Bağırsam.. / Osman Nuri Hoşdoğdu

bağırsam…
kısık sesimi duyar mısın..?

çağırsam…
zamanımı paylaşır mısın..?

dost deyip, bağrıma bassam
haldaş deyip, hatırını sorsam
sırdaş deyip, kapını çalsam
gölgende yer verir misin..?

var mısın desem..
engin denizler ortası,
kızgın çöller vahası..
ve… ve yüce dağlar başı
mekanım, durağım desem
ziyaretime gelir misin..?

uzun lafın kısası
elinde Musa asası
sırtında Ömer hırkası
ruhuma derman olur musun..?

dilinde Hızır nefesi
kulağında Davud’un sesi
ruhunda İsa neşesi
yoluma revan olur musun..?

Osman Nuri Hoşdoğdu

Arı / Yordu/ Osman Nuri Hoşdoğdu

Toprak, kuru dallar, otlar tanıdık bir şarkıyla gelen yağmurun serinliğine bırakıyor kendini. Sonbahar sapsarı ve serin bahçelerinden, ince yağmur tıpırtıları, gök gürlemeleriyle şehre doğru yürüyor. Bir adam, yağmurun mırıltısına kaptırıyor kendini, zamanı unutuyor. Gece ıssız bir orman gibi kaplıyor sokakları. Camlar ardına çekiliyor kadınlar. Camlarda yağmurun şarkıları yankılanıyor.

Aylardan ocak, günlerden pazardı
Şehrin diğer ucunda yorgun biri
Ümid girdabında umarsız, bekliyordu

Şehrin ıslaklığında bir adam
Bekleyeni bekliyordu.

Memleketin bir ucunda biri düşünüyordu
Ne zor yollardan geçiyordu
Gözlerinde sakladığı emaneti düşünüyordu

Derinden derine bir çığlık duyuluyordu
Ve bir adam, bu çığlığı yorumluyordu.

Dalında çiçekler tutuşurken
Gökte ışık, gözde yaş tükenirken
Dünya sahibine bırakılıyordu.

Sevdalar emanet kalıyordu
Sazın telinde feryat duyuluyordu

Şehrin bir ucunda yağmur, boran oluyordu
Ateş düşen bağırlar yanıyor, yanıyordu.
Narın hararetinde nur, nurdan yağmur doğuyordu.

Sazın telinden ağıtlar dökülüyordu
Kavuşmak belki de mahşere
Mahşere kalıyordu..

Osman Nuri Hoşdoğdu

Unutulmaz Bir Hatırlatma / Osman Nuri Hoşdoğdu

Kaldırımın kenarındaki titrek yüreği gördün ilkin küçük kız. Uçmaya çalışan ancak takati olmayan minik yavrucuk nasıl da pır pır atıyor. “Ay, yazık. Kıyamam sana!”
Onu durduran ve manzaraya dahil ettiren o his, küçük kızın kalbiyle serçenin kalbi arasında görünmeyen bir bağ kurdu. Sorumluluk mesuliyeti Serenay’ın avucundan yol bulup ayak düşürdü köşedeki veterinere. Dükkanı bir türlü kapatamadığının sebebini düşünmeden işe koyuldu yaşlı kadın. “ Korkma kızım, yarası derin değil! Muhtemelen bir sapandan çıkan taş, azıcık hırpalamış. Zaten ne canı var ki şunun.”

Küçük kızın uzattığı paraya baktı gülümseyen gözlerle. “Ona biraz buğday al, olur mu? Birazcık da ilgi ve zaman.” Peşinden bir de uyarı geldi. “Üç güne toparlar. Ancak sokakta kalması tehlikeli olur, her an bir kediye kurban gidebilir.”

İlkindi lahutiliği düşerken şehrin semalarına diğer köşedeki amcadan buğday alan Serenay, umut ve sevinç karışımıyla 3. kattaki evlerine yol düşürdü. Yıllardır balkonda bekleyen ve bir türlü kıyıp da atamadıkları kafes karşıladı onu. Nedendir içi paslanmış, telleri nasır tutmuştu. Yavru kafese, Serenay huzura, ev mahalleye emanetken dakikalar saat, saatler günleri kovaladı.

Küçük kız, Kadife’sine uçma pratiği yaptırırken hafif esen rüzgarın havalandırdığı pencere aralanıverdi. Vazifesini yapmanın sevinciyle aralanan pencere, bir alt kata uğurladı birkaç günlük misafiri. Aynı rüzgarın biraz daha sert eserek açtığı penceredeki asık suratlı göz karşıladı biraz daha şaşkınlıkla.

