bir daha kaybedemem” demiş o günden sonra. Bunları anlattıktan sonra heyecanla, “Biliyor musunuz” diye ekledi, “Hastaneye gittiğimde önce beni fark etmedi. Yanındakilere benden bahsediyordu,diyordu ki: Allah, gözlerini şimdi vereceğim dese, onunla bundan sonra geçireceğim bir anı bile yerine tercih etmem. O an hissettiklerimi anlatamam. Sadece sarılıp dakikalarca ağladığımızı hatırlıyorum.” 

      Yaşadıkları bu olay bir milat olmuş onlar için. İlişkilerine çeki düzen vermek için bir fırsat ve bu fırsatı değerlendirmişler onlarda her anlamda. En başta fiziki durumlarını ailelerinin düşündüğü gibi ne kendilerini birleştiren bir unsur,  ne de kendilerinin sandığı gibi ayıran bir sebep olarak görmekten vazgeçmişler. Tüm anlattıklarının sonunda eklediği şeyler çok kıymetliydi benim için. Dedi ki: 

 “Bütün tartışmalarımızda araya girmeye çalışan sevgimizi ‘Sen sus, otur’ diye bir çocuk gibi azarlamak yerine ona daha çok söz hakkı vermeye başladık. Gözlerimizle göremediğimizi kalbimize emanet ettik. Birbirimiz için tavizler vermeyi sevdik. Bu tavizleri ne görev ne fedakarlık olarak gördük ki zamanı geldiğinde başa kakmak için sebeplere dönüşmesin. Ve son olarak bence insanın içindeki sevgi de canlıdır. Beslenip büyütülmeye, korunup kollanmaya, değer verilmeye, ihtimam gösterilip itimat edilmeye ihtiyaç duyar. Beslemediğiniz, emek vermediğiniz sevgi cılızlaşır güçten düşer ve ne size ne karşınızdakine faydası olur.”

     Üçüncü yıllarının yıl dönümü yemeğinde tanıştığım bu genç çiftin son sözleri bunlar oldu.

 Verdikleri adresin önünde durdum birkaç dakika sonra.

 Vedalaşırken 

“Kusura bakmayın başınızı şişirmiş olmalıyız” dedi kadın mahcubiyetle.

 “Olur mu öyle şey zevkle dinledim” dedim ve ekledim “Şey asıl siz kusura bakmayın çoktan gelmiştik aslında ben sizi dinlemek için arabayı biraz dolaştırdım” 

İkisi de kocaman gülümsedi. 

Genç adam başını bana doğru yaklaştırdı:   

“Farkındayız merak etmeyin”.     

Ilık bir bahar dolaşır sesinde

                  Sanma tanımsız eşgali

                 Yanılmam, gülüşlerinle gördüm:

                Bu ,aşkının gönlümü işgali.

                  Söylesene sevdiğim

                Yaşadığımız sevdanın kaçıncı hâli?

                   Sarsam yaralarına öylece,

                Siler mi gönlünden hüznü, melali?

                    Yok sensizlik diye bir şey

                 Yanılmam, yüreğimle gördüm:

                    Ne güzel yanımdaysan gerçeği,

                  Değilsen hayali.

                Yanılmam ellerimle gördüm:

                   Yok başka ihtimali,

                 Çok güzelsin sevdiğim işte

               Kalbim güzelliğinin gönüllü hamalı.

                Seni anlatan kelimelerin başı belalı

              Yetersiz,aciz ,ben misali…

                 Yanılmam aklımla gördüm:

               Tüm asi yanlarıma diz çöktüren

                 Ruhundaki sevimli ihtilali.

              Adı bir ölüm,bir uçurum,

                Bir boşluk, adını anmamın ihmali

              Yanılmam ruhumla gördüm:

                  En çok ellerimize yakışan visali….

Zeren

Efgan / Aksel Turgut Tuna

Hakikatin peşinde yorulmaksa eğer hayat,
Yaşamadım.
Bir nehirde temizlenip durulmaksa eğer hayat,
Yaşamadım.
Zirvelere tırmanarak geçebilmek dağları,
Bir bir parçalamak göğsündeki eraciften ağları,
İncitmemek ayırmadan ölüleri sağları,
Heyhat yapamadım,
Ben beni aşamadım.
Artık güzündeyim uzun ince yolumun
Derdest hüzündeyim takati yok kolumun
Ümidin azındayım ,
Hicazın sazındayım,
Dokunamadım bir kere bamteline esrarın,
Saymadım sayamadım dünüm oldu kaç yarın.
Oldu mu hiç gönlüm, bir gündüze yararın,
Ben Seni yaşamadım,
Ben beni aşamadım…

İnilti / Tahsîn-i Kelâm 

Anam yok dert yanayım
Babam yok dayanayım
Yar gelmemiş ayayım
Gönlümün gök yüzüne

