Violet/ farzımuhal

griyi düşürdü böbreğinden violet

sancı sonrası huruç

mavimtrak tsunamide battı güney yarımküresi iyimserliğin

müzmin açe gözleriyle baktı kederli ardından

sadece üç saatlik kahire yahut

tanımsız bir abuja macerası ürkekliğiyle

batmadan bitmeyecek sanki bu çuvaldız çilesi

“zor mu gerçekten

dalından düşmeden sevmek kirazı

küsmeden mavinin çocuklarına

üzengisiz bir yılkının

yelesinde ılgar özgürlük

kıvanç dilinde şarkı söylerken

kilim dokumak peştun tezgahlarında

kaçencungayı unutmadan kıyıda”

sordu üç mevsim yorgunu violet

taş duvarlara

direnmeyi sırtına hamlettiği gün

kızılın alnında kan olduğunu

düşlerinde şiddeti tanımamışken

göğsünün sathı vatan olduğunu

bilemezdi violet

kurumuş bir gül düşledi karanlıklarda

soğuğun ,açlığın, yorgunluğun

en çok bir başınalığın

hidrojen bombasıyla patladı nahif yüreği

violet ağlıyordu

dilinde gökkuşağı bir dua

kulağında yankısı dizelerin

“hiç bir gece sonsuz değil

hiç bir mazlum O’nsuz değil.”

violet

kurşun bakışlı kadın

en çok bizi affet…

Farzımuhal

Gecenin Sensizliğinde / Ahmet Terzioğlu

Canıma cân idin zor gecelerde,

Gittin de can hânem derbeder oldu.

Merhem bulunmaz bu ölümcül derde,

Yaşamak ölümden bin beter oldu.

~~

Artık ne söylesem kâr etmez sana,

Dilimde inkisâr kahırdan yana.

Bin umut bağladım kara sevdâna,

Geceler sevdâmı gölgeler oldu.

~~

Kalbim her gece ney gibi inler de,

Sesimi kimseler duymaz bu yerde.

Söyle ey sevgili ellerin nerde,

Ömrüm yâdellerde hep heder oldu.

~~

Kimbilir kimlere vuslatken gece,

Âsûde bir akşam, mehtapken gece,

Bir tatlı huzûra hasretken gece,

Geceden nasîbim gam keder oldu.

~~

Şimdi yârânımdır ıssız geceler,

Dilim umutsuzca seni heceler,

İndi gözlerime siyah perdeler,

Geceler kapımı sürmeler oldu.

~~

Dört duvar arası bir âraftayım,

Belki mecnûn oldum, belki hastayım.

Gölgemle kolkola aynı saftayım,

Bedenim rûhumdan bîhaber oldu.

~~

Sabah olmayacak öyle dediler,

Kulaktan kulağa cin ve periler,

Bu ayak sesleri, bu iniltiler,

Yaklaşan ölümü müjdeler oldu.

Tuzlu Çekirdek / Gökhan Bozkuş

    Şimdi çekirdek kavurdum, dedi Çerezci. Avucundaki siyah çekirdekleri bıraktı masanın üzerine. Yetmişine merdiven dayamış, Türkiye’den yıllar önce bir bavulu ile buralara gelmiş Mehmet Dede ile sohbet etmeyi seviyordu.

Çayın buharı, sıcak çerezlerin soğuk masa ile buluşması ile ortaya çıkan minik buharın elinden tutuyormuş da Mehmet Dede’nin sigarasından tüten dumana yetişmeye çalışıyormuş gibi oluyordu.
Tuzunu fazla katmışsınız yine, dedi. Tadı güzel ama çok tuzlu olmuş.

Bir dahakine daha az tuz katarım dedem, dedi Çerezci.

Kavurduğu çekirdeğe hiç tuz katmadığını, bugün eksik olan tuzsuz çekirdekleri kavurması gerektiğini söylemedi. Cuma namazında bugün çok cemaat vardı, dediğinde günün cumartesi olduğunu hatırlatmadığı gibi.

Dede Anadolu kokardı Çerezci’ye. Şapkası, yeleği, sigarayı tutuşu,  çay bardağına dokunuşu,  gülmesi ve kızması ile Anadolu kokardı.

