Karadayı Ekvatorlu Atışması 2 / Mehmet Karadayı – Ekvatorlu Süleyman Halidoğlu

Karadayı

Nur yağsın eskiye rağbet edelim
Feodal düzene geçelim artık
Deveyi biraz da öyle güdelim
Gelin derebeyi seçelim artık

Ekvatorlu

Adalet, hak-hukuk külliyen zarar
İnsanın yok yere neşesi kaçar
Edebin, ahlakın ne faydası var?
Şu ütopyaları geçelim artık

Karadayı

Yağız olsun ağaların atları
Demirlesin gemileri, yatları
Ormanın içine dikip katları
Altından bir hülle biçelim artık

Ekvatorlu

Ağa dedin, hiç unutma beyleri
Keyfi arşa varsın, zulmü ileri
Fakirin açlıktan ölsün keleri
Hırsıza servetler saçalım artık

Karadayı

Bu şato olmazsa diğer şatoya
İster Kars’a yerleş ister Hatay’a
Veda edip memlekete, ataya
Diyardan diyara göçelim artık

Ekvatorlu

Sen öyle bir kazık çak ki hayatta
Gölgesiyle serinlesin beş kıta
Cennetten tapu da aldık bu hafta
Sıratın köprüsünden uçalım artık

Karadayı

Karadayı, tapşırmadan yoruldu
Hayale dalınca kalpten vuruldu
Bulanıktı günden güne duruldu
Bu duru kaynaktan içelim artık

Ekvatorlu

Ekvatorlu, tariz döşenmiş mayın
Cahil gerçek sanar, siz yanılmayın
Kabe’de ters yöne namaz kılmayın
Tertemiz bir sayfa açalım artık

Mehmet Karadayı

Ekvatorlu Süleyman Halidoğlu

Afrika’da Çocuk Olmak / Yasemin Tatlıseven

Afrika’ya geleli neredeyse dört yıl oldu. Tropikal iklimin hakim olduğu bu ülkede, yılın 12 ayı, yaz mevsimini yaşadığımızdan olsa gerek, zamanın nasıl geçtiğini hiç anlayamıyorum. Kendimi sanki birkaç ay önce gelmiş gibi hissediyorum. Kafamda hala yapılacaklar listesi. listenin başında “canım çocuklar” geliyor. İmkanımız olsa da bütün çocuklara şeker dağıtabilsek!

Pergelin sivri ucunu ikamet ettiğimiz şehre sapladık. Diğer ucunu ise açabildiğimiz kadar açtık. Yaşadığımız yerin etrafında büyük çaplı daireler çiziyoruz. Pasaport sorunumuzdan dolayı henüz bu dairenin dışına çıkamadık. Daha gidilecek çok ülke, yapılacak çok iş var. Bulunduğumuz yerin hakkını vermek düşüncesiyle, farklı şehirlere gidip, yeni arkadaşlıklar kuruyoruz. En çok ilgiyi de çocuklardan görüyoruz.

Afrika’da çocuklar eğer bir köyde yaşıyorlarsa bütün dünyaları o köyden ibaret oluyor. O köyün dışında bir hayat olduğunu çoğunlukla bilmiyorlar. Genelde aileler çok çocuklu ve kalabalık. Çocuklar 4-5 yaşına geldiklerinde, çamaşırlarını yıkamayı, karınlarını doyurmayı, su taşımayı ve kardeşlerine bakmayı öğreniyorlar. Okul çağına bile gelmemiş bir çocuğun altı aylık bir bebeği sırtına bağlayıp taşıdığına çok şahit olmuşuzdur. Dünyanın farklı bir bölgesindeki yaşıtları, henüz kendi ihtiyaçlarını bile yardım almadan göremezken, bu çocuklar erken yaşta çok büyük sorumlulukları yükleniyorlar. Sırtına bağladığı kardeşiyle, dans edene de rastlıyorsunuz, koca koca bidonlarla su taşıyanlara da… Bu durum bize üzücü gelse de onlar o küçücük yaşlarına rağmen, ne sırtındaki kardeşinden, ne de kendisinden büyük su bidonunu taşımaktan şikayetçiler!

Anne, babalar çoğunlukla çocuklarını köyde bırakıp, büyük şehirlere çalışmaya gidiyorlar. İş bulabilenler kendilerini çok şanslı sayıyor. Şehirde çalışanlar, köylerine ancak 5-6 ayda bir ziyarete gidebiliyor. Sık sık izin alarak işlerinden olmak istemedikleri gibi, yola para harcayıp masraf yapmak ta istemiyorlar. Maddi imkansızlıklar içinde yuvarlanıp giderken, kendi evlatlarını yılda en fazla 2 ya da 3 kez görebiliyorlar.

Köylerde kalan çocuklar, her ne kadar anne ve babalarını özleseler de ağlayıp, sızlayarak kapris yapacak hiç kimseleri yok! Bu yüzden güçlü durmayı öğreniyorlar. Dede ve nine genellikle, evdeki bu kalabalığa, akşama yedirecek bir şeyler bulabilme derdinde… Çocuklarsa annesizliğe, babasızlığa ve açlığa alışmış durumdalar. Akşam yemeğinde bir tabak pirinç pilavı ya da barbunya varsa değmeyin keyiflerine. Biz evlatlarımıza, “Onu yer misin, bunu yer misin?” diye alternatifler sunarken, Afrika’daki çocuklar aç ve tok yatmak arasındaki farkı çok iyi biliyor. Bu yüzden bir tabak yemek bulduklarında, yemeğe başlamadan önce de sonra da herkes kendi inancına göre Allah’a şükrediyor. Genellikle yemeği elleriyle, kaşık kullanmadan yiyorlar ve o pirinç tanelerini hiç dökmeden ağızlarına nasıl taşıdıklarına hayret ediyorsunuz. Son pirinç tanesini dahi yeyip, tabağı sıyırıyorlar. Çünkü; bir sonraki yemeği ne zaman yiyeceklerini asla bilmiyorlar.

Köylerin bazılarında daha önce hiç beyaz insan (mzungu) görmemiş çocuklara rastlıyoruz. Onların dünyasında bütün insanlar koyu renkli. Bize dokunmaya çalışanlar, beyaza boyalı olduğumuzu düşünüp, boyalarımızı çıkarmaya uğraşanlar oluyor. Bizden korkup kaçıp saklananlar olduğu gibi. Şeker verirken bir çocuğun eline dokununca, önce korkmuş geri çekilmiş, sonra da arkadaşlarının yanına giderek, “ Mzungu elimi tuttu!” diye sevinç içinde çığlıklar atmıştı. Şehirler arası bir yolculukta, vakit girince yol kenarında bir camide durmuştuk. Biz görevimizi eda ederken, mescidin etrafında büyük bir kalabalığın toplandığını fark ettik. Yanımızdaki yerel arkadaşımız, bu köyde yaşayanların daha önce hiç beyaz insan görmediğini, bizden korkabileceklerini söyleyerek bizi uyardı. Dışarı çıkıp selam vermek istediğimizde, toplu halde birbirlerine sokularak, 3-5 metre geri gittiklerini görünce üzüldük. Oysa sadece onlarla iletişim kurmak, selamlaşıp sarılmak istiyorduk. Yanımızda bulunan yiyeceklerden verirsek, iyi niyetimizi anlarlar diye düşündük. Fakat ne uzattıysak almadılar. Yerel arkadaşımıza verip, onun dağıtmasını istedik. Şeker ve çikolataları ilk defa gördükleri her hallerinden belli oluyordu. Yüreğimizde buruk bir hüzünle oradan ayrıldık.

