Gönlü pırlanta olanlara içelim (@kahekasu) / Emin Osman Uygur

Gönlü pırlanta bir akşam vakti

Bir yıldız sesime ses verdi

Ay sapsarı som altın gökte

Sahneye ansızın giriverdi

Süzüldü nice güzel duygular

Kalbime

Gönlüme

Ta içime

Sımsıcak bir tebessüm gibi

.

Sımsıcak bir tebessüm gibi

Gönlü pırlanta olanlara içelim

Tutalım el ele birlikte nice sıratlar geçelim

.

Sevdik bir kere vazgeçer miyiz

Girdik bahar iklimine geri döner miyiz

Dal dal çiçek çiçek ağaçlar gibiyiz

Güneşi maviyi hiç terk eder miyiz

Biz güller ülkesinin sessiz sakinleriyiz

Döküldük kırmızı güllerle

İklimlere

Mevsimlere

Aşk bahçesine

Sımsıcak bir tebessüm gibi

.

Sımsıcak bir tebessüm gibi

Gönlü pırlanta olanlara içelim

Zaman bükülsün biz mesafeler geçelim

.

Gönlü pırlanta bir akşam vakti

Bir yıldız duama üç kere âmin dedi

Üç cemre üst üste düştü bahçeme

Toprağı dirilten bir rüzgâr esti

Uçuştuk çınardan tohumlarla

Gündüzlere

Gecelere

Tüm saatlere

Sımsıcak bir tebessüm gibi

.

Sımsıcak bir tebessüm gibi

Gönlü pırlanta olanlara içelim

Bir yolcu gibi yollara takılmadan geçelim

.

Bir iftar sonrası yudumlanan çay

Hüzünlü kavuşmaların var mı bir tarifi

Bembeyaz bulutlar ay ve akşam vakti

Düştük gündeme düşen güzel bir haberler gibi

Şehirlere

Köylere

Karyelere

Sımsıcak bir tebessüm gibi

.

Sımsıcak bir tebessüm gibi

Gönlü pırlanta olanlara içelim

Selam olup gül olup gülüp geçelim

14.04.2022

eminou

Cancağızım / Beyruha

Cancağızım

Sen sevdayı

Yusuf’un gömleğine kalbini bağlayan

Zindanın tozuna nefesini adayan

Rüyadan, kuyuya

Kuyudan zindana

Ah ki Yusuf

Ah ki Zavira

Ah ki ne ahh…

Sabır ateşiyle yanan

Dertli Züleyha’ya sor

Cancağızım…

Sen sevdayı

Kitabesinde aşk yazılmışsa ne çıkar?

Hasret sütresine bürünmüşse cihan

Sahralar gönlüne mahrem

Gönlü Kays’ına

Ebcedi Mecnun olmuşsa eğer

Söylesene yol mu dayanır?

Söylesene yürek mi?

Ah ki Kays

Ah ki çöl

Ahh ki ne ah…

Devrin destanını yazan

Aşık Leyla’ya sor

Cancağızım

Sen sevdayı

Ferhat’ın eline takılmışsa zincir

Davranıp kazma küreğe

Aşk ile

Vazgeçmeden

Aşıklar bahara ersin diye

Biter mi hiç?

Bitmemeli

Çekip besmelesini

Demir Dağı’nı delse

Kalmasa vuslata dağ gibi engel

Ah ki Ferhat

Ah ki Demir Dağı

Ahh ki ne ahh…

Canı burnuna gelmiş

O nazlı Şirin’e sor

Cancağızım

Zayi olmayacak bir umut ki

Güç de onun hüküm de

Kana kana akacaksa

Ve doyacaksa İsmail’i suya

Nedir Safa ile Merve?

Koş

Bekleme

Dert de senin sevdada

Ne kalmış ki bu dünyada?

