Zamane Düşleri/ Yakup Kenan

Bir parça koptu ta derinlerde
Acı yok
Kan yok
His yok
Renk yok
Yokluğun en derin hali ses yok..

Toprağı kaydı hayalimdeki ormanın
Binlerce ağacın kökü parçalandı
Kimi devrildi
Kimi yuvarlandı baş aşağı
Kimi mezar oldu karanlığa
Kimi uçup gitti tohumlar saçarak..

Kaca koca yıldızlar kaydı gönül semamdam
Adı vatan,
Adı millet,
Adı milliyet,
Ne bileyim belki illet
Kimselerden kimse kalmadı içinde
Hepsi kayıp gitti bilinmeze..

Erkenci baharı soldu hevesimin
Bir avuç huzurdu özlemini çektiğim
Ellerimden savruldu
Sarardı
Karardı
Çürüdü
Ufalandı
Bir parça toprak oldu kaydı gitti
Adı her neyse ne
Ama o da bitti…

Bidayet aradım aynaya bakmadan
Yalandı sözlerin
Oysa inandım
Şimdi beni bir başıma bıraktın
Dedim ya aynaya bakmadan aradım
Ne kolay değil mi
Aldatmak
Aldanmak ne acı
Koparken bir parçası gönlümün
Şakaklarımda sancı
Ne tırnak var ne de et
Yalandı kandığım
Gerçek bu sefalet
Adı yoktu
Gölgesi soluktu
Uydurma bir kehanet
Boşu boşuna bekledik
Sanki doğacaktı adalet
Dedim ya aradığım var
Bidayet içinde hidayet
Aynaya bakmadan
Yoluna devam et…

Tespihim Sende Kalsın Akrem 3. BÖLÜM / Gökhan Bozkuş

DUVARDAKİ RESİM

Tespihim Sende Kalsın Akrem 3. Bölüm

   Kapının önünde,  çantalarımız yerlerde ve ilk kez görüşen  kolların sarılması ve ağlamalar… İki aile vardı bizden önce gelen ve bizimle benzer kaderi yaşayan.  Onların orada olması , bizi karşılaması tarif edilemez bir hazdı. Yeni gelenler olarak bizler şoktaydık ve o teselli buluşması ile dağılmıştı bulutlar. Hani filmlerde bazen siyah beyaz görüntüler yavaş yavaş renklenir ya. Siyah dallar yeşile, gri gökyüzü maviye , ve simsiyah topraklar kahverengi ya da başka renklere. İnanın o an çevremizi saran bambaşka milletlerden gözlere renk geliverdi sanki. İlkin bembeyaz giysiler içinde iki yaşlı kadın gördüm. Biri ayakta , demir parmaklıkların yanındaydı. Diğeri ise bir ranzanın alt katında oturuyordu.

Bize bakıyorlardı. Oturan kaçırdı gözlerini benden. Ayaktakinin beyaz belinde turuncu renk bir kuşak da vardı. Ve ona yakın ranzalarda ve ranza boşluklarında on kadar genç. Genç diyorsam en büyüğü on sekiz yaşlarında ancak ya var ya yok. Giysiler ezidi olduklarını gösteriyordu. Sadece renkler mi değişmişti. Hayır. O bölgeden yüzüme Şengal’den rüzgarlar esiyor , kulağıma Şengal’den genç kızların feryatları ve o ayaktaki gençlerin kurşunlanan babalarının çığlıkları da geliyordu adeta. Dedim ya değişti bir an her şey.  Korkum yerini başka bir hal ile değiştirivermişti. Niye korkmuştum ki, niye ürkmüştüm ki ? Burada bu karanlık,  bu loş koğuştakilerin her biri de benim gibi yola düşenler değil miydi? Her birinin ardında özlemler her birinin önünde umutlar yok muydu ? Bize en yakın olan bölgede esmer iki kişi vardı. Biri on dört,  on beş yaşlarında diğeri ise kırk yaşlarında beyaz saçlı bir adam… Ya Pakistan ya Afganistan’dan gelmiş olmalılar diye geçti aklımdan. Koğuşun ağası rolünde olan benden epey kısa ve seyrek saçlı olana ise etraftakiler Xalo, Xalo dediklerine göre bir Kürt’tü. Ya Suriye’den ya Irak’tan olmalıydı. Görevli bizi demir kapıdan içeriye yönlendirirken Xalo bizi teslim alan gümrük memuru gibi bir tavır içindeydi. Bu yazdıklarım bir dakikanın onda biri gibi kısa bir süre içinde etrafıma baktıklarım. Karanlık koğuş bir an aydınlanmış bir an rengarenk olmuştu. Kendimiz ile aynı kaderi yaşadığımız dostlar birer antibiyotik olmuşlardı meyus halimize.