Kuyu açılışlarında çok sık rastladığımız durumlardan birisi de teşekkür etme biçimleri… Genelde karşınıza geçip yere diz çökerler, ellerini birleştirip havaya kaldırarak, minnetlerini ifade ederler. İlk zamanlar biz çok mahcup olup, onları yerden kaldırmaya çalışmıştık. Yerel arkadaşlarımız; bunun ayağa kapanma gibi bir davranış olmadığını, kendi kültürlerinde teşekkür etme biçimlerinin böyle olduğunu, çok küçük yaşlardan itibaren herkese öğretildiğini anlattılar. Bir çocuğa ufacık bir şeker bile verseniz, karşınızda diz çökebileceğini, bunun bir gelenek olduğunu, her ne kadar bize hala tuhaf gelse de kabullendik!

Afrika’nın bir başka gerçeği ise maalesef yetimhaneler. İlk yetimhane ziyaretimde gözyaşlarımı tutamamıştım. Alüminyum profilden çatısı olan, barakayı andıran, tıka basa demir ranzayla dolu bir yatakhane görmüştüm. Muhtemelen şiddetli yağmurlarda içeriye su giriyordu. Üç tarafı duvarla örülmüş, kapısı olmayan, suyu ve tesisatı bulunmayan, tavanı gökyüzü olan, banyo ve tuvaletler vardı . Yemek saati geldiğinde her çocuk koşarak yatakhaneye gidiyordu. Yatağının altından çıkardığı plastik tabağıyla gelip yemek sırasına giriyor, yemek bittikten sonra, su dolu bir fıçının içinde herkes tabağını yıkıyor ve tekrar yatağının altına saklıyordu. En küçükten en büyüğüne kadar tüm çocuklar çamaşırlarını elde yıkıyordu. Yardımlar geldikçe yüzleri gülen bu çocuklar, dağıtılan bir ayakkabı ya da bir oyuncakla kimsesizliklerini unutarak mutlu oluyordu. Başlarını okşayan bir elin sıcaklığını hissediyor, kendilerine sarılıp öpen birini eminim ki hayatları boyunca unutmuyorlardı.

Afrika’yı en çok çocuklarından tanırsınız. Çaresizliği dibine kadar yaşamış, oyun çağındayken koca bir yetişkine dönüşmüş çocuklarından…

Kırmızı topraklarından tanırsınız Afrika’yı, elinizi, yüzünüzü yıkarken akan kırmızı çamurdan anlarsınız. Bir araba geçince havaya kalkan kıpkırmızı toza bakakalırsınız.

Yetimhanelerinden tanırsınız Afrika’yı. Kimsesiz çocukların yüzündeki tebessümü görünce şaşırır, neleri dert ettiğinize utanırsınız. Ümitsizliğe kapıldığınız zamanlarda, hayata tutunmuş bu annesiz ve babasız çocukları sürekli hatırlarsınız.

Sarı su bidonlarından tanırsınız. Afrika denince ilk akla gelenlerden… Tabanları su toplayana kadar yürüyen insanlar görürsünüz. Ellerinde çamura boyanmış sarı su bidonları vardır. Küçük çocukların tanıştıkları ilk oyuncaklardır bu bidonlar ve kilometrelerce süren bu gidiş-gelişleri bir oyun sanırlar.

Yine de mutludur Afrikalılar! Bizim gibi zamanla yarışmazlar. Acele etmezler, hatta çok yavaştırlar. “Hakuna Matata” atasözünde dendiği gibi telaşa gerek yoktur. Afrika’da; dakika dakika uyguladığınız planlarınızın, yetiştirmeye çalıştığınız işlerinizin, kendinizi hırpalamanızın ne kadar gereksiz olduğunu anlarsınız. Çok büyük bir kavganın içinde bile kalsanız, tek bir sihirli kelimeyle her şeyi çözebilirsiniz. “Sorry-üzgünüm” dediğiniz anda ortalık süt liman oluverir.

Biz geleceğe dair koca koca planlar yaparken, onlar sadece akşama ne yiyeceğini düşünür. Biz çocuklarımızı kurstan kursa koştururken, onlar devlet okuluna bile gönderecek maddi imkana sahip değildirler.

Sulu boyayı tanımayan çocuk da vardır, kendini daha önce aynada bile görmemiş çocuk da… Fotoğrafını çeker, çocuğa gösterirsin. Bu sensin dendiğinde, resmine bakıp, kıkır kıkır güler çocuk! Yaşını bilmeyen çocuk da vardır, hiç doğum günü kutlamamış, hiç pasta yememiş çocuk da…

Haydi sizde toplayın sulu boyaları, oyuncakları, balonları… Gelin Afrika’ya. Burada kutlanacak bir sürü doğum günü partimiz var. Yaşını bilmeyen çocuklar için sayısız mum takacağız pastalarına. Rengarenk balonlarla süsleyeceğiz gökyüzünü. Bir çocuğun sırtındaki kardeşini alacağız kucağımıza, hafifletmek için yükünü! Halay çekeceğiz birlikte. Toprağa vurdukça topuğumuzu, kırmızı toz yapışacak alnımızdaki tere! Sarı su bidonlarından ellerimizi yıkarken, kırmızı çamur akacak yere. Bir tabak pilav olacağız sofralarında, bir su kuyusu olacağız köylerinde. Birlikte yer edeceğiz gönüllerinde…

Yasemin Tatlıseven

İki Anne Bir Maç / Derya Hekim

Bugüne kadar üç ülkede bulundum ve üç farklı kültür tanıdım. Her birinde yeniden başlamam gerekti. Hayatımızın bazı dönemlerinde başlangıçlarımız, yeniliklerimiz olur. Benim başlangıçlarım en baştan başlamaktı. Sıradan bir hayat serüveninde üniversite bitince iş bulma heyecanı ve telaşı ile geçer günler. Bu haliyle korkutucu görünse de alışılmış ve bilinmiş bir yaşam biçimi olduğu için ürkütücü değildir. Korkunç olanı hiç bilmediğiniz diyarlarda yeniden başlamaktır. Bu konuda cesur birilerini bulmak oldukça zordur.