Hele İsmail ağlıyorsa

Annesin işte anne

Ah ki İsmail

Ah ki Zemzem

Ahh ki ne ahh…

Selametin serinininde

Yalınayak Hacer’e sor

Cimri Dede/Ömer Dilbaz

Güneş tepeyi aşarken köyün huysuz ihtiyarı elma bahçesine giren çocukları kovalamakla meşguldü. Artık ömrünün son demlerini yaşayan huysuz ihtiyar elma bahçeleri olan güzel bir eve sahipti. Oğlu, gelini ve torunları ile beraber yaşayan ihtiyar bahçesine elma yemeye gelen köyün çocuklarına elma yemelerine izin vermez, onları taş atarak ve kötü sözler söylerek bahçesinden kovardı. Köyün çocuklarıyla arkadaş olan torunu ise bu duruma hep üzülürdü.”Dedem izin verse de çocuklar da elma yese, ne olurdu sanki.” diye hep hayıflanırdı.Bir gün yine köyün çocukları canları elma yemek istemiş, bahçeye dalmışlardı. Bahçesini gözetleyen cimri dede hemen evinden koşarak “sizi gidi zındıklar, defolun burdan” diyerek onları kovalamaya başladı. Çocukların en zayıfı olan Ahmet taş gelmesin diye hem koşup hem kendini korurken ayağı burkulup yerde yuvarlandı. Ayağı çok acımış olmalı ki ağlamaya başladı. Ağzından da “inşallah seninde ayağın sakatlanır cimri dede” sözleri çıktı. Torunu onun bu sözlerini duydu. Aradan çok zaman geçti. Ahmet’in ayağı iyileşmiş ama çocuklar “elması da onun olsun. ” diyerek bir daha bahçeye girmemeye karar vermişlerdi.”Ne olmuş sanki bir iki elma yemişsek bu kadar cimri olunur mu?” diye de konuşuyorlardı. Bunları onlarla arkadaş olan torunu duyuyor ve çok üzülüyordu.Günlerden bir gün dede teras katında bahçeyi gözetlerken birinin ağaca çıktığını gördü.”Yine mi siz geldiniz zındık çocuklar” diyerek sinirli ve aceleyle alt kata inerken merdivenlerden yuvarlandı. Onun sesini duyan torunu hemen ağaçtan inip dedesini yerde yatar şekilde görünce babasına haber verdi. Sonra dedeyi hastaneye götürdüler. Dedenin ayağı kırılmıştı. Doktor uzun süre yatakta yatmasını söyledi. Yaşının da ileri olması sebebiyle iyileşmesi uzun sürecekti. Aradan bir hafta geçtikten sonra torunu elma ağacından elmayi toplamış, aile toplanıp elma yiyordu. Torunu birden “ah dede ne olsa izin verseydin, o zaman Ahmet sana beddua etmez, senin de ayağın kırılmazdı.” dedi ve onun taş atması sebebiyle Ahmet’in düştüğünü ve o akşam Ahmet’in söylediklerini anlattı. Dede “göz hakkı onların ki ne olacak ki izin verseydin.” diye dedesine sitem edince. İhtiyar düşüncelere daldı. “Keşke” dedi ihtiyar. “Keşke böyle yapmasaydım. Zaten bu dünyada mülk geçici hepsi Allah’ın. Onun malını kulundan sakladım böyle bela geldi başıma.” diye düşündü. “Hem o çocuğun o akşam ettiği dua kabul olmuştu. Allah garip, yetim ve çocukların duasını kabul eder tabii. Ahh akılsız başım keşke böyle yapmasaydım. ” dedi kendi kendine. Ertesi günü köyün bütün çocuklarını bahçeye çağırıp kendi elleriyle onlara ikram etti.

Aslında / Ziya Paşa Akyürek

Ben bu şiiri aslında hiç yazmayacaktım
Kim tutuşturdu bu sözleri dilime
Kim koydu bu yaşları mendilime
Ben diyorum bu şiiri
Hiç… Ama hiç
Yazmayacaktım…

Düştüm kimsesiz yol ortasında
Gayrı iradi bir boşluğa elimi uzattım
O zamanlar alışamamıştım yokluğuna
Alışamamıştım henüz sensiz sokaklara

Kaç kez bilmem ki uyanırken bir güne
Güneşten önce açıyordun kapımı.
Sabahlar seni görmeye geliyordu sanki
Gecenin tozundan arınmış olarak.
Bir sabah merhabasıydın sen.

Bir akşam elvedası değildin anne.