Çerezci kırgındı Anadolu’ya ama yine de seviyordu. Türküler dinlediğinde ağlıyor, duvardaki kağnı kabartması ile çocukluğuna iltica ediyordu. Gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk , hiçbir yere gitmiyor, diyen şair gibi o da anılarının mültecisi olmuştu. Sevmiyordu bulunduğu çağı. Her fırsatta kaçıyordu ondan. Bazen bir kitabın sayfaları arasına sığınıyor, bazen bir türkünün notalarından tutunuyor bazen de Mehmet Dede gibi Anadolu kokanların sigara dumanıyla zamanda yolculuk yapıyordu.

Patos zamanı gözlerin hiç yandı mı dede? İlkbaharda dere kenarında yeşeren naneleri koparmadan kokladın mı hiç? Komda annelerini bekleyen kuzuların anneleri ile buluştuğu zamanlarda annesini bulmakta zorlananları kucağına alıp annelerine kavuşturdun mu hiç dede? Çerezci’nin zihninde yüzlerce soru… Sorduğunu zannediyor. Konuşan dili değil gözleri… Sorular dedenin kulağına değil elindeki sigaranın dumanına dokunuyor.

Emine’m güzel yemek yapardı. O da senin çekirdeklere çok tuz kattığın gibi yemekleri tuzlu yapardı. Kavgalarımız hep tuzdan, tozdan olurdu. Ama Emine’m beni çok severdi. Gitmeseydi de tuzdan bir kayayı koyaydı önüme razıyım, dedi Dede. Mecnun nasıl iki kelimeden sonra üçüncüye Leyla ile başlıyorsa Mehmet Dede de ne yapar eder bir şekilde konuyu yıllar önce ölen eşine getirirdi. Özlem, vefa, aşk nasıl bir şey bunu ücretsiz bir ders olarak veriyordu Çerezci’ye. Müşteri geldi kalkmalıyım. Biraz daha çekirdek ister misin Dede?

Ağzım dilim tuz oldu. Yeter bu kadar gaali. Sen müşteriye bakıver.

Kaba Adam / Gökhan Bozkuş

    Sustu kaba adam, ellerini iki yana açarak.  Susmak çığlığıydı onun. Bağırdı kocaman. Bağırdı avazı çıktığı kadar. Onun bağırması içe doğruydu. Duymadı hiç kimse. Zaten duymuyorlardı ya. Yürümek istedi biraz. Ormana bıraktı kendini. Kuruyan yapraklara şiirler okudu. ıslanan toprağa türküler söyledi. Kendisi bulmuştu bu sıfatı kendine. Ve aynaya baktıkça sesleniyordu kendisine.

Sen kaba bir insansın.

Sen kaba bir insansın.

Ninesinden öğrenmişti. Bir şeyi ne kadar çok tekrar ederse olurmuş diye. Madem ki naif olmak incinmeye davetiye, madem ki hislenmek paramparça olmaya bir çağrı bu iklimde. O halde kaba bir insan olmalıydı. Duymamalıydı gelen sesleri. Görmemeliydi görülmesi gerekenleri. Kaba adam doluydu. Ormandaki ağaçların dalları kadar çıplak , ayaklarının altında ezilen yapraklar kadar kırılgan. Cebinde üç asır öncesinin sikkesi ile divane divane pazarda ekmek almak için uğraşan yedi uyuyanlardan biriydi sanki.

Bu para be devre ait değil.

Bu para bu devre ait değil.

O sikke ile ekmek alamazsın yabancı.

  Paranın geçersizliğinden çok ona takılan yabancı sıfatı ne kadar acıtmışsa mağaradan uyanan o kutlu genci, işte o kadar incinmişti kaba adam. Elinde nezaket isimli sikke. Avara avare dolaşıyordu. Bu para bu devre ait değil, sesleri şimdi ormanda. Ve kaba adam bir su birikintisinde görüyordu kendisini.

Sen kaba bir insansın.

Sen kaba bir insansın.