Çekmez gönül kantarı
Neşe yok gam ambarı
Bürür bu şom zemheri
Hüznümün örtüsüne

Kâh baygın kâh ayılmış
Bitmeyen yolda yılmış
Ömür gün gün takılmış
Vaktin tel örgüsüne

Bak halime nâzenîn
Baş ayakla hemzemin
Bendeki dert kimsenin
Benzemez öyküsüne

Nerdesin ey âşinâ
Bir çıkmadın karşıma
Yenildim bir başıma
Hayatın döngüsüne

Başı sonu bir hiçtim
Gam renkli kaç ton içtim
Bilmem ne değer biçtin
Sözümün vurgusuna…

Tahsîn-i Kelâm 

Ne / Tahsîn-i Kelâm

Ne sevda masalların biter gönül,
Ne de anlamsız efsunkar yasların.
Ne muallak düşlerin biter gönül,
Ne de kesip biçtiğin kumaşların..

Ne güle şevk ile dizdiğin medhin,
Ne kaç kez özüne verdiğin ahdin,
Ne biter diller döktüğün, ne cehdin,
Ne de bülbülce mahzun ötüşlerin..

Ne yanık yanık nağmeler tellemen,
Ne dîl kârı şiirler bestelemen,
Ne biter yâr nazını irdelemen,
Ne de yoluna düşen bakışların..

Ne yer yer yarım kalmış heveslerin,
Ne çağlayıp boğan hun gözyaşların,
Ne mey diye zehr içtiğin tasların,
Ne biter uçup konma telaşların,
Ne de vuslata ördüğün taşların…

Tahsîn-i Kelâm

Söndür Leyli… / Beyruha

Şimdi söndür leyli bütün ışıklarını
Ay olmasın
Yıldız parlamasın
Ateş böcekleri uçuşmasın
Ben ki gurbetin karanlığında
Neşeye âmâ
Tam da vurulmuşken kalbimden gama
Sussun koca devlerden yükselen ra’d
Bitsin kabus
Hele o kör olası inat
Şimdi söndür leyli bütün ışıklarını
Sessizce söyle kulağıma yakamozları
Bırakma hüzün yanığı yalnızları
Sen okşa saçlarını leyli
Usulca öpüver vuslatın gözünden
Karanlığını yıka göz pınarlarından
Şimdi söndür leyli bütün ışıklarını
Gösterme çehreni öyle herkese
Mahrem kıl varını yoğunu
Bilen bilir sendeki zahiri
Söyleme leyli
Sır ol
Gördüysen yaralı bir kanat
Yaren ol, yar ol
Sustur bütün baykuşları ötmesinler
Bozmasınlar acının sihrini
Beraber ahh diyelim mi leyli?
Beraber dokunalım mı sevdanın teline?
Şimdi söndür leyli bütün ışıklarını
Zifiri örtsün üstümü
Dalayım rüyanın seyrine
Deniz olur
Mavi olur
Sabah olur
Belki hayra yoran olur
Söndür ışıkları leyli
Sen kahkülünü uzat seherin ellerine
Ben tutunayım yeniden kuşların sesine

Beyruha

Kavuşma Vakti / Ceylan Güriçin

Rüzgâr pencereden sokuluyor dalga dalga
Özgürlüğün nağmelerini fısıldıyor usulca
Yanağıma türlü memleket havaları konduruyor ardı sıra
Hafif kıpırdayan kirpiklerimin ardından
gözlerim, dalıyor uzaklara
Sonra,ruhumu alıp çıkıyor bir parmaklık aralığından
Küçücük bir kafes karesinden
O merak ettiğim fotoğraf karelerinin açılması gibi sanki
Daracık kafesler açılıyor özgürlük diyarına..
Bazen de bir sineğin kanadına takılan hayallerim,
uçuyor uzaklara…
Güneş ısıtıp sıvazlıyor sırtımı
Ufukta beliriyor rengârenk şehrayin
Ben salıveriyorum tutsak güvercinlerimi
Pervaz ediyorlar semada
Havanın her zerresini teneffüs etmek istiyorum hesapsızca
Her saniye canı çekilen duvarlara inat
Kelebek kanatlarını izlemek istiyorum
Birbirini ovuşturan ellerimle yârin ellerini tutmak sımsıkı
Yavrumun yanaklarını avuçlamak, saçlarını taramak istiyorum..
Kurduğum kavuşma vaktinin alarmları çınlıyor sürekli kulaklarımda
Kavuşmanın yazdıracağı mısralar dönüyor dimağımda
Sahi!
İlahi tayinatın vaktini bekleyelim mi sevdiceğim
Ne zaman buluşacağız diye sormadan..
Saatimiz çalacak birgün nasılsa.
Sana sabretmenin visal çiçeklerini getireceğim buradan
Zamanın beyaz telleriyle öreceğim onları saf ve temiz
Sevgimle bir taç yapacağım başına
En güzel gülmeleri yüzüne giydirmek duasıyla sulayacağım hep
Anlaştık değil mi sevdiceğim
Saatlerimizi kuralım mı
Kavuşma zamanına…