75 senedir taşıdığı Şükran ismiyle uyuşmayan çatık kaşlı teyzenin kapısı çalındı tereddütlü aralıklarla. Koskoca apartmanda fatura yazıcılardan başkasına açılmayan kapı bir duvar gibi dikilmişti karşısına. Yine bağıracak mıydı yoksa! Ne istediğini soracak ve rahat bırakılmasını mı isteyecekti? Bir kez daha uzanan minik el yarıda kesti macerasını. Kapının ardındaki kendisini buyur eden naif sesi, geçen zemheride grip salgınında kaybettiği babaannesine benzetti nedense. Ne kadar içten ve ılıktı “Merhaba” sesi. Küçük kız, tam ağzını açıp da “Serçem…!” diyecekti ki Kadife’sini yılların buruşturduğu elde gördü. “Gel kızım, seni bekleyen biri var zannedersem.”

İçine bir asrın sığdığı o tadımlık birkaç dakikada Serenay, serçenin öyküsüne bir soru ekleyiverdi çekinerek. Apartmandaki herkes, Şükran teyzelerinden neden çekiniyordu? Mutfaktan getirdiği bir bardak limonatayla meyveli keki minik misafirinin önüne uzatan Şükran teyzedeydi kelimeler şimdi.

“ Sen de yaşlanacaksın bir gün. Yaşlanınca insan yalnızlaşıyor. Rahmetli ananem bana son günlerinde ‘ihtiyarın yüzü ekşi olur, kimse gelmez ziyaretine’ derdi. Ne kadar da haklıymış. İhtiyarlayınca tahammül de azalıyor. Gürültüye hele etrafın dağılmasına kızıyorum diye herkes kaçıyor benden. Ama senin gibi beni ziyaret etseler, halimi hatırımı sorsalardı onlara karşı hoşgörüm gelişirdi.”

O anda, işte tam da o anda bir fikir geldi Serenay’ın aklına. Kendisini uğurlayan ve
babaannesi yerine koyduğu bu huysuz kadının kapısını daha sık yoklayacaktı. Üst kata doğru çıkarken binaya yeni taşınan yaşlıca beyin elindeki kafese takıldı gözü. “Onun ismi de mi Kadife?”

Hayır, dedi emekli Din Kültürü öğretmeni. “Bu bir muhabbet kuşu ve adı da Mihriban”
Mihriban demek. “Diğer arkadaşını da görmek ister misin küçük kız?”

Uçarak girdi Serenay davete icabın en sert kayaları erittiği sıcaklığıyla. Dantel ören Neriman Hanım uzattı elini ve tanış ettiler. Sonra geldi Mihriban’ın hikayesi. Osman amca unutamamıştı bir trafik kazasıyla arasına giren yavuklusunu. Sarı değildi saçları ama dalgalıydı. Köydeki delikanlılardan sadece ona bir tutam emanet edilmişti şimdi kafeste duran kumral lüleler. Sıcak çayın buğusundaki bisküvi eşliğinde Serenay, yaklaşmakta olan Din Kültürü sınavından bahsetti. Neriman Hanım, eşine küçük komşularına yardım etmesini önerdi. Olur, dedi Osman amca.” Anne babandan izin alırsan ben de sana birkaç saat ders veririm.”

Serenay, eve girdiğinde akşamın yeli dalgalandırıyordu Kadife perdeyi. Neşeyle yenen yemekten komşuya izin çıkmıştı. Eğitim denince esen rüzgar bile dururdu. Başucunda kendisine Hz. Ali’den menkıbeler okuyan Haydar dede, Serenay’ın uykuya emanet bedenini usulca örttü ve Hafize’den emanet odasına çekildi.

Sabahın ışıltısıyla yapılan kahvaltıdan sonra Kadife uçuş denemelerine başladı tekrar. O da ne! Yaramaz kuş bu sefer de üst kattaki komşunun balkonuna kaçmaz mı? Daireye yaklaşan minik ayaklar, alevli tartışmayı duyunca durdu ilkin. Sebepsiz yere bağrışıp duran ama birbirlerini hiç dinlemeyen Yasin ile Yasemin’i serçe sesi ardından kapıya uzanan tıklama susturdu. “Sanırım serçem sizin evinize kaçtı. Alabilir miyim rica etsem”

Bir ziyaret daha başlıyordu. Küçük kızın üç günlük hikayesi ilginç gelmişti yeni evli çifte. “Sanırım birbirimizi dinlemeyi, birbirimize saygı göstermeyi unuttuk” sözüne hak verdi karı-koca. Önce birbirlerine, sonra utanarak yere baktılar küçük kızın verdiği dersle.