Geçmiyor bu devirde nezaket. Elinde kalıyor sonra. Elde kalsa iyi. Kalbini acıtıyor insanın. Uykularını kaçırıyor. Alışa alışa dönüşmelisin. Gregor Samsa bir sabah bunaltıcı düşlerden uyandığında, kendini yatağında devasa bir böceğe dönüşmüş olarak buldu. Sen de tekrar et bu nakaratı. Bir sabah uyandığında kendini çağın rengine bürünmüş olarak bulacaksın. Nezaket denen giysiyi giyinmiyor baksana etrafa. Naif başlar recmediliyor. Ellerde kocaman taşlar. Acele mi ediyordu yoksa. Direnmeli miydi kabalığa. Sesini duydu yine Kafka’nın. Ormanda bir çığlık oldu sanki. Milena’ya değil de ona söylüyordu sanki. “Şu yeryüzünde bana yetecek kadar sabır var mı dersin, Milena? “ Hz. Yunus balığa sığdı ve dokundu sahile sonra. Sabretmeli miydi acaba ?

  Döndü ormandan ve kapıda bekliyor gördü kendi Milena’sını. Sarıldı kaba adam bu dünyada onu en iyi anlayan naif çiçeğine. Ve Mehmet Uzun’dan ezberlediği bir cümleyi fısıldadı kulağına. “Yüreğini ört! İnsanlar soğuk, üşürsün.” Yunus nebinin münacatı ile girdi odaya. En naif insanı düşündü sonra ve utandı aynadan. Şeyh Galip ete kemiğe büründü de girdi odaya. Dokundu omuzuna kaba adamın.

Yohsâ bunı sen kolay mı sandın

Gam leşkerinî alay mı sandın

Aslında / Ziya Paşa Akyürek

Ben bu şiiri aslında hiç yazmayacaktım
Kim tutuşturdu bu sözleri dilime
Kim koydu bu yaşları mendilime
Ben diyorum bu şiiri
Hiç… Ama hiç
Yazmayacaktım…

Düştüm kimsesiz yol ortasında
Gayrı iradi bir boşluğa elimi uzattım
O zamanlar alışamamıştım yokluğuna
Alışamamıştım henüz sensiz sokaklara

Kaç kez bilmem ki uyanırken bir güne
Güneşten önce açıyordun kapımı.
Sabahlar seni görmeye geliyordu sanki
Gecenin tozundan arınmış olarak.
Bir sabah merhabasıydın sen.

Bir akşam elvedası değildin anne.

Ben aydınlıkla böyle arkadaş idim
Yüreği benden sözü ezelden
Yüzlerde eskimeyen bir tebessüm tanırım

Sofranda doyduğum kadar yokluğunda duymadım
Duymadım baharlardan tek damla nisanı.
Sesleri kısılmış gibi geldi insanların
Ve tek cümle dokunamadı yüreğime…

Anne bohçandan bir azık bıraksaydın ya
Can kırığı duruşları toplatmasaydın bana diyorum.
Bu hangi akşam bilmiyorum ki
Seherinde doğru söyleşeyim.

Yalnızlık unutulmaz mı, ayrılık yok edilemez mi hiç
Zor soruları soruyorum kendime.
Bir kandil söndü,
En uzun gecemde.

Sonra içimde yürüdü en kesif cümleler.
Kelimeler taşıyamaz olunca adını,
Bir anne koptu yamaçlarımdan çığ gibi
Sökün etti turnalar selamsız diyarlara
Ve toprak kokulum benim
Bayramlıklarım bulanınca hiç olmaz çamurlara
Başımdaki uğultunun adını dost koydular

Çekilince güneşler kendi bahçesine bir al için
Ben seyre daldım cümleyi
Yola düşürdüm can bestesinden
Yolları bilmeyen bu nazlı dervişi

Karların doruklara alışması nasılsa
Öyle usul yürüdüm ben yıllara
Urbamdaki yırtıkları dualarla yamadım
Düğümlenirken son sözüm boğazımda
Senin cennetin sayarak onu da sana yolladım

Yokluğunu okuyorum tüm varlığımla
Yokluğunu okuyamamak korkusuyla…

Sevgili derken çatlarsa dudaklar
Mahcup olursa elimde şu sensizlik
Ben ne derim Anne
Ne derim Rabbime…

Gecemden yıldızları toplayanın
Güneşime ışık taşıdığını anladım
Özlemlerin en saklı bahçesinde…
Ve kimsesiz olmadığını şu kör sokakların..