Ceylan Güriçin

‘O’ / Erkan Bilgin

Yaradılış mayasından gizli bir hazine
Ben değil sen demektir aşk
Üflenmiş bir sırdır ötelerden kalbine
Tende değil ruhta cevherdir aşk

Taşımak zordur, hem de ağır
Beladan dokunmuş elbisedir aşk
Kimi kalır altında kimi ise taşır
Sevinçten ziyade, sabırdır aşk

Ne bir tutkudur ne de bir heves
Ezelden ebede bir kordur aşk
Adem’le Havva’dan kalma bir nefes
Evvelden ahire bir yoldur aşk

Bu gam denizinde belki bir avuntu
Rüzgârın şarkısını duymaktır aşk
Bırakırken kara bulutlarından suyu
Yüreğini oyup duran bir seldir aşk

Laf ü güzaf kalır O’ndan gayrı
Kalbini titreten bir ahtır aşk
Sanma ki iki öznesi vardır ayrı
Ne tek sen ne de tek bendir aşk


Erkan Bilgin

Dengbejlerden Edip Cansever’in Karanfillerine / Gökhan Bozkuş

1941’de başlar Adana sürgünü Abidin Dino’nun. Yedi dil bilen , Cenevre’de doğan, Avrupa’nın farklı ülkelerinde eğitim gören Dino, paşa torunudur aynı zamanda. Kendisini sanat alanında çok geliştirmiştir. Avangart edebiyata ve sanata çok yakındır. Bu sürgünde tanışır Adana’nın kara kuru, zayıf, tek gözü görmeyen 17 yaşlarındaki delikanlısıyla. Çizdiği resimleri bu gence gösterir, onun yorumlarına göre bazılarını ön plana çıkarır bazılarını da yırtar atar. O delikanlının beğenmediği çizimler çöpe atılıyor, beğendikleri ise sergilere konuyordu. Ne Kübizm’i bilir, ne Ekspresyonizm’i ne de Emresyonizm’i o delikanlı. Ama fark etmiştir Abidin Dino o tek gözdeki cevheri. Alvarlı Muhammed Lütfi diyor ya hani “Cevâhir kadrini cevher- fürûşân olmayan bilmez”. İşte böyle bir cevher-füruşandır Abidin Dino. Zülfü Livaneli sordum bunu bir gün Yaşar abiye der. Öyle ya… Bu nadide zevk, bu estetik güven nereden geliyordu? Kim olsa merak eder. “Cığcık kilimlerinden” diye cevap vermiş. Cığcık nedir, diyebilirsiniz. Cığcık Kadirli’de Dokuz Bozdoğan köylerinden en kalabalık olanıdır. Adı da bu nedenle yerel Türkçe ağızda kalabalık anlamına gelen Cığcık’tır. Yaşar Kemal orada örülen kilimlerin motiflerini , köklerini, renklerini hafızasına büyük bir dikkatle kazımıştır. Tıpkı köy köy dolaşarak derlediği, klamları, hikayeleri, efsaneleri; dengbejlerin nefeslerini hece hece romanlarına yedirdiği gibi. Eylül ayı sayımızda başyazısını okuduğunuz yazarımız Mavi’nin bir cümlesi vardı. İnsan değer gördüğü yerde çiçek açar.

Yaşar Kemal’e değer veren, ondaki cevheri gören Abidin Dino onunla alakasını hiç kesmemiş. Türk ve dünya edebiyatına önemli katkılar sunacak olan Çukurova’nın bu delikanlısına hep destek olmuştur. Cığcık’ın ne olduğunu yazdım ama bazılarınızın zihninde “dengbej” sözcüğü takılmış olabilir. Dengbej nedir? Yaşar Kemal’i nasıl emzirmişler?


Kürt beldelerinde yaşayan halkların acıları, sevinçleri, türkülerin tanıdık sözleri ve şiirin yıpranmamış halini çıplak sesle dile getirenlere “dengbej” denilir. Deng ses demektir. Bej ise sese biçim verendir, sesi söyleyendir. Sese ruh kazandıran, sesi canlı hale getirendir. Sesi meslek edinmiş usta, mekânı ses olmuş insandır. Modern Kürt edebiyatının en önemli isimlerinden olan Mehmed Uzun’a göre dengbej;

“Dengbej, sese nefes ve yaşam verendir.
Dengbej , sesi kelam, kelamı kılam, türkü haline getirendir.
Dengbej söyleyendir, anlatandır.
Tıpkı yazılı edebiyatın ilk dengbeji Homeros gibi.
Yani dengbej; söyleyen, sözü nakşeden, belleği canlı, diri tutan, hatta bellek olandır.”