Ertesi akşam. Serenay, yaşından beklenmeyen bir organizasyonla işbaşındaydı. Apartmandaki tüm komşular pasta ve böreklerle Şükran teyzedeydi. Huzurun doldurduğu odaya yayılan buğu buğu çayın demi, nasırlı yürekleri bir ramazan duygusuyla eritiyordu. Gece yarısından sonra ilk sahura kalkılacaktı. Neden daha sık bir araya gelmeyelim ki, sorusu cevabını ilk önce toplu iftara sonra da haftada bir akşama dönüştü. Çekilen kurada sıranın kendilerine başlamasına sevinen Yasin ve Yasemin, hemen oracıkta tatlı siparişi aldı. Ne de olsa insan, ihsanın kölesiydi.

Kadife, bir koltuktan diğerine zıplarken Serenay, kafesi yerine koyuyordu. Bir haftadır
ailesinden ayırdığı Kadife’sini özgür bırakmanın zamanı gelmişti. Allah’ın küçük bir
yaratığıyla gönderdiği mesajla aslında o, bütün apartmana yardım etmişti.

Osman Nuri Hoşdoğdu

Son Fırsat / Osman Nuri Hoşdoğdu

Arkadaşları arasında ‘adamotu’ diye çağrılırdı. Büyük bir firmada yüksek mühendis olarak çalışıyordu. Günlerden bir gün doğum günü kutlamak için arkadaşlarıyla lüks ve pahalı bir partiye katıldı. Gece yarısı son model jipiyle evine dönerken köşe başında üstü başı yırtık, yoksul biriyle karşılaştı.
“ Kurtuluş yok.”
Yoksul adam ona acıyarak böyle bağırmıştı suratına doğru. Şaşırdı. Kaçarak oradan uzaklaştı. Evine geldi. Her zaman yaptığı gibi hedef tahtasına ok atarken yoksul adamın sözü kulaklarında yankılanmaya başladı.
“ Kurtuluş yok, kurtuluş yok, kurtuluş yok. ”


Olduğu yere çöktü. Satranç tahtasında bir hamle yaptı. Bu, onun her zamanki adetiydi. Günde sadece tek hamle yapardı. Hamlesini yapar yapmaz Şah kendi kendine devrildi. Adamotu adamakıllı irkildi. Bugün bir tuhaf geçiyordu. Gidip yerine yatmalıydı. O da öyle yaptı. Sabah uyandığında kendini kötü hissediyordu. Akşam eğlenceyi fazla kaçırmış olmalı ki başı şiddetli zonkluyordu. Birden kendisine çok benzeyen birinin ona su uzattığını hayal meyal gördü. Suyu içince rahatladı. Dışarı çıktı. Her zamanki alışkanlığıyla büfeden içki şişesini aldı. Kulaklarında o ses tekrar yankılanmaya başladı.


“ Kurtuluş yok. Kurtuluş yok.”


İçki şişesini çöpe atıp kırdı. Jipine bindi. Araba çalışmayınca vazgeçip indi.
“ Bugün de iş yerime dolmuşla gideyim, bir değişiklik olsun” diye düşündü. Minibüs bir türlü gelmiyordu. Beklerken susadığını hissetti. O sırada az ilerde ona benzeyen adamın gülerek kendisine baktığını gördü. Yanına gitmek istedi. Ama kendisine benzeyen adam, gelen minibüse binip oradan uzaklaştı. Durakta otururken yanı başında süt şişesi durduğunu fark etti. Alıp büyük bir keyifle içti. Yeni bir şey keşfetmiş gibi süt şişesine bakındı. ”Hayret doğrusu. Süt ne kadar da güzel bir içecekmiş” diye mırıldandı. Dolmuş gelince bindi. Ücreti uzattı. Şoför “ Verdin ya” dedi kızarak. Şaşırdı. Dolmuş harekete geçince sarsıntıdan kafasını askılığa vurdu. Başını ovuştururken kendisine benzeyen adamın arka kapıdan indiğini
fark etti. Adamın arkasından bakakaldı.