Mendilime yaşları koyana karşı
Hüznümdür duaların amini.
Ve yüreğimi bir sonsuzluk bestesinde
Ona sunarak söylüyorum beklediğimi
Mahşer gülüşüyle beni bekleyene kavuşmak için
Yıllarca dilime dolanıp da yine içime dökülen o sözü
Gül yapraklarınca söylemek için
Anne demek için…

Şimdi bayramda şekerlerimi sayar gibi dinle
Diyeceklerim yılların sözüdür tek cümlede
Yokluğunda anladım her şeyi
Yokluğun da varlığın gibi güzelmiş anne

Göresim Geldi / Beyruha

Kaldırıp aradan ayı ve yılı

Vuslat kapısından giresim geldi

Arşınladım sana uzayan yolu

Hasretlik yüzünü göresim geldi

Ayrılık neşteri kalbime zemin

Gitmiyor ki zalim, yerinden emin

Senden gayrısına edemem yemin

Yarama sevdanı süresim geldi

Zümrüdü Anka’lar Kaf Dağı’na küs

Aşk vadisi duman, gönüllerde sis

Gözyaşı aşıkta hiç bitmeyen süs

Vaktin senliğine eresim geldi

Yazarım yazamam ne menem iştir

Yazdan hiç haber yok, mevsimim kıştır

Dost! Şu yıkılmayan bir kuru baştır

Onu da yoluna seresim geldi

Bilmem ki kastım cana mıdır dost?

Nasibim kederden yana mıdır dost?

Okunan selalar bana mıdır dost?

Ömrümü uğruna veresim geldi

Beyruha

Bahara Nida / Tahsîn-i Kelâm

Ne bu âheste hâlin, doğ gönlüme ey Bahâr!
Müjde-dâr rüzgârınla vur alnıma ey Bahâr!
Uğrayıp semt-i gül’e bir hatırın sor da gel,
Oku bana yârimden, hoş gül-nâme ey Bahar. !

Abandı kış üstüme, bu ızdırâb kor cân’a,
‘Kar-buz’u göm toprağa, yay muştunu her yana,
Bülbülüm, muntazırım, aç bağrını gel bana!
Zâğları, saksağanı sen dinleme ey Bahâr.!

Susadı.. sun âbını mahzûn çorak sîneme,
Açan güllerle gülsen, şu yalnız dîlhâneme,
Ceste ceste şiirler yazarken hep gelmene,
Eyledi yüreğimi dert bin lime ey Bahâr.!

Yayılsın bûyu gülün, ötsün bülbül dalında,
Gel dokun gamlı Dîl’e, neşve çalsın telinde,
Merhamet kıl hâlime, yorgun, vuslat yolunda,
Nağmeler söylet benim gel dilime ey Bahâr.!

Hadi artık nazlanma, buram-buram este gel!
Yanık bağrım üstüne, serin-serin basta gel!
Güller al kucağına, irem-irem meste gel!
Hasret dolu yüreğim, derin-derin yasta gel!
Güz vurmadan şu ömrü, gel bekleme Nevbahâr..!