Diyar diyar gezerken diline, kültürüne tamamen yabancı olduğum insanları tanımak bana çok şey öğretti. Öyle tatlı ve özel anılar biriktirdim ki bir gün yolum yine bu diyarlara düşerse o insanlarla hasbihal etmeyi isterim.

İlk hicret diyarımda karşı komşularımızı hatırladıkça duygulanırım. Biri beş, diğeri iki yaşında iki torunu ile Fatma Hala anne şefkati ile kapımızı çalmıştı. Merhameti ile bize yakınlık göstermesi orayı daha çok benimsememi sağlamıştı. Bizi evladı gibi kabul ettiğini anlatmak için aynı dili konuşuyor olmamız gerekmiyordu. Söylediklerinden ziyade sevgisini anlıyordum. Hastalanınca bir tas çorba ile kapımızı çalması orada bulunduğum için mutlu etmişti. Cebri olarak geri döndürülmeseydik sanırım uzun yıllar kalmak isteyeceğim yer olurdu.

Bir gece ansızın soğuk suların üzerinden dolunayın ışığında vatanıma veda ettim. Geri dönüp baktığımda bunu bize reva görenleri Hakk’a havale ederek gittiğimi biliyordum. Affedemeyeceğim kadar kırgınım şimdi geride kalan vatanımı çiğneyenlere ve sessiz yığınlara, aman bize dokunmasınlar diye yılanı besleyen zavallılara.

Cebri hicret diyarımız da bilmediğimiz bir yerdi. Vatanımın batısında komşu ülkeydi ama dilini bilmiyordum. Kültürünü kitaplardan okuduğum kadarıyla tahmin edebiliyordum. Bu ülkede adım adım dolaşırken tanıdık bir koku çekti kendine. Adım adım ona ilerlerken koca denizi gördüm. Ben için için ağladım; o, dalgalarıyla aldı götürdü. Karşısında duran ülkemin sularına götürsün istedim zira insanı zalimdi ama suyu, toprağı merhametliydi. “Ne kadar zaman geçecek neler yaşayacağımızı bilmediğimiz bu yerde? Bugün yarın bir çözüm bulacağız.” diye diye üç koca yıl geçirdim. Burası, özlediğim ne varsa arayarak bulmam için verilmişti sanki. Sokaklarında pazarların kurulması, her şeyi taze ve doğal bulabilmek bizim için bir hediye gibiydi. İnsanlarının nazik davranışları ile yaralarımızı sarmaya başlamıştık.  Bu kadar zamanda kıymetli insanlar tanıdım. Eğer bir kızım olursa adını Gül Anna koyacak kadar samimiyetiyle yüreğimizde değer kazanmış insanlar girdi hayatımıza.

Ayrı geçen o kadar zamandan sonra aile olabilmek için yeniden hicret ettik. Burası artık yaşamımızı devam ettirmek, hayallerimiz için bir kere daha çalışıp imkân bulabileceğimiz yerdi. Her gittiğimiz ülkede yeniden dil öğrenmek zahmetli olsa da hayata sımsıkı tutunmak için güçlü bir neden bence. Oğlum okula başlayınca dili öğrenmek için daha çok acele etmeye başladım. Her şeyi birbirine karıştırdım. Konuşamayacağım için dışarıya çıkmamayı planlıyordum.

Ta ki oğlumun yakın arkadaşı buradan biri olana dek. Arkadaşını çok sevmişti. Onunla oyunlar oynamak çok mutlu ediyordu. Yavrumu mutlu görmek beni daha da cesaretlendirdi. Aralarındaki bağ kuvvetlendikçe birlikte yapmak istedikleri yeni şeyler oluyordu. Çocukların futbol kulübüne gitmeyi istemeleri birbirine yabancı iki annenin de arkadaş olmasına vesile olmuştu. Başlarda çekiniyordum, konuşamamaktan ötürü kendimi kötü hissediyordum. Ama bizi davet eden bu insanlar, öyle samimi ve içten yakınlık gösteriyorlardı ki kayıtsız kalmak mümkün olmuyordu. Günün sonunda eve döndüğümüzde huzurlu ve mutluyduk. Burada da yeniden başlayabileceğime dair umutlarım tazelendi. Bu aileye kalben şükran hissediyordum. Normalde maç izlemeyi sevmesem de oğlumun maçını izlemek çok keyif vermişti. Bu heyecanı paylaşabileceğim bir arkadaşımın olması ise Allah’ın bir ikramıydı. Aynı dili konuşmuyor olmak anlaşamayacağımız anlamına gelmiyordu. Teknolojinin sunduğu imkânlarla kelimeleri istediğimiz gibi kullanıyorduk. Aynı sahada koşuşturan çocuklarımızı yazın kavurucu sıcağında izlerken mutluluğumuz da, sonbaharın soğuk günlerinde maç esnasındaki heyecanımız da aynıydı.

İki anne ve bir maçın özeti bana göre şöyle: Bizi arkadaş yapan şey kelimeler değil sevginin dilini tanıyor olmaktı. Hicret diyarlarında benim için unutulmaz olan bu insanların hepsi ile ortak olan şey sevgi diliydi. Diller, kültür ve coğrafyaya göre değişse de sevgi dili tüm kültür ve dillerde değişmeden, baki kalacak en güzel değerlerden biri.

Derya Hekim

Dedemin Şöhreti / Yasemin Tatlıseven

 Sınav giriş kartı
 Harç ödeme makbuzu
 Eski mektuplar

Kalemi elinden bıraktı. Ellerini kaldırıp, gerinerek başının arkasında birleştirdi. Kim bilir kaç saattir yazıyordu? Oysa aklına gelenleri hemencecik not etmekti amacı. Kalem kağıdın üzerinde gezinmeye başlayınca, zamanın nasıl akıp gittiğini bir türlü anlayamıyordu. Yazdıklarının okunup okunmaması şimdilik hiç önemli değildi. Yazmaktan duyduğu müthiş keyif her şeye bedeldi. Hem birçok yazar öldükten sonra meşhur olmamış mıydı? O da notlarını tahta bir sandığa koyar, çatı katına kaldırırdı. Elbet gün gelir, birileri bulur, yazdıklarını gün yüzüne çıkarırdı.

Annesinin sesiyle kendine geldi, “Hayri, hadi oğlum, hayvanları sulamaya götür, hava kararmadan gidip gel bi koşu”. “Tamam anacım” dedikten sonra ahıra gitti. İnekleri yularından çözüp önüne kattı. Akşamın alacakaranlığında inekler önde o arkada, köy meydanındaki su yalağına doğru yola koyuldular. Sabahları okula gitmeden önce hayvanları tekrar sulamaya
götürürdü. Bu sırada abisi ahırı temizler, yemlikleri doldururdu. Ahırın yolunu tutan inekleri bıraktıktan sonra, çantasını kaptığı gibi okula koşardı.