İş yerine geldi. İnsanlar sanki onu görmüyordu. Az sonra biri yanına gelerek kendisini tekrar işe aldığı için teşekkür etti ve cevap beklemeden çıkıp gitti. Şaşkınlıkla adamın arkasından ayağa kalkınca pencereden sokaktan birinin el salladığını gördü. Koşarak iş yerinden çıktı. O sırada hızlıca gelen bir kamyonun bir çocuğu ezeceğini fark etti. Çocuğu kurtarmak için dayanılmaz bir arzu duydu. Derken biri fırlayarak çocuğu kurtardı. Hayretle baktığında yine onu gördü. İşte oradaydı kendisine benzeyen adam.


Kamyon aniden durdu. Kamyon şoförü hışımla kamyondan inerek yanına geldi. Yakasını toplayarak “Sen çocuğu öldürmek mi istiyorsun be adam.!” diye bağırdı. Şoföre cevap veremedi. Zaten olanlardan hiçbir şey anlamıyordu. O sırada kamyon büyük bir homurtuyla uzaklaştığında şoförün dikiz aynasından kendisine ters ters baktığını gördü.


Ceketinin yakasını kaldırarak yürümeye başladı. Ayakları, onu kesme taşlardan yapılmış tarihi bir camiye getirdi. Caminin yanındaki McDavut büfesinden köfte ekmek alıp afiyetle yedi. Daha önce ayıpladığı bu yeme tarzı o an için çok hoşuna gitmişti. Sebilden içtiği su tüm vücudunda dolaşırken neden bu duyguyu daha önce yaşamadığını düşündü. Yanına yaklaşan imam, camiye yaptığı yardımdan dolayı teşekkür etti. Cami durdukça taktırdığı kapı ve pencerelerin ona hep sevap kazandıracağını ve günahlarından arınacağını müjdeledi.

Tam ağzını açıp bir şey diyecekken kendisine benzeyen adamın ayakkabılarını boyattığı boyacı çocuğa yüklü miktarda bahşiş verdiğini gördü. Koşarak adamı yakalamak istedi. Boyacı çocuk önüne çıkarak onu durdurdu. Çocuk ayaklarını üstüne doğrularak verdiği bahşişle hasta olan annesine ilaç alacağını ve ölene kadar onun için dua edeceğini kulağına fısıldadı

.

Akşam oluyordu. Gün içerisinde yaşadıkların dolayı yorgunluğunu hissederek evine geldi. Köşe başında o vardı. Dünkü yoksul adam. Her zaman o köşe başında olduğu halde ancak dün akşam fark edebildiği garip ve fakir adam. Yoksul adam eliyle işaret ederek yanına gelmesini istedi. Ürperdi, gitmek istemedi ama
ayakları beynin emirlerine karşı geliyordu nedense. Yanına geldiğinde yoksul adamın gözlerine baktı. Dipsiz bir kuyuyu andırıyordu adeta. Gözlerini kaçırdı ama kulağını
kaçıramadı. Yoksul adam bir eliyle tuttuğu kulağına gizemli bir sesle “ Tren kaçtı.” diye fısıldadı. Ne demekti bu şimdi.?

“ Tren kaçtı. ”

Korkarak evine girdi. Tv‘yi açınca karşısına “Uyku” yazan bir film çıktı. Filmin konusu da hayli ilginçti. Ölen bir insanın öldüğünü ilk başta anlamadığını, diğer insanları bir müddet uykuda gördüğünü anlatıyordu film. Filmin sonunda Hz.Ali’nin bir sözü duyuluyordu. “İnsanlar uykudadır Hami. Ancak ölünce uyanırlar. Senin uyanma vaktin geldi. Hazır mısın.?”

Ürperdi. Başka bir kanala geçti. Bir sohbet programıydı Tv’deki. Üsküdar Vaizi Hüseyin YAĞMUR, yaptığımız çok önemsiz bir iyiliğin bile bizi ahirette kurtarabileceğini, önümüze çıkan her fırsatı değerlendirmek gerektiğini belirtiyordu. Tv’yi kapatıp uzun bir süredir bakmadığı kütüphanesine geçti. Dolabın kapağını açtığında yere bir kitap düştü. Büyük bir merakla kitabı eline aldı. 99 adam öldürüp tövbe edip kurtuluşa eren adamın ve köpeğe su verdiği için affedilen kadının öykülerini seslice okudu. Gömülüp kaldığı koltukta yoksul adamın beyninde yankılanmaya başladı.