Homeros demişken Yaşar Kemal’in Kürtlerin Homeros’u dediği ve çok etkilendiği Evdal’den bahsetmek istiyorum. Evdalê Zeynikê’den… O da değer gördüğü yerde çiçek açanlardandır. O da değer verdiği için çiçek açtıranlardandır. Annesinin ismi ile anılan nadir ozanlardandır Evdal. 113 yıllık yaşamının 100 yılı babasız geçmiştir. Üç yaşındayken vefat eder babası. Bu yüzden annesi Zeyne’nin ismi ile anılır. Zeyne’nin Evdal’ı yani Evdalê Zeynikê dengbejlerin en meşhurudur. Evdal’in değer verdiği iki çiçekten bir Temmo diğeri de bir turnadır. Onun  ‘qulingamın’ dediği ve üzerine stranlar söylediği meşhur turnanın hikayesi ve Evdal’ın yanından ayrılışı bambaşka bir yere alır götürür insanlarımızı. .Turnayı yaralı,kanadı kırık bir şekilde bulan Evdal,onun arkadaşları tarafından kendisi gibi yalnız bırakıldığını anlar ve onu tedavi ederek bir bakıma kendi çaresizliğiyle özdeşleştirir. Gözlerini kaybettiği zaman hikayelerini anlattığı iki çiçektir Temmo ve turna.
İnsan değer gördüğü yerde çiçek açar, cümlesini tekrar hatırlatarak Edip Cansever’in en sevdiğim şiirlerinden bir bölüm ile yazımı bitirmek istiyorum. Yaşar Kemal olsun Evdal olsun , Abidin Dino’nun dokunduğu başka kalem olan Orhan Kemal olsun . Kendisine verilen değerle yeşeren çiçek açan onlar, yüzler, binler olsun. Hepsini birkaç mısrada özetliyor Cansever

“Sen o karanfile eğilimlisin, alıp sana veriyorum işte
Sen de bir başkasına veriyorsun daha güzel
O başkası yok mu bir yanındakine veriyor
Derken karanfil elden ele.
Görüyorsun ya bir sevdayı büyütüyoruz seninle
Sana değiniyorum, sana ısınıyorum, bu o değil
Bak nasıl, beyaza keser gibisine yedi renk
Birleşiyoruz sessizce. “

Gökhan Bozkuş

Eski Şarkı / Hüseyin Say

Eski bir şarkısın sen ruhuma huzur veren
Duymaz olduğum tınıların yüreğimde kor
Bir yağmur sonrası açılan gökkuşağı desen
Her renginde neleri bulurum onu bana sor

Yanık bir türküsün dilinde çargâh bir gönlün
Karcığar umudu çölleri aşkın serin bir vaha
Huzura hasreti derin, gurbeti upuzun bir gün
Yalnızlık yangınlarından ümitle çıkan sabaha

Heybetli bir efenin gür sesindedir nefesim
Kollarım güven ve heybetle açılır iki yana
“Daha deniz, daha müren” hayalidir bu resim
Güneş özgürlük tuğu, mavi gök çadır bana*

Hüzün çiçekli bahçemde gözlerim sicim sicim
Hüseynî beste yüreğim, yana yana köz olur
Kırlangıç sevinciyle horona kanatlanır içim
Kırılır yüklü dallarım, köküm dirilen öz olur

Altın buğdaylar gibi dügâh dünya toprağında
Sevgiye aç, sevince muhtaç gönülleri güldürür
Mahur bûseler tüllenir yetimlerin yanağında
Saba gülücüklerle hüzün ve kederleri öldürür

Ruhuma bir gönül ferahlığı sun ey neveser
Coşkulu baharlar neşesi gür sesli ferahnak
Ayrılık ateşlerinde yanıp kavrulan muhayyer
Gönül kazanma aşkıyla koşan cesur sûzinâk

Eski bir şarkısın sen gönlüme huzur üfleyen
Rengarenk baharlar gördüm nice meyveli yaz
Seninle dinlendi ruhum, seninle oldum esen
Her mevsim sende ısındım kesildi keskin ayaz

* Oğuz Kağan’ın ideali

Çargâh: Aşkta yok olmak
Karcığar: Mutluluğu arayış
Hüseynî: Aşk ağıtı
Dügâh: Derdin içindeki derman
Mahur: Sevincin zirvesi
Saba: Sabah yeli, sonsuzluk esintisi
Neveser: Gönül ferahlığı
Ferahnak: Bahar neşesi
Muhayyer: Ayrılık feryadı
Sûzinâk: Aşkın verdiği cesaret

Hüseyin Say

WordPress.com'da bir web sitesi veya blog oluşturun

Yukarı ↑