Ben aydınlıkla böyle arkadaş idim
Yüreği benden sözü ezelden
Yüzlerde eskimeyen bir tebessüm tanırım

Sofranda doyduğum kadar yokluğunda duymadım
Duymadım baharlardan tek damla nisanı.
Sesleri kısılmış gibi geldi insanların
Ve tek cümle dokunamadı yüreğime…

Anne bohçandan bir azık bıraksaydın ya
Can kırığı duruşları toplatmasaydın bana diyorum.
Bu hangi akşam bilmiyorum ki
Seherinde doğru söyleşeyim.

Yalnızlık unutulmaz mı, ayrılık yok edilemez mi hiç
Zor soruları soruyorum kendime.
Bir kandil söndü,
En uzun gecemde.

Sonra içimde yürüdü en kesif cümleler.
Kelimeler taşıyamaz olunca adını,
Bir anne koptu yamaçlarımdan çığ gibi
Sökün etti turnalar selamsız diyarlara
Ve toprak kokulum benim
Bayramlıklarım bulanınca hiç olmaz çamurlara
Başımdaki uğultunun adını dost koydular

Çekilince güneşler kendi bahçesine bir al için
Ben seyre daldım cümleyi
Yola düşürdüm can bestesinden
Yolları bilmeyen bu nazlı dervişi

Karların doruklara alışması nasılsa
Öyle usul yürüdüm ben yıllara
Urbamdaki yırtıkları dualarla yamadım
Düğümlenirken son sözüm boğazımda
Senin cennetin sayarak onu da sana yolladım

Yokluğunu okuyorum tüm varlığımla
Yokluğunu okuyamamak korkusuyla…

Sevgili derken çatlarsa dudaklar
Mahcup olursa elimde şu sensizlik
Ben ne derim Anne
Ne derim Rabbime…

Gecemden yıldızları toplayanın
Güneşime ışık taşıdığını anladım
Özlemlerin en saklı bahçesinde…
Ve kimsesiz olmadığını şu kör sokakların..

Mendilime yaşları koyana karşı
Hüznümdür duaların amini.
Ve yüreğimi bir sonsuzluk bestesinde
Ona sunarak söylüyorum beklediğimi
Mahşer gülüşüyle beni bekleyene kavuşmak için
Yıllarca dilime dolanıp da yine içime dökülen o sözü
Gül yapraklarınca söylemek için
Anne demek için…

Şimdi bayramda şekerlerimi sayar gibi dinle
Diyeceklerim yılların sözüdür tek cümlede
Yokluğunda anladım her şeyi
Yokluğun da varlığın gibi güzelmiş anne

Göresim Geldi / Beyruha

Kaldırıp aradan ayı ve yılı

Vuslat kapısından giresim geldi

Arşınladım sana uzayan yolu

Hasretlik yüzünü göresim geldi

Ayrılık neşteri kalbime zemin

Gitmiyor ki zalim, yerinden emin

Senden gayrısına edemem yemin

Yarama sevdanı süresim geldi

Zümrüdü Anka’lar Kaf Dağı’na küs

Aşk vadisi duman, gönüllerde sis

Gözyaşı aşıkta hiç bitmeyen süs

Vaktin senliğine eresim geldi

Yazarım yazamam ne menem iştir

Yazdan hiç haber yok, mevsimim kıştır

Dost! Şu yıkılmayan bir kuru baştır

Onu da yoluna seresim geldi

Bilmem ki kastım cana mıdır dost?

Nasibim kederden yana mıdır dost?

Okunan selalar bana mıdır dost?

Ömrümü uğruna veresim geldi

Beyruha

Bahara Nida / Tahsîn-i Kelâm

Ne bu âheste hâlin, doğ gönlüme ey Bahâr!
Müjde-dâr rüzgârınla vur alnıma ey Bahâr!
Uğrayıp semt-i gül’e bir hatırın sor da gel,
Oku bana yârimden, hoş gül-nâme ey Bahar. !

Abandı kış üstüme, bu ızdırâb kor cân’a,
‘Kar-buz’u göm toprağa, yay muştunu her yana,
Bülbülüm, muntazırım, aç bağrını gel bana!
Zâğları, saksağanı sen dinleme ey Bahâr.!