Okul, üç derslikten oluşan, derme-çatma bir yapıydı. Üç derslik olmasına rağmen bütün öğrenciler bir sınıfta toplanırdı. Köyde sadece bir tane öğretmen vardı. Tek derslikte birden beşe kadar tüm sınıflara ayrı ayrı ders anlatıyor, her öğrenciyle tek tek ilgilenmeye çalışıyordu. Hayri okulu çok seviyordu. Okul onun için; şu küçücük köyün içinde, dünyaya açılan kocaman bir pencere gibiydi. Öğretmenin ağzından çıkan her şeyi can kulağıyla dinlerdi. Her bir cümlede farklı hayaller kurar, görmediği, bilmediği bambaşka bir dünya için heyecan duyardı. Okulda bulunan tüm kitapları okumuş bitirmişti. Öğretmeni sırf onun için büyük şehirdeki arkadaşlarından kitap ister, Hayri onların gelmesini sabırsızlıkla beklerdi. Kitaplar gelince dağ,bayır gezerek hem hayvan otlatır, hem de bir çırpıda hepsini okuyup bitirirdi. Kitabı bitirir bitirmez soluğu, ya ekmek yaparken, ya bahçeyi kazarken bulduğu anasının yanında alırdı. Bir yandan annesine yardım eder, diğer yandan kitabı baştan sona anlatırdı. Annesi çok iyi bir
dinleyiciydi.

Akşamları yatsıdan sonra, erkekler köy kahvesinde toplanır, öğretmen beyde akşam çayını içmek için ahaliye katılırdı. Bunu bilen Hayri, bitirdiği kitap, koltuğunun altında kahveye koşar, öğretmenine selam verir ve masaya davet etmesini beklerdi. O masanın etrafında saatlerce kitap hakkında konuşurlardı. Öğretmen yazar hakkında bilgiler verir, başka kitaplarını da okuması için öneride bulunurdu. Bazen saat geç olur, kahvede kimse kalmaz, kahve sahibi ceketini omuzlarına koyup evinin yolunu tutarken, “ Sakın ola, onlara ilişmeyesin” diye çırağı tembihlerdi. Zavallı çırak bir tabure üzerinde, onları dinlemeye çalışır, söylediklerinden bir şey anlamaz, arada uykuya yenik düşerek tabureden yuvarlanırdı. Gürültüyle etrafta kimse kalmadığını fark eden Hayri ve öğretmen, edebiyat sohbetlerini istemeye istemeye sonlandırırdı.

Hayri’nin okuma aşkı ve hevesini bilmeyen, duymayan yoktu. Bir kişi hariç! Babası… Öğretmen defalarca babasıyla konuşmuş, Hayri’nin mutlaka büyük şehre gidip, tahsilini devam ettirmesi gerektiğini söylemişti. Babasını ikna etmek ne mümkündü! “Tarlada çalışacak ırgat lazım” deyip geçiştiriyordu. “Hem abisi de okumadı, ona haksızlık olur” deyip, konuyu her seferinde kapatıyordu. Öğretmen Hayri için üzülüyordu.

Beşinci sınıf bitmiş Hayri okuldan mezun olmuş, çaresizce tarlada çalışmaya başlamıştı. Cebinde her zaman bir kağıt, bir kalem taşır, ne zaman mola verseler, bir ağacın gövdesine sırtını dayar, dizinin üzerinde yazar, çizerdi. Birbirinden alakasız sayfaları gün gelip derleyip, toplayacağına emindi. Şimdilik yazdıklarını bir tek annesine okuyordu. Bir de yaz sonunda, tayini başka bir köy okuluna çıkan öğretmenine yazdığı mektuplara iliştiriyordu. Öğretmeni Hayri’ye sık sık yazıp tavsiyeler veriyor, bazen de mektupla beraber eline geçen kitapları yolluyordu.

……………………………………….

Kaydet tuşuna bastı. Laptobun kapağını kapattı. Yaylı koltuğunda bir tur döndü, şöyle bir gerindi. Oysa beş dakika not almak için oturmuştu. Parmakları klavyenin üzerinde gezinmeye başlayınca, zamanın nasıl geçtiğini anlayamıyordu. Bildiği tek şey tıpkı Hayri dedesi gibi, yazmaktan büyük keyif aldığıydı. Bugüne kadar henüz basılmış bir kitabı yoktu, yayınevlerinin neredeyse hepsini tanıyor, yazdıkları elinde kapı kapı dolaşıp duruyordu. Geçen yıl yeni romanına çalışırken, çatı katında eski tahta bir sandık bulmuştu. Sandığın içinden çıkan sararmış, tozlu yapraklar hayatını bir anda değiştirmişti. Üzerinde çalıştığı amatör romanı bir kenara bırakarak, bütün zamanını dedesinin yazdıklarını derlemeye ayırmıştı.

Önsözü tamamlamanın huzuruyla gülümsedi, şimdi iş, kitabı basacak yayınevi bulmaktaydı. Gerekirse kapılarının önünde yatacaktı.

Aylar süren arayıştan sonra, ümitleri tükenmek üzereyken, bir yayınevi, son dönemlerde, eski hayatların gündem oluşturduğunu söyleyerek ilk baskıyı girdi. Ardından ikinci baskı, derken kitap en çok satanlar listesinde yerini aldı. Hayri sosyal medyanın da etkisiyle kısa sürede tanınmaya başladı. Kitap fuarlarına davet ediliyor, adına imza günleri düzenleniyordu. Okurları “Hayridedeyevefa” konu etiketi altında, köyde imza günü yapması konusunda bir akım başlatınca, yayıneviyle birlikte köye gitmeye karar verdiler. Dedesinin sandığından çıkan siyah-beyaz bir fotoğrafı afiş olarak bastırdılar. Öğretmen ve Hayri’nin eski köy okulunun önünde, yan yana durdukları bir fotoğraftı bu… Ayrılmadan hemen önce çektirmişlerdi. İkisinin de gözlerinde hüzün vardı. Afiş imza gününde duracağı standın üzerine asılacaktı.

Her şey istediği gibi hazırlanmıştı. Hayranları metrelerce uzayan kuyruklar oluşturmuştu. İmzaya başlamadan önce 15 dakikalık bir konuşma yapması istendi.


Okurlarıyla selamlaştıktan sonra, dedesinin kitaplara olan düşkünlüğünü ve okuma aşkını anlattı. Yazmayı ne kadar sevdiğinden, yazdıklarını mutlaka kitap haline getirmek istediğinden bahsetti. “Henüz çok gençken, 30’lu yaşların başında, tarlada geçirdiği elim bir kaza sonucu , aramızdan erken ayrılan dedemin hayali maalesef yarım kalmıştı. Elime geçen tahta bir sandıkla, yazmanın bana, Hayri dedemden miras kaldığını anlamış bulunmaktayım. Dedemin hayalini gerçekleştirmekse bana kaldı. Teşekkürler dedem” deyip imza standına geçti. Kalabalığın içinden yanına yaklaşan bir genç, imzalaması için kitabı kendisine uzatırken; “Afişteki öğretmen benim dedem, lütfen kitabı onun anısına imzalayın” dedi. Ve cebinden aynı fotoğrafı çıkardı.