Yan yana ranzalar vardı. İkişer ikişer yan yana dizilen ranzalar birer küçük eve dönüşmüş adeta. Alt katta belli ki kadınlar, kızlar kalıyor ve üstte de erkekler. Alt ranzaların her tarafı kahverengi,  siyah bezlerle sarılmış ve ülkelerinden uzakta analar için birer sığınağa, birer mağaraya,  birer limana dönüşmüştü. Bebeklerin ağlaması , çocukların ranzaların arasından koşturmaları ve üst ranzada uzanmış vaziyette olanların bize bakışları arasında şaşkın şaşkın Ali Bayram Bey’i ve Naim Bey’i takip ederek bizim kalabileceğimiz boş evcik arıyorduk. Biz kenarda beklerken Naim abi elinde battaniyeye benzer eski zamanlardan kalma belki Moğollardan belki Avarlardan belki de Hunlardan kalma bezlerle bize doğru geldi.
   Ablamız ve çocukları alt ranzada siz erkekler de üst katta kalacaksınız. Hadi biraz istirahat edin, ben biraz sonra gelip size her şeyi anlatacağım, dedi.

Yattığım yer. Karşıda kocaman bir resim vardı.

  Sırt çantamı yastık yapıp tam uzanacaktım ki tam karşı duvarda kocaman bir resim gördüm ve ben o resimde kayboldum. Adeta o resim ince ekran bir televizyon oldu ve ben içine girdim.

Devam edeceğim.

numan’a / Gökhan Bozkuş

göğsünden huruc eden hüznü çocuk,
şimdi ellerimde dal açan ağaçta,
şimdi dalların tam ortasında,
ve  suskun melekelerle çocuk!
görüyorum , görüyorum…
numan ! bu sesin rengi nedir ?
numan ! bu tını hangi telden yavrucuk?
numan !  bu dar koridor …
numan ! bu uzayan kollar göğe …
ve numan ! bu alın neden soğuk?
göğsünde huruc eden hüznü çocuk,
tutamıyorum yazıklar bana.
baban, bir yıldız oluyor kimi zaman ,
annen bir peri , odanın ortasında
seviniyor ,gülüyor , oynuyorsun yalnızlığında
numan ! bu feryadın tanıdık çocuk
yetim bir iklimin nâtuvanı sen
numan ! perçeminden kan damlayan lale
yitik bir mevsimin yelkovanı sen

SARILARINI GİY DE GEL…/GÜLÇİN BEYZA YALÇIN

Uzun zamandır girmediğim salonu havalandırmak için, pencereyi açayım dedim. Daha perdeyi aralarken, bizimki “Hu huu!” diye seslendi.

-Nerelerdesin kuzum sen? Bak sana sürpriz hazırladım.

Allah’ım inanamıyorum! Onu,  ilk defa bu renk elbiselerle görüyorum. Nasıl da güzel! Nasıl da alımlı! Sarı pullu elbiseler, bu kadar mı yakışır! 

Hayranlıktan dilim tutulmuş bir şekilde, koltuğa çöküp kaldım. Elim çenemde, dirseğim dizimde, kocaman gözlerle seyrediyorum.

-Nasıl güzel olmuşum değil mi? diye kıkırdıyor, eteklerini savurup, saçlarını arkasına atarak.

-Çok güzel olmuşsun, diyorum, gözlerimi ondan ayıramadan, fısıldar gibi, “Harika olmuşsun.”

Muzip muzip gülüp, göz kırpıyor.

***

Tam dört sene önce, buz gibi bir şubat gününde tanıştık onunla. Eşyaların oraya buraya yığıldığı yeni evimin penceresini açınca, onu gördüm. Gri, kahverengi pardösüsüne iyice sarınmış, yakalarını kaldırmış, ıslık çalarak yoldan gelen geçeni seyrediyor.

-Merhaba tanışalım mı? Ben Gülçin, yeni komşun, deyip elimi uzattım.

Yönünü değiştirmeden, şöyle bir yarım ağız başını çevirdi. 

-İyi, dedi…

-İyi mi? İyi mi? Sadece bu kadar mı?

Omuz silkti,

-Ne olsun ki başka?