Susadı.. sun âbını mahzûn çorak sîneme,
Açan güllerle gülsen, şu yalnız dîlhâneme,
Ceste ceste şiirler yazarken hep gelmene,
Eyledi yüreğimi dert bin lime ey Bahâr.!

Yayılsın bûyu gülün, ötsün bülbül dalında,
Gel dokun gamlı Dîl’e, neşve çalsın telinde,
Merhamet kıl hâlime, yorgun, vuslat yolunda,
Nağmeler söylet benim gel dilime ey Bahâr.!

Hadi artık nazlanma, buram-buram este gel!
Yanık bağrım üstüne, serin-serin basta gel!
Güller al kucağına, irem-irem meste gel!
Hasret dolu yüreğim, derin-derin yasta gel!
Güz vurmadan şu ömrü, gel bekleme Nevbahâr..!

Tahsîn-i Kelâm

Bugün Yine / Neslihan Paş

Bugün yine

Duvarlar sessiz

Konuşmuyor dostlar benimle

Yaralı tüm sineler sükût içinde

Beklenen şafağı ruhlarında gözlemekte

Bugün yine

Soğuk buralarda havalar

Bakışlar ürkek ve solgun

Canı yanmış susamış gönüller

Bir damlacık umuda meftun

Bugün yine

Sinelerde hıçkırık sesleri var

Dalgınlar mazilerindeki sevdalara

Ve geleceğe bakmaktalar

Tüm engelleri aşarcasına

Bugün yine

Kuşlar göçüyor

Sıcak dünyalara doğru

Yine izliyorum onları

Sanki bir müjde varmışçasına

Bugün yine

Bekleyişte zaman

Sinesinde sakladığı haberler

Çoğu gizlenmiş bilmeceler

Yine çözüm bekleyen düğümler

Selam diyarına yürüyen yiğitler

Bugün yine

Hüzünlü yürekler

Derdi başını aşmış sineler

Eşlerini bekleyen kuşlar var

Dağlarda sırlı bir mehabet

Gözlerde yaş kuytu yerlerde garipler var

Akşamları gözleyen zakirler

Uyku bilmeyen bahadırlar var

Bugün yine

Okumaktan yorulmayan

Sır erlerinin gönüllerine akan denizler

Yolculara bakan güneşler

Denizlerde eriyen damlalar var

Bugün yine

Kalbimde bitmeyen gözyaşından dalgalar var

Neslihan Paş

Doamna Alexandra / Neslihan Paş

       

Her yeri derin bir sessizlik kaplamıştı. Ruhumun aynasında her şeyin suratı asık görünüyordu. Göklerin azade halinden habersiz ben, yalnızlık çölüne düşmüştüm. Tıkanmıştı yollar ve sarpa sarmıştı hadiseler. Nefes almanın ne kadar zor olduğunu hissettiğim çok anlar oldu. Kocaman diyarların içinde minicik kalmış, bunalmıştım.

Halimi çocuklarım da görüyordu ama onlara içimi anlatamıyordum. Hiçlik duygusu ile yaşıyordum günleri ve geceleri. Dilim yoktu, vatanım yoktu, evim yoktu, candan bir dostum yoktu ve çaresiz alev alevdi yüreğimde. Bazen bir davet, bir tebessüm az ısıtsa da içimi minnet çizgisinde bir şeyler hissetmek, insanı kahrediyordu.

Gök maviydi yer yeşildi ama kimsesizlik içime koyu rengiyle çökmüş ve beni perişan ediyordu. Gittiğim kapılardan anlayış görmeden geri dönüyordum çoğu zaman. Acı içindeydi gönlüm, kalbimi hisseden, beraber ağlayıp gülebilebileceğim, dertleşebileceğim bir sine arıyordum. Zaman zaman kendimi dışarı atıyor, parklarda patika yollarda yürüyordum. Bazen çiçeklerle konuşuyor bazen bir güvercinle arkadaş oluyordum. Sonra yüzümü büyük ümitlerin temsili olan göklere çeviriyor, yüzüme akseden bulutlarla hisleniyordum.