İki torunun da gözleri dolu doluydu. Fotoğrafın yanında, rengi solmuş birkaç evrak vardı. Elleri titreyerek sararmış kağıt parçalarını aldı. Dedesi Hayri adına düzenlenmiş Devlet Parasız Yatılı Sınavlarına giriş kartı, öğretmenin maaşından arttırarak ödediği sınav ücretinin makbuzu ve Hayri’nin babasından gelen bir mektup! Öğretmenin yazdığı onlarca mektuba istinaden gönderilmiş, sadece tek bir mektup ve olumsuz bir cevap! Geleceği parlak bir öğrenciyi kurtarmak için çırpınan idealist bir öğretmenden, cehalet ve fakirliğe yenik düşmekle sonuçlanan, acı bir hatıra kalmıştı geriye… Hayri ise öğretmeninin bu çabasından hiçbir zaman haberdar olmamıştı.

Gün bitip, imzalar sona erdikten sonra, iki torun afişin önüne geçip yan yana poz verdiler. Öğretmen ve Hayri’nin hüzünlü ve çaresiz bakışlarının aksine onlar, görevi başarıyla tamamlamanın huzuruyla gülümsüyorlardı.

S O N

Not: Bu hikayede öğretmene bir isim verilmemiştir.
Halimeler, Gökhanlar, Nesibeler, Esmalar, Haticeler…..
Tüm öğretmenlerimize ithafen!

Yasemin Tatlıseven

At Nalı / Alpen Nur

Torosların yükseklerinde bir yörük çadırında başladı hikayem. Herkes şehre inerken ben kaldım Toros yaylalarında. “Şehir, midesinden tutsaklanan insanların paraya baş eğmesidir” derdi babam. Bir de “ insanın şifası da belası da insandadır.” derdi. Ne para derdim oldu ne de insanda şifa arayışım. Benim şifam da servetim de bu dağların süsü. Ağacı, suyu, havası…
Kilometrelerce uzakları görebilmek farklı bir his. Etrafta ne bir ev ne farklı bir insan yapısı… Şehirli insanlara göre fantastik ama kimine göre de sıkıcı bir hayat… Biricik eğlence; ertaftaki ağaçlarla, hayvanlarla kurulan hayattan ibaret… Dış dünyaya ait tek varlık, uçaklar…
Öyle anlar olurdu ki bazen yüksekçe bir kayanın üzerine oturur, keçileri yayarken bir uçak geçer ve ben hayallere dalardım. İçindeki insan hikayelerini düşünürdüm. Onca kişi farklı farklı umutlara uçuyor olmalıydılar. Kimbilir belki de kimisi de kederli bir acının üzerine gidiyordur. Ben şehrin ve insanların getirdiği dertlerden azadeydim. Ne dedikodu yapıyor ne dedikodum yapılıyor, ne iftiraya uğruyor ne iftira atıyordum ve ne de insanlardan zulüm görüyor ya da zulm ediyordum.
Tam üzerimden bir uçak geçerken bazen ayağa kalkar, bir elimi alnıma gölgeler, diğeriyle uçaktakileri selamlardım. Beni görmediklerini bile bile böyle yapmam, belki insanlara hasretimdendi. Ama ayda bir ihtiyaçlar için ilçeye inip kalabalıkların birbirine ne kadar yabancı olduğunu görünce dağdaki dostlarımın yanına heyecanla dönüyordum.
Zamanla tavşanlar bile bana alıştılar, korkmadan çevremde dolaşabiliyorlardı. Hayvanların yalaklarına taşıdığım su, kaç hayvan çeşidine hayat oluyordu ben de sayamıyordum. Keçilerim suya doyduklarında, diğer yabani hayvanlar da nasiplensin diye tekneleri susuz bırakmıyordum. Torosların zirvelerinden ötedeki tepelerin iki dudağı arasından gözüken denizi bana hep eski mezarlık gibi geliyor. Sahile yakın binlerce yıl önce yapılmış harabe kalıntıları, toplumların toplu mezarlığı gibi.
Kimler gelmiş kimler geçmiş ama kimi zalim, kimi mazlum olarak huzurda bekliyorlar şimdi. Yazın bu yaylaların havası, suyu bende müthiş bir duygu oluşturuyordu. Lakin ulaşılmaz heybetli zirveler, aşılmaz geçitler beni biraz eziyor haddimi de bildiriyordu. Bu dağlarda yazları, neşemin bozlak sesi yankılanırken kışları, eteklerdeki orman köyümüze dönerdik. Kışın, birkaç evden oluşan köyde geçen zaman da daha ufuksuz bir yalnızlıkla örülürdü.
Şehrin sorunlarından azade, yalnızca karım ve kızımla süslü sakin, sessiz bir hayat… Eşimin hastalanmasından sonra başka çocuğumuz da olmadı. Kızımın ilçedeki yatılı bölge okuluna gitmesiyle de bütün kış, karı- koca başbaşa bir hayat… Başbaşa bir sessizlik dense daha doğru olur. Belki şehirlilere göre baş başa huzurdu bizimkisi. Öyleydi de… Birbirimizin yarısıydık eşimle. Beni günahımla sevabımla, üstüme sinen keçi kokumla seviyordu keza ben de onu…
*
Her şey kızımın, ilköğretimi bitirip liseye gitme isteğiyle başladı. Her ne kadar ben sakin hayatımdan memnunsam da yaşadığımız bu hayat, kadınlar için zor bir hayattı. Kızımın bu dağlara mahkum olmasını da istemiyordum. Eşimin de bastırmasıyla kızımın isteğini onayladım ama nasıl olacaktı? Hadi ilköğretimi parasız yatılıda okudu. Bundan sonrasını nasıl edecektik? Aklıma ilk gelen çocukluk arkadaşım Nalbur Nusret oldu. O, bu dağlarda çile gördü şehre indi. Allah da rızkını oradan verdi. İlçeye her indiğimde uğrarım yanına, bir çayını içerim.