Tahsîn-i Kelâm

Acının Renkleri /Emin O. Uygur

 @valarmrgls

Acı çekiyorum diye sitem etme

Bugün çektiğin acılar yarın gücün olacak

Kuyu

Zordur benim için karanlık geceler

Birdenbire asırlara döner saniyeler

Yıldızlar gökte ulaşılmaz güzellik

Sızlar durur yüreğin hatıralarla

Sesler görüntüler art arda perdede

Işıklar kapalı kimsesiz dar sahnede

Şair

Sen içinden pınarlar fışkıran dağsın

Bırak bulutları dağınık kalsın

Ve sonra da yağacaksa yağsın

Seyyah

Sitem olmaz Rabbe hiçbir zaman

O ölçer biçer ve O’ndandır derman

Bir yudum suyu keser belki ama

Bir bakarsın dört bir yanın umman

Şair

Mavi, yeşil, mor hepsi sana koşuyor

Acıların yol olmuş sana yıldız taşıyor

Kuyu

Her tonda acılar bir bir çekilir de geriye

Karanlık gecelerden kalmasın bir ıstırap diye

@valarmrgls

Her acı bir şafak kırmızısı hayata

Sonra gün yükselir gök maviye döner

Ne dikenler batar narin ellerine ama

Açınca güzeldir bilirsin bütün güller

Çaresi yok o an ve o zaman dolacak

Acı çekiyorum diye sitem etme

Bugün eline batan dikenler yarın gülün olacak

Şair

Güldün sanırım gözlerinde bir ışıldama

Ne olur artık benden gülüşlerini saklama

Kuyu

Sözlerin gün gibi aklımda hâlâ

O yüzden güneşi çok aramıyorum

Anlık kuytular gibi düşünce dara

Ay ışığında göklere dalgalanıyorum

Seyyah

Çıngırak sesi sanırım bir kervan geliyor

Kaktüs dikenlerinde çiğ taneleri

Doğu kızıl bir akış kumlarda eriyor

Gözüme ilişti birden Efes harabeleri

Şair

Kırgın, üzgün gönüller ve bahar çiçekleri

Kabul olmuş dualar gibidir bütün çektikleri

24.09.2021

Emin Osman Uygur

Sen Gelince… / Neslihan Paş

​Bir Eylül sabahı telefonum çalmıştı. Arayan ablamdı. İlk sözü “Duydun mu?” oldu. Duymam gereken neydi? Hayır, bir şey duymamıştım ve ben henüz gece gördüğüm rüyanın etkisindeydim. Rüyamda etrafımız sarılmış vaziyette ve elimizde kelepçeler yürüyorduk. Karanlıkta, sessizce ve acı içinde.

Ben sabah çayımı içerken telefonum yine çaldı. Bu sefer bir arkadaşım heyecanla: “Abla gelir misin?” dedi. Masayı öylece bıraktım ve hızlıca hazırlanıp yola koyuldum. Bir gariplik içinde yürüdüm Eylül’ün sokaklarında. Zihnim gece rüyasında, adımlarım az önce heyecan ve endişe ile beni arayan arkadaşa… Sarı, turuncu yapraklar yerde, ayaklarımın altında. Bir yandan onları eziyorum diye üzülmek geliyor içimden diğer yandan bir an önce ulaşmak istiyorum Yiğit Hocaların evine.

Yiğit Hoca’nın eşi Selma, kucağındaki iki aylık bebeğiyle ve telaş içinde:

​“Abla biliyor musun, duydun mu?”

​Yine aynı hal. Neyi duymalıydım? Korktum. Gözlerine baktım. Beynim iki avcumun arasındaymış gibi oldu bir an. Ben bir şey demeden o devam etti:

​“Abla, öğretmenleri götürmüşler. Yiğit Hoca’yı da. Ama sadece birkaç soru sorup bırakacaklarmış.”

Ümitli gibi görünse de kolu kanadı kırılmış, telaşlı ve solgundu Selma.

​“Evet” diyebildim yalnızca ve yutkundum. Sonrasında Selma’mı sakinleştirmeye çalıştım.

Vakit ilerliyor ama dakikalar sanki asırların kadranında dönüyor gibiydi. Yiğit hocadan ve öğretmenlerden hiçbir haber yoktu. Selma’nın gözlerindeki endişe, kucağında bebek ve babasının gelmesini bekleyen üç yaşındaki Ayşe’m. Bu ara bir şey yapmış olmak için Selma perdenin arkasına baktı:

​“Abla bak, Yiğit Hoca bilgisayarını almamış biraz sonra gelir inşallah.” dedi ümide çalan nemli sözlerle.

​Ben biraz da onun ümidine tutunarak ama endişe içinde eşini bekleyen Selma ile konuşmaya devam ettim. Vakit geceye doğru ilerlerken korkulan haber geldi. O an Selma’nın duruşu birden değişti. Az önceki mahzun ve ağlamaklı Selma gitmiş bir dirayet ve azim insanı belirmişti karşımda. Selma olacakları biliyormuş gibi içten içe hazırlık yapmıştı sanki. Benim yanında olmam belki ona biraz metanet vermişti. Ancak her şeye rağmen tutuklanma haberi geldiğinde evdeki acı ve sessiz çığlığı ancak vicdanlar duyabilirdi.  