Dedim ya halim çocuklarıma da yansıyor ve onlar da gülemiyorlardı. Bu da ayrı bir sıkıntı idi ruhumda. Bazen hayatın bittiğini düşünüyor, buraya kadarmış herhalde diyordum. Bir yerde yabancı olmak. Dil bilmemek. Komşularla muhabbet edememek. Yani ölüsün demek. Komşularım da beni yabancı bulmuş olmalılar ki uzaktan kısa bir selam ile geçip gidiyorlardı.

Tam bu günlerde bir dil kursunun başladığını duydum. Hemen gidip kaydoldum. Okula yeni başlayan bir çocuk gibi heyecanla ilk dersin başlayacağı günü bekledim.

İlk derse girdiğimde aradığımı bulduğumu hissettim. İki yıl kolay değil, iki çarpı üç yüz altmış beş gün. Ben sınıfta öğretmenimize odaklanmıştım. Anlattıklarını duymuyor gibiydim. Aradığım şefkatli bir sine ve bana gülen bir yüz ve yüreği açık bir güzellik… Evet, Doamna Alexandra idi öğretmenim. Alexandra Romence öğretmenimdi. Beş dil biliyor ve üniversitelerde ders veriyordu. İki çocuğu, bir torunu vardı ve o da biliyordu garipliğin, yalnızlığın acısını. Çünkü daha küçükken kaybetmişti anne ve babasını. O da o kadar içliydi ki yanında “anne” lafı edemezdim. O kadar sevgi dolu bir çehresi vardı ki yanında cennet bahçesinde gibiydim. İki yıldır aradığım ama bulamadığım her şey onda vardı. İlgi, sevgi, güler yüz ve şefkat. Bırakır mıyım hiç? Hemen samimi olmanın yollarını aradım onunla. Sık sık evime davet ettim ve onunla beraber olmaya çalıştım. Ne hikmetse o da beni sevmişti. Ben dinledikçe o anlatıyordu. Geçmiş günlerden dem vuruyor, günümüzde yaşananlara bakarak insanlık adına üzüntülerini dile getiriyordu.   

Bayan Alexandra kimsesizlik günlerimde kimse oldu bana, bir ana gibi başımı okşadı, gözümün yaşını sildi. Bana sarıldı ve beni teselli etti. Artık benim de bir can dostum vardı kimsesizlik çöllerinde ve adı Doamna Alexandra’ydı. Ona olan bağlılığımın ebedi olmasını çok istiyorum. Yaşanılan hiçbir şey boşuna değil ve biz fani alemden bekaya yolcuyuz. Rabbimden niyazım orada cennet bahçelerinde Doamna Alexandra ile beraber olmak. Seviyorum onu ve onun gibi güzel yüreği olan tüm insanları. Ve bekliyorum hep o baharı.