İlçeye iner inmez vardım Nusret’in yanına. “Böyleyken böyle dedim, sen yılladır buralardasın bir yol göster bana.” Nusret her zamanki gibi serin. Gelen müşterisiyle ilgilenirken, “kolay, kolay hallederiz” dedi. Günlerdir içime oturan çaresizlik, tuz yalayıp sulağa ulaşmış keçi neşesine döndü. Bir baba için kolay mı ergen bir kızını şehrin keşmekeşinde yalnız bırakmak! Köyde kalsa kapıya kısmetlileri dayanacak. Kızımı şehirde yalnız bırakmak içimi yeyip bitiriyordu. Ortalık sakinleyince iki çay söyledi Nalbur Nusret.
-Kolayı var ortak. Burada lise talebeleri için özel bir yurt var. Ben ilgilenenleri tanıyorum. Şuradaki
liseye kaydını yaptırdıktan sonra okula da yakın yurt. Gözün arkada kalmaz hem. Çocuklara kendi çocukları gibi göz kulak oluyorlar. Yurda giriş çıkış saatlerine dikkat ediyorlar. Vallahi senden çok dikkat ediyorlar. Parayı da dert etme, ben burs da ayarlarım. Sen de verebildiğin kadarıyla üç beş verirsin.
Bir anda içimde, Torosların ilkbahar çiçeklerinin hepsi birden açtı. Kızımı okuluna yurduna yerleştirip zirvedeki kıl çadırıma döndüğümde içimde açık gökyüzü genişliğinde bir huzur vardı. Ne ki böyle mutluluk zamanlarında, hep içimin bir kenarına kılçık gibi bir vesvese yapışır ve “yok öyle dertsiz baş, başına gelecekleri bekle” diye seslenirdi. Yine öyle bir ses ama ben bu huzurla onu duymak istemiyordum. Bülbül bahçesinde karga sesi gibi bir hal…
O gece kıl çadırın önündeki ateşin başında yemeğimizi yedikten sonra çaylarımızı içiyorduk. Sakin ayazlı bir gece, sonbaharın ilk üfültüsü dalgalanıyor karanlıkta. İçerden şeker almak için elimdeki sopayı bırakmadan çadıra girdim. Çıkarken sopanın ucu çadır kapısının üstündeki at nalına takıldı. Nal yere şangırtıyla düşünce karım ürperdi “eyvah” diye çığlığı bastı.
-Ne oldu Meriç, bu ne hal?
-Bilmez misin nalın düşmesi uğursuzluktur başımıza bir şey gelecek!
-Ağzını hayra aç Meriç. Bak kızımızı da okuluna yerleştirdik. Şimdi vesvese edip de içimizi karartma.
Sustu Meriç. Yalnız içime şüphe zehrini bırakmıştı bir kere. Belki at nalının düşmesinden değil ama eşimin hisleri kuvvetli olmalıydı ki ne zaman böyle dese o akıbeti yaşıyorduk. Her şey yoluna girmişken nasıl bir şey olabilir ki? Burada olan nedir ki? Çok çok keçi kayadan düşer ayağı kırılır. O da sorun değil keser yeriz. Keçileri yükseklere sürüyorum o gün. Gökyüzünde pamuksu bulutlar. Kızıyorum karıma. Ahmaklık işte, bunları dillendirip insana vesvese vermenin ne manası var.
“Hem başımıza her şey geldi. Daha ne olacak ki?”
Köyde yağmura yakalanınca ağaç altına sığınan ana-babamı yıldırım çarpalı daha kaç sene oldu ki? Hem anne- babamdan sonra mal davası yüzünden kardeşlerim birbirini vurdu. Kötülük daha çok insandan insana gelir. Bu yaylaların hırsızı yok, arsızı yok! Biz yaşayacağımız acıları felaketleri yaşadık zaten. Daha ne olacak ki? Yağmur yağınca, ağaç altına sığınmayız oluverir. Kardeşlerim ölünce iyi ki bana ait olanları yetim yeğenlerime verip çekildim kıl çadırıma. Kara kış bastırıncaya kadar inmem zaten köye.
Şehirlinin yağını peynirini üretiriz ama dağlı diye aşağılanırız hep. Bizi bize bir işe yaramayan sigara izmariti gibi hissettirirler. Bunlar da musibetin tuzu biberi. Hani elimde üç beş keçiden başka neyim var? Kimsenin ahını da almadım. İnsanlardan uzak olmanın en büyük faydası da bu belki. Kimsenin hakkına girmiyor, ahını almıyorsun. Ahı alınan biri varsa o da biz oluyoruz. Ayda beş on kilo peynir, beş on kilo yağ götürüyorum ilçe pazarına. Onun da kimisi borca gidiyor geri dönmüyor.
Ne ki at nalının akıbet çağrışımı kılçık gibi içimde duruyor. Yok yok, engerek yılanı gibi bir şey yüreğimin orta yerinde kıvrılıyor. Gururuna düşkün namuslu adamlar, bahtsızlıklarını düşünerek zevk alırmış hayattan, derler. Benimki belki de öyle bir hal.
İçimden bunlar geçerken dilimde de; “yaşanacak acıları yaşadık, daha ne olacak ki?” Bu sözü söylerken de ürperiyorum aslında. Yine bir uçak geçiyor üstümüzden. Kim bilir gökte uçan uçaktakilerin bilemediğimiz ne acıklı hikayeleri acıları?
Sürümü kurt telef etti, aç kaldım. Evim yandı açıkta kaldım. Kimi zaman Pazar edip dönerken paramı pulumu erzağımı çaldılar, zulmettiler. Başkalarına göre yabani bir şey olamamış bir dağlıyım. Ancak iç huzurum var. Kimseye zulmetmedim. Büyük mahkemeye bile hazırım.
“Yaşanacak acıları yaşadım daha ne olacak ki?” Kayalıkların tepesindeki iki köknar ağacı birbirine sokulmuş sanki benim sırrımı konuşuyor. Tavşanlar etrafımdan daha tedirgin geçiyor. Alaca keçi yüksek bir yere çıkmış, iç sesimi duymuş gibi öylece bana bakıyor.
O gün, keçileri toparlayıp obaya dönerken dalgındım. Bir anda elimdeki değneğe takıldım ve kayalıklardan aşağı saman balyası gibi gürp diye düştüm. Ayağımda dayanılmaz bir acı… Dedim at nalının mesajı bu olsa gerek. Ayağa kalkacak oldum. Yere basamadım. Ayağım kırılmıştı. Köpeğim yanımda kıvranıyordu. Alışıldığı üzere keçiler çadıra doğru uzaklaştılar. Hisli hayvan köpeğim. O da hayvanların peşinden…
Keçiler çadıra bensiz vardığında telaşlanmış karım. İçime doğduydu bir şey oldu diye dizlerine vurmuş. Düşmüş köpeğin peşine. Yanıma geldiğinde akşam olmak üzereydi… Eşeğin üzerine iki büklüm abanarak çadıra gelebildim. O kırıkla şehre inemedim. Zor da olsa köye yayladan köye inmiştik mecburen. Kış da soğuk nefesini hissettirmişti zaten. Ayağımı sopalarla sabitledim, bir nevi alçıya aldım yani. İki ay davara çıkamadım uzaklara. Etrafın yeşiliyle yetindi keçiler. Dayandım keçi sütüne . Üçüncü ayda yürümeye başladım. Ama çok zormuş. Bir daha; “Yaşanacak acıları yaşadım daha ne olsun ki” deyip Allah’a hoş varmayacak lafları mırıldanmamalıyım.
O eve girerken yine kapının üzerindeki at nalına ilişti gözüm. Karım ahırda keçileri yemliyor. Vesvese veren bu naldan kurtulma isteği kırbaçlıyor beni. Nalı çivisinden çıkardım. Kayalıklara varıp savurdum aşağı doğru. Akşam öncesi kapı önündeki ocağı yakmaya hazırlanırken fark etti karım nalın olmadığını.
“Eyvah nal kökünden gitmiş” diye ünledi yine.
Ben bir şeyden haberim yokmuş gibi acemi bir şaşkınlıkla, “ya, çok da şey etme rüzgardan düşmüş bir hayvanın ayağına dolanıp kaybolmuştur” diye geçiştirmeye çalıştım.