-Adını söyle sen de, tanışalım?

-Sen bul, dedi, yine umursamaz bir tavırla, başını çevirmeden.

***

Tam üç sene, adını söylemedi. Diğer tanıdıklarımla kıyaslıyorum ama hiç birine benzemiyor. En sonunda, Doğa Kâşifi isimli bir uygulamadan öğrenebildim.

Dişbudak imiş adı.

***

O adını söylemese de dört senedir, benim en yakın arkadaşlarımdan biri oldu, sevgili ağacım. Dertlerimi paylaştım onunla. Hayal kırıklıklarımı anlattım. Umutlarımdan bahsettim. Heyecanla onu dinledim. Zaman zaman ağlarken, gözyaşlarımın aralanan perdesi arasından, beni teselli etmeye çalışan gülümsemesini gördüm.

Tam evimin önünde, iki yana açtığı dalları ile, “Arkama geç, sen. Ben seni korurum” dercesine, pencerelerimin önüne geriliyor.

İlk geldiğim zamanki soğuk karşılamasını unutturmak istercesine, her bahar yemyeşil donanıp nazlı nazlı sallanıyor.

Bu haliyle bana, bir şeyleri hatırlatıyor… Bir yerleri…

Hani buz gibi bir kış günü, buzları kıra kıra ilerleyen küçük bir kayıkla, sürgüne geldiği unutulmuş minicik bir beldedeki unutulmaz mütefekkirin,  mütevazı evinin önünde ki ağacı.

Benim ağacım da bu olsun.

Tam onun karşısına bir koltuk koyuyorum. Burası benim okuma köşem. Her başımı kaldırışımda gülümseyerek bakması, güven veriyor bana. Sarıp sarmalıyor beni, başımı omuzlarına yaslıyorum.

Adını bilmesem de olsun. Bizim dostluğumuz tüm kalıplardan öte. İsim veya ünvan gerekmiyor, dost olmamız için.

Arada bir gözlerimi kapatıp hayalimin kollarına kanat takıyorum. Yükseliyorum yukarı, daha yukarı, daha da yukarı.

Etraf, çam ağaçları ile çevrili. Kurtlar kuşlar halka olmuşlar. Neden korkayım ki kurttan kuştan?  İnsandan tehlikeli değil ki onlar.  Ağaçlar kademe kademe alçalıyor, ta gümüş renkli göle kadar. Hafif hafif salınıyor, gümüş renkli elbisesinin eteklerini sallayarak, başına çam dallarından çelenk yapmış mübarek göl.

Rivayet edilir ki her gün, cennetteki nehirlerden üç damla damlarmış bu göle. İçenler şifa bulsun diye. Bilemem tabi, anlatanların yalancısıyım ben.

İstesem kollarımı açar ta göle kadar süzüle süzüle inerim. O kadar bir hafiflik…

Ağzımı sımsıkı kapatarak, feryat ediyorum,

-Hasbi Rabbi Cellallah…

Ben bile duymuyorum sesimi ama biliyorum ki o ses sahibine ulaşıyor. Cevap vermekte gecikmiyor. Rüzgârın eliyle okşuyor başımı. Bir çam dalının hışırtısı ile yanağıma dokunup gözyaşlarımı siliyor.

Yalnız değilim…

Onu bulan, yalnız olur mu ki zaten…

***

Sevgili ağacım “hoş geldin hediyesi” hazırlamaya başladı sonra. Gün gün takip ettim. Her sabah, yeni yeni yapraklarla “merhaba” dedi. Açık yeşil mini mini yapraklar.

Dallarının üst balkon sınırına ulaşmasını heyecanla bekledim. Hiç acele etmeden, nazlı nazlı süzülerek uzandı uzandı… Bir karış… Dört parmak… Ulaştı ulaşacak, derkeen… En sonunda balkon sınırını bile aşıp, üst kata ulaştı.

Kıskandım ama azıcık. O benim ağacımdı. Niye başkalarına da göz süzsün ki…

Fark etti kıskançlığımı, daha fazla uzanmadı üst balkona. 

Tazecik yaprakları gün gün koyulaştı. Yazın en sıcak günlerinde penceremden serin nefesi ile seslendi.

-Çok sıcak ama değil mi? 

-Evet, sıcak sevgili ağacım, ama sen göğsünü siper edeli beri o sıcaklar  selamsız sabahsız dalamıyor içeriye.