Neslihan Paş

O Gözler Şimdi / Gökhan Bozkuş

Kardeşin, eşin ,çocuğundan fazla

Mevsim dinlemedin kışlar ve yazla

Her gün yepyeni bir neşe ve hazla

Ömrünü   verdiğin o gözler şimdi

Gül uzattın ,ama diken yutuyorsun

Bu yol zor, bu yol çetin, sen de biliyorsun

Dikenlere evet, bal şerbet diyorsun

Dilinde kan da olsa, bu hazlar şimdi

Leyla varsa çöl cennettir Mecnun için

Sormaz yanan ayaklar, neden ve niçin

Çiğnesinler, köprü oluruz, hadi geçin

Sırtımızda mühürdür o dizler şimdi

Tespihim Sende Kalsın Akrem 4. BÖLÜM / Gökhan Bozkuş

TEN DAYS

“… önümde duvar var diye ona boyun eğecek de değilim.” Diyordu Dostoyevski, Yeraltından Notlar kitabında.
Ve şimdi benim de önümde uzun, upuzun bir duvar ve üzerinde de bir ülke vardı. Nasıl tasvir edebilirim size, onun acziyetini yaşıyorum şimdi. Loş bir koğuşta sıra sıra ranzaların üzerinde, sırt çantasını yastık ederek uzanmış olan ben; karşıdaki duvarda, duvarın içindeki resimde kaybolan ben şimdi o çizgileri nasıl aktarabilirim zihinlerinize onun ıstırabını yaşıyorum. Birkaç gün kalacağız demişti Mehmet. Birkaç gün kalacaksınız demişti bizi karşılayan Naim abi. Ama ya bu duvar. Ya bu hasret çizgileri. Birkaç günün eseri olamazdı bu kocaman resim. Büyük harflerle BANGLADEŞ yazıyordu ve uçak vardı. Ve okul… Ve her huzurlu çizimde olan ırmak. Çizen belki huzurlu değildi ama yurdunu, ama köyünü, ama evini o duvara rengarenk çizerek kim bilir ne kadar haz duyuyordu.
Oğuz Atay, Tutunamayanlar romanında “Bana boş boş oturup duvar izlettiren herkese kırgınım” diyordu ya… Ben şimdi derste anlattığım o romanın bir parçası olmuş ve duvarı izliyordum. Bir an bir sıcaklık hissettim ve garip bir ürperti… “Hello” dedi tam arkamdaki ranzada oturan adam. Koğuşa girdiğimizde hemen yanımda duran adamdı o. Hello , dedim ve ürktüm. Ama belli ki konuşmak istiyordu. Yeni bir simaydık bizler onun için. Dışarıdan geliyorduk. Biz dış, o içti. Biz bulutları taze görmüştük o ise boş boş duvarlara bakan Tutunamayanlardan soluk yüzlü, gri saçlı bir Selim Işık’tı. Pakistanlıydı. Mehmet’in İngilizcesi ile anlaşabildik onunla. Mühendismiş. Ve on gündür buradaymış. “Ten Days”


Orada kaldığımız süre boyunca ne yaşadıysak hepsini ama hepsini bütün detaylarıyla not aldım ama hemen arkamdaki ranzada yatan o Pakistanlının ismini not almadım. Çünkü onu defterime Ten Days olarak yazmıştım. Pakistan’dan biri daha vardı. On beş, on altı yaşlarında zayıf bir çocuk. Adı Salman idi. Güzel bir Türkçesi vardı. Meğer aylardır burada kalıyorlarmış. Ve mühendis olan on günden sonra bırakmış saymayı. Ne saat var ne de telefon. Karanlık bir koğuş , kirli duvarlar ve çocuk sesleri… Farklı milletlerden , farklı renklerden çocukların sesleri… Bırakmış saymayı. Bırakmış zihnine sayıları istiflemeyi. On günü sabitlemiş ve her sorana “Ten Days” diyormuş. Salman gülerek anlatıyordu ama mühendis acı acı bakıyordu yüzüme ve neler neler anlatıyordu. O gri saçlı adam Edip Cansever oluyordu adeta ve ‘Bilmez miyim Hiç’ şiirini okuyordu sanki. Salman “Ten Days” sözünü tekrar ede ede okurken ben o şiiri duyar gibi oluyordum soluk yüzlü Pakistanlının suretinde.
“Alışıyorum gittikçe
Her gün bir parça daha alışıyorum yalnızlığıma
Ürperiyorum bir ara arkamdaki ayak sesinden
Ve bu yüzden mi bilmem
Durup bir süre çevreme bakar gibi yapıyorum
Sürüyle kuş havalanıyor defnelerin içinden
Sürüyle, evet, hatırlıyorum birden
Nicedir unutmuşum saymayı bile günleri”
Dağılıp gitmişler her biri bir yana
Kuşlar gibi, onlar da
Benimse ne gideceğim bir yer”
 
Naim abi ve Ali Bayram geldiler sonra. Ranzalar yan yana sıralandığı için her birisinin alt katı birer küçük oda ve üst katı ise havadar birer balkon, teras ve mescit idi. Mehmet, ben, Naim abi ve Ali Bayram şimdi o terasta diz dize, yüz yüze sohbet ediyorduk. Her şeyi birer birer anlattı bize Naim abi.
Tuvalet nerede… Oradaki hangi musluktan su içilir, hangisinden içilmez… Kıble hangi yönde… Yemek saatleri nasıl… Ve en önemli soru ve cevabı…
Biz de mi Ten Days zikrinin müdavimi mi olacaktık burada , yoksa çıkacak mıydık ?

WordPress.com'da bir web sitesi veya blog oluşturun

Yukarı ↑