Karım bu kez daha telaşlı.
-O daha kötü, dedi. Nalın düşmesi bir yana bir de kaybolmuşsa daha büyük belaya işarettir.
-Ya Meriç şu vesveseleri çıkar artık aklından. Asıl sen böyle yapınca bela kuşu gelip konuyor başımıza.
*
Ayağım kuvvetini bulunca birikmiş ihtiyaçlar ve kızımı ziyaret etmek için karımla şehre indik. Kızım bambaşka biri olmuştu sanki.
-Baba herkesin telefonu var. Biz de telefon alsak. Bak ayağın kırılmış ve ben sizden aylardır haber bile alamadım. Telefonun olsa belki buradan ambulans bile çağırırdın.
Yine Nalbur Nusret’e vardım. Anlattım durumu.
-Yahu dedi, telefonsuz olur mu? Başına bir iş gelse kimsenin haberi olmaz. Esas sana lazım. İkinci elden tuşlu bir telefon aldım kendime. Nusret, kızıma daha farklı bir telefon beğendi. Dokunmalıymış. Biraz borçla hallettik. O günden sonra, kızımızın sesi her akşam yankılandı yayla çadırının içinde. Yalnız, yine nal meselesi bir kıymık gibi içimin bir yerlerinde… Karım, nal da nal deyip durmuş, ilçeye geldiğimizde yeni bir nal tedarik etmeyi ihmal etmemişti.
Kış geldi geçti. ilkbaharın nefesi kışın soğuklarını kovdu. İçimdeki nal tedirginliğini kovamadı. Kış boyunca ha şu oldu ha bu olacak diye tedirgin yaşadım. Bunun batıl bir inanış olduğunu bilsem de karımın böyle söyleyince hep bir musibet yaşamamız, beni tedirgin ediyordu. İlkbaharla beraber yaylaya çıktık yine. Keçilerin peşinde koştururken aklımdaki bela beklentisi.. yine dilime o uğursuz cümle dolanıyor her yerde.
“Yaşanacak acıları yaşadım daha ne olabilir ki” Şeytan kovar gibi kovuyorum aklımdaki vesveseyi.
az başında şehre indiğimde bu kez kızımla döndüm. Takdir almış. Büyümüş, serpilmiş. Pek bir
durulmuş. Kitapları yanında. Namaz felan da kılıyor. Yaylaları, keçileri de pek özlemiş. Toprağın cümle süsü arzı endam eylemiş. Gökyüzü açık, kuşların ötüşü kıvamında, keçiler otlaklara doyuyor, biz mutluyuz. Ama içimdeki kıymık hala batıyor.
Temmuz sonuna doğru jandarmalar geldi yaylaya. Meriç’in yüreği hop etti, elini göğsüne bastırdı. Bu alışıldık bir hal değildi. İçimde bir şeyler cızz etti. Dizlerimin bağı çözüldü. Kötü bir şeyler olmuş olmalıydı! Kıymık canımı kanatmaya durdu. Jandarma kumandanının hali zaten iyi bir haber getirmediğini gösteriyordu. Yaba gibi eli telsizi sıkıca kavramış, iri gözlerini daha bir belerterek tok sesiyle sordu:
-Eyüp Duru sen misin?
Omuzlarım düştü bir an. Göz ucuyla karıma baktım. Elini göğsüne bastırmış hâlâ öylece kımıltısız duruyordu. Eliyle askerlere işaret etti jandarma komutanı. Askerler çadırın içine daldı. Komutan elindeki kağıdı göstererek:

  • Savcılığın arama ve gözaltı emri var?

-Niye ki kumandan Bey?
-Niyesini bilirsin sen! İşin detayını savcıdan öğrenirsin.

  • Nedir kumandanım adam mı öldürdük, ne yaptık? Bildiğim bir şey yok! Ben dağ başında yalnız yaşayan bir adamım.
    -Baylok yüklemişsin
    Yüzümde keskin bıçak soğukluğu…
  • Ne bayloğu ne yüklemesi kumandan! Ben ayda bir peynirimi, yağımı eşeğime yükler ilçeye inerim. Başkaca da bir yüküm olmaz!
    -Hep böyle söylersiniz zaten, diye sokurdandı komutan.
    -Telefonunu ver bakayım.
    -Hemen de tuşlusunu verirsiniz. Diğeri nerede?
    -Yok kumandanım, bundan başka telefonum yok benim.
    Ellerime kelepçeyi vurduklarında içimden bir şeyler koptu. Kızım ve eşim bu dağ başında yalnız kalamazlardı.
    -Meriç, dedim. Gece yalnız kalamazsınız. Kızım davarın peşinden gelir gelmez karşı obaya, gidin. Gecikirsem de köye dönün.
    Meriç, cansız ceset. Gözlerinin ışığı yitmiş. Pembeliklerinin üzerine morumsu bir renk yürümüş. Kermeleri seğiriyor… Başını sallarken gözlerinden yaşlar pıt pıt düştü.
    Kuşlar dönüyordu ufukta. Kuşlar ve dağlar birbirine sevdalılar. Bir de ben. Ne ki ayrılıyordum. Jandarma minibüsünde ellerim kelepçeli Torosları inerken içimde bozlak bir ağıt… Minibüsün radyosunda bir türkü:
    Eyübün derdi dert midir
    Ben ondan besbeter çektim
    Aman aman aman aman

“Bu dertli baş, daha neler görecek kimbilir? Bir daha da, daha ne olacak ki demeyeceğim. Sahi yahu, bu baylog da ne ola ki? Böyle ite kaka kelepçeleyip aldıklarına göre uğursuz at nalı olsa gerek herhal! Lakin o da kaçakçılığa girmez ki! Bakalım daha ne olacak?!”