Yaz sıcakları ile beraber tozlar çullandılar sevgili ağacımın yapraklarına. Uzanabilsem tek tek sileceğim. Ben uzanıyorum, o uzanıyor ama ellerimiz buluşamıyor, bir türlü.

O mahzun, ben mahzun karşılıklı bakışıyoruz. O toz zerreleri çamura dönüştü. Onu gördükçe, benim nefesim daralıyor. Kıyamıyorum… 

Nefes alabiliyor mu ki!

Ah biraz su olsa… 

Yapabilsem pencereden hortum tutup yıkayacağım. Aslında bakkal kapandıktan sonra denememek için kendimi zor tuttum.

Ah bir sıcaklar geçse de yağmur yağsa.

Bir Ağustos sonu biraz çiseledi sanki. Yere değer değmez cızıldayarak kurudu damlalar. 

Belki sevgili ağacım nasiplenmiştir. Baktım baktım emin olamadım.

Umudum tazelendi yeniden, az sabır… Biraz daha sabır…

Elbet, rahmet cisimleşip damlalara dönüşerek inecek yeryüzüne.

***

Sevgili ağacımın başına, aklar düşmeye başladı. Sonra da bakkalın dükkân önüne çıkardığı ıvır zıvırın üzerine tek tük sarı yapraklar.

Yağmurları beklerken, yaprakları ile vedalaşmaya başladı sevgili ağacım.

Sonra bir sabah erkenden, gürültülerle uyandım.

Eyvah!.. Bakkal efendi, ağacıma bir merdiven dayamış, dallarını kesiyor. Ağaç budama mevsimi değil elbet. O iyilik yapmak için değil  dökülen yaprakları süpürme zahmetine katlanmamak için kesiyor kolunu kanadını.

Nasıl ağlamaklı oldum. Koşsam insem aşağı. Bakkalın önüne geçsem “Kıyma!” desem dinler mi ki?

Yok, yok,  biliyorum, dinlemez…

*** 

Her sene tekrarlandı bu serencame. Bahar gelirken gün gün donanmasını izledim. Sıcaklarda söyleştik. Kışın karşılıklı kahvemizi, yazın limonatalarımızı yudumladık. Yağmurları bekledik beraber.

Ve yağmurlara ulaşamadan budandı ağacımın kolu kanadı. O ise inatla her bahar yeniden meydan okudu bakkal efendiye.

***

Sonra değişti bakkal efendi. Artık yeni birisi var. Efendiden, yaşlıca bir bey. Sanki emekli olmuş da yetmeyen gelirine katkı olsun, çoluk çocuğu rahat etsin diye çalışan, başı önünde bir beyefendi.

Yeniden bahar geçti. Yaz geçti. Mevsimler tablosu değişti, yeniden yeniden.

Vee bir sabah…

Sevgili ağacım meğer sürprizini göstermek için heyecanla beklermiş de ben oralara uğramamışım.

Allah’ım nasıl güzel bir sarı renk! Tüm yapraklar yeşilden soyunmuş, sarı renkli pullar takınmış. Altın rengi sarı değil ama. Başka, daha başka, bambaşka bir sarı..

Mutluluktan ağlayabilirim. Günlerce sanki oraya çakılmış gibi sevgili ağacımın yeni urbalarını seyrettim.

Ben seyrettikçe mahcup mahcup göz süzüp gerdan kırdı.

***

Ah be sevgili ağacım! Güzel memleketimde ne fidanlar kolsuz kanatsız bırakılmadı mı sencileyin?

Umarsız bakkal efendinin yerine zalim muktedirler biçti yavrularımızın dallarını, budaklarını.

Binlerce eğitimli ülkenin en kıymetli insan sermayesini, onlarca yıllık birikimini, yıllardır biçmekten bıkmadılar yorulmadılar. Kimi sürgün, kimi esir, kimi toprağın bağrında misafir.

Dallar tengarenk yapraklar açamadan beton duvarlar arasına gömüldüler.

Bak senin her sene heyecanla hazırladığın sürprizini, ancak görebildim. Yeni bakkal insaflı çıkmasa ve o da kolunu kanadını yolsaydı kendi keyfi için yine göremeyecektim.

Ah be dişbudağım!

Ah be güzel ağacım!

Neden aklıma getirdin ki o esir fidanları?

Desene be dişbudağım, “Ben hatırlatmasam da senin aklından hiç çıkmıyor ki…”

WordPress.com'da bir web sitesi veya blog oluşturun

Yukarı ↑