​Yiğit Hoca ve arkadaşları kaçırılmışlardı. Selma da diğer kader/daşları gibi yalnızdı artık ve çaresizliği yüreğinin en ulaşılmaz koylarına kadar hissediyordu.

Aradan günler geçti. Ayrılık da sıradan günler sırasına geçti. Bir gün arkadaşları doğum günü için Selma’nın kapısını çaldılar. Selma çok sevindi. Hep birlikte hazırladıkları pasta ve güzel ikramlarla çay içerken kapı sesiyle irkildiler. Neyse ki gelen tanıdık biriydi. Öğretmenlerden biri elindeki bir çift ayakkabı ile kapının eşiğinde duruyordu. Arabası satılacak olan Yiğit Hoca’nın bagajında bir paket bulmuştu ve bu paketi getirmişti kapıdaki öğretmen. Öğretmen Paketi nezaketle Selma’ya takdim etti. Selma içeri girdi, heyecanla paketi açtı ve bir süredir içinde sakladığı yağmur tanelerini doludizgin saldı.

Aralıksız ağlıyordu. Orada bulunanlar da onunla beraber ağlıyorlardı. Bu pakette bir ay önce vitrinde gördüğü ama alamadığı bir çift ayakkabı vardı. Yiğit Hoca, doğum gününden önce ona sürpriz yapmış ve bu hediyeyi Selma görmesin diye de arabanın bagajında saklamıştı. Herkes derin bir sessizliğe gömüldü.

Selma kısa bir süre sonra başka bir şehre taşındı ama hatıralar hep taze kaldı. Kucağında bebek elinden tutmuş minik Ayşe ile yürüdü yolları. Ancak eşinin aldığı ayakkabıyı giyemedi Selma.

​“Bu güzel ayakkabıları sen gelince giyeceğim Yiğit Hoca.”

Neslihan Paş

İki Anne / Emin O. Uygur

İki Anne Binler Hicran

Gördün mü iki anneyi? Duydun mu kahreden acıyı? Hissettin mi haklı olmanın yüceliğini? Anladın mı kalbe dokunan ateşin dünyaları yakan ateşlerden daha kavurucu olduğunu? Bildin mi gencecik yavruların suçsuz yere zindanlarda kalmasına kayıtsız kalan toplumun sağır, kör ve dilsiz hallerini?

İki anne. Kaldırımda. Koca ülkede. Milyonlar arasında. Gök kubbe altında. İki anne. İki insan. İki can. İki gönül. İki yangın. İki hicran. İki iyi insan. İki güzel can. İki kırık gönül. İki yalnız. Ölüler diyarında iki can. Zulmetler kuşağında iki renk.

Neden ağlıyorlar sordun mu?

Ben anlatayım sana:

Bir gün

Birden değişti dünya

Güneş doğmadı o sabah

Ay çıkmadı o gece

Dağlar mor değildi

Denizlerin mavisi gitti

Gece yaratıkları uyandı

Kırdılar tüm renkleri

Sildiler aynalardan tüm gülüşleri

Ne kadar yol varsa

Yerlerden göklere uzanan

Bozdular sildiler tüm izleri

Zindanlara tıktılar

Çiçek çiçek anneleri

Sadece anneler mi

Bebekleri de yaktı

Kahrolası nefesleri

İnsanlık yalnız ve çaresiz

Kalakaldı öylece yerinde

Sarıldı dört bir yandan

Çalındı varsa gelecekten

Bir ümit parçası elinde

Şeytan şimdi tahtına kurulmuş

Keyfinin en zevkli seferinde

Gece yaratıkları ellerinde ateşler

Gözlerinde ateşten beter nefretler

Dillerinde ateşten yakıcı hakaretler

Milyonlar sessiz milyonlar ölü

Kırdılar binlerce gülü

İki anne ne yapsın şimdi

Ağlamak tek çare ve yürümek

Dediği gibi şairin

Ağlayın su yükselsin

Belki kurtulur gemi

Emin Osman Uygur

WordPress.com'da bir web sitesi veya blog oluşturun

Yukarı ↑