Alpen Nur

Oğluma Son Mektup / Celil Deniz

Oğluma bir kere sarilamadım
Ardından göz yaşı akıtamadim
Büyümüş meğer oğlum, ben bakamadım
Hakkını helal et, helal et oğlum

Baban yanında demiştim sana
Kalbinden inanmıştın sen her zaman bana
Sımsıkı saramadim seni amma
Hakkını helal et, helal et oğlum

Kuytu bir köşede bulmuşlar seni
Elinde bir mektup gönlünde beni
Silipte atamadım gönlündeki derdi
Hakkını helal et, helal et oğlum

Güzel günleri hayal ederdik
Birlikte büyüyüp birlikte gezerdik
Tekerlek ters döndü biz yetişemedik
Hakkını helal et, helal et oğlum

Pembe bir dünya veremedim sana
Hep dertler bıraktım küçük boyuna
Kimseden beklemedin bir yardım ama
Hakkını helal et, helal et oğlum

Küçücük kalbini elime verdin
Böyle olmasını ben istemedim
Kaderin cilvesine deyip hep göğüs gerdim
Hakkını helal et, helal et oğlum

Kaderden ötesi yoktur demişler
Kalbimin içini hançerlemişler
Bizi bir yola sürüklemişler
Hakkını helal et,helal et oğlum

Dün gece rüyamda ben seni buldum
Dilimdeki cümlenin anlamı oldun
Karanlık geceme aydınlık doldun
Hakkını helal et , helal et oğlum

Celil Deniz

Hicret ve Zindan / Cihangir Asyalı

Bir tabure durdu

Duvarın dibinde

Sonra yine 

Sonra yine

Niyedir

İç çekip dururlar

Yudum yudum eksilen 

Bardağın renginde

Tabureler hicret

Tabureler gurbet

Tabureler hasret mi

Bir ince sızıdır lakin

Yoklar durur

İçlerini

.

Beyaz beyaz bulutlar geçti

Avlunun üstünden

Kuşlar geçti

Ve düşler…

Kuşlar uzaklarda

Küçücük simsiyah lekeler

Gökyüzü deli mavi

Leke leke tespihlerdir

Kuşların gözleri

Gözleri kuşların hayal mi

Çünkü hayaller

Bulutlar misâli

Alır gider uzaklara

Tespihleri

.

Sıra sıra bardaklar durdu

Avlunun içinde

Terlikler durdu

Tespihler

Ve zeytin çekirdekleri

Bardaklar kırmızı sıcak

Zeytinler sarı

Terliklerle dolu avlu kenarı

Terlikler aşağı

Yukarı

Terlikler içeri

Dışarı

Çekilir duvarlardan aydınlık

Kapanır kapı

.

Akşamdır

Toplanırlar cümle cümle yanyana 

Kıpır kıpır hepsinin dudakları

Bir Elif Şiiri / Farzımuhal

-memleketimin isimsiz eliflerine

Biraz utanç içinde yazdığım mısralarım

Soylu direnişini nasıl eder ki tarif

Destan yazamam belki harfleri sıralarım

Bu şiirin özeti iki hecedir “ E-lif “

.

Bilmem kaç gece sahi uyku nedir bilmedin

Gülce bakışlı balan raks ederken düşünde

Bükülüp vav olsan da zalime eğilmedin

Aydınlık bayram yaptı senin bir gülüşünde

.

Dilinde ıslak dua, kollarında bukağı

Yoruldun biliyorum cevapsız sorulardan

Belki kutlu görevin nurlandırmak bu çağı

Umut peylemek belki gökteki kumrulardan

Farzımuhal

Gecenin Sensizliğinde / Ahmet Terzioğlu

Canıma cân idin zor gecelerde,

Gittin de can hânem derbeder oldu.

Merhem bulunmaz bu ölümcül derde,

Yaşamak ölümden bin beter oldu.

~~

Artık ne söylesem kâr etmez sana,

Dilimde inkisâr kahırdan yana.

Bin umut bağladım kara sevdâna,

Geceler sevdâmı gölgeler oldu.

~~

Kalbim her gece ney gibi inler de,

Sesimi kimseler duymaz bu yerde.

Söyle ey sevgili ellerin nerde,

Ömrüm yâdellerde hep heder oldu.

~~

Kimbilir kimlere vuslatken gece,

Âsûde bir akşam, mehtapken gece,

Bir tatlı huzûra hasretken gece,

Geceden nasîbim gam keder oldu.

~~

Şimdi yârânımdır ıssız geceler,

Dilim umutsuzca seni heceler,

İndi gözlerime siyah perdeler,

Geceler kapımı sürmeler oldu.

~~

Dört duvar arası bir âraftayım,

Belki mecnûn oldum, belki hastayım.

Gölgemle kolkola aynı saftayım,

Bedenim rûhumdan bîhaber oldu.

~~

Sabah olmayacak öyle dediler,

Kulaktan kulağa cin ve periler,

Bu ayak sesleri, bu iniltiler,

Yaklaşan ölümü müjdeler oldu.

Ah Meri! / Yaşar Beçene


Ah Meri diyor kırılgan kalbim!
Gözlerimi yumuyorum öyle usulca
Gökyüzünü gri bulutlar kaplıyor
Düşlerimde karabasan tuhaf uğultular
Nerden çıktı bu zifiri karanlık
Bilir misin Meri!
Kurtulmak istiyorum tarifsiz hasarlardan…
Ruhumu kuşatan inkisarlardan…
Ve çiçeklere düşman yalancı masallardan…
Yankısız bir çığlık oluyor senden sonrası…

Ah Meri diyor kırılgan kalbim!
Acılar koşarak gelirken sana
Çiçekler büyüttüm gözyaşlarımla
Ne çok kıyılarında kayboldu yaslı gölgeler
Hangi meçhul anlarda buz kestin sen de
Meçhul saatlerde beklenen kimdi?..
Bu kaçıncı vurgundur yüreğindeki?..
Kaç soğuk yalazdan kaçtım bir bilsen!
Bir bilsen içimde!..
Kayboldu yıldızlar bir bir usulca
Gördün mü elinde şimdi ne kaldı
Yankısız bir çığlık oluyor senden sonrası…


Ah Meri diyor kırılgan kalbim!
Sende tükeniyor yorgun bu gölgem
Suskunluğum, solgunluğum…
Kalakalıyorum yaban ellerde
Pastel tonlarda acılar
Ve zamanı yitirmiş durgun kum saati
Yürüyor koşuyor ardına bakmadan
Yankısız bir çığlık oluyor senden sonrası

Ah Meri diyor kırılgan kalbim!
Bakışlarım yokluyor kor ateşten boşluğu
İçimde yılkı atlar hâlâ dörtnala…
Sen çoğalıyorsun ve ben!..
Anlıyorum farklı kıyılarda olduğumu
Kayboluyorum kızıl derinliğinde
Bilir misin Meri!
Gökyüzünde yıldızlar hâlâ gülümsüyor
Ve kapılar aralanıyor peş peşe ardın sıra
Yankısız bir çığlık oluyor senden sonrası…
Ah Meri diyor kırılgan kalbim!
Ah Meri!
Ç/ağlıyor içimde bir bilsen her şey

Yaşar Beçene

WordPress.com'da bir web sitesi veya blog oluşturun

Yukarı ↑