” Tren kaçtı. ”


Yaşadıklarını gözden geçirirken uyuyakaldı. Rüyasında cehennem gibi bir yerden kaçıyordu. Yoksul adamı gördü. Yoksula adam onu göstererek, avazı çıktığı kadar bağırıyordu.

”Bir fırsat daha.? Af istiyorum.? “

Sıçrayarak uyandığında dışarıda sabah ezanı okunmaktaydı. Ter içinde kalmıştı. Şaşkın şaşkın etrafa bakınırken dün akşamdan yere düşen şah dikkatini çekti. Devrilen şahı satranç tahtasına koydu. Yerden aldığı oku hedef tahtasına atarak tam on ikiden vurdu. .Ayağa kalkarken derin bir problemi çözmüş insanlar gibi gülümsüyordu.

Osman Nuri Hoşdoğdu

Çanak Ve Kale /Osman Nuri Hoşdoğdu

Hava sıcak mı sıcak. İçimdeki kor gibi değil. Dertleşmeye ihtiyacım var. Hayatı yaşanır kılan ne güzel bir vesile iç dökmek. Adresim belli: Haydar Dede. Onunla söyleşmek deniz hissi verir bana. Belki de ikimizin deniz fıtratlı olmasından. Kendini sık sık kıyıya ve hatıralara atar, ferahlamak ister. Yine aynı adreste işte. Rengini menekşeden alan gözleri kısıki lakin kalp gözü ufukları aşıyor. Kulak kabartıyorum, dudaklarında bir nağme. “Ana ben gidiyom düşmana karşı”

Keşke girebilsem ruh dünyasına. Neler yaşamış, içinde ne fırtınalar kopuyor Allah bilir. Bir kalender derviştir nazarımda, eski zamanlardan kalma.
Uzun paltosunun cebine elini daldırdı. Bakalım kısmetimizde bugün ne var? Hava sıcak. Her zamanki gibi çıt yok etrafta. Palto mu desem sako mu? Sahi ne zaman yıkar, nerede kurutur?İlk giydiği gibi. Dile kolay tam yedi yıldır aynı elbise. Hiç mi kirlenmez, yıpranmaz; demirden sert granit kayaları aşındıran rüzgâr ona gelince süt dökmüşe mi döner?
Elini çıkardı. O minik şişeyi kokladı önce. Gözleri ufukta. Kim bilir kaç yıl önceye gitti yine.Tane tane konuştu. Zaten aynı cümleyi iki kez kurduğunu hiç bilmem. Öyle munis, öyle naif konuşur ki hemen ezberleyebilirsiniz. Dört yıldır kapısını aşındırdığım fakülteden değil, ondan öğrendim ben dilimizin inceliklerini. “Ana sütü gibi berrak, hayat kadar gerçek” dilimizi. Yaşayarak, heceleyerek, ilmek ilmek.

-Bunu babam verdi ölmeden önce. Bir Çanakkale gazisiydi. Diğerleri gibi onuruyla,
elbisesinin kiriyle öldü. Anzak askerini gömerken, kanıyla ıslanmış toprakla doldurmuş şişeyi. Yanındaki resmi kaybetmiş sonraları. Kim bilir Anzaklının ailesi o fotoğrafı çektirirken ne hissetti, derdi babam. Bir daha hiç gelmeyecek birine zamanı kâğıtta dondurup vermek nasıl bir duygu acaba?
Durdu, nefesini tazeledi. Esef doluydu. Hatıralar böyle değil midir? Yürekte değildir buğusu. Safrayı sarartır, yetmezse karartır. Şişeyi aldım. İçine nasıl sığdı bunca acı, bunca aşk, bunca hasret! İlerde benim de bir şişem olacak mı? “Belki, daha ölmedim.” Kelimeleri ayırıyordu bu sefer. Her zamanki gibi konuşturuyordu dilin esrarını.

-Ah Çanak kale ah. Yarısı yedi düvelin kanıyla dolu Çanak, yarısı İslam’ın son Kale’si. Türk’ün ateşle imtihanı. Bedrin değil Hendek’in devamı. İnsanlığın vahşete karşı son direnişi. Mazlumun zalimi, kölenin efendiyi, Musa’nın Firavun’u boğduğu modern Kızıldeniz. Tarihin aziz hatırası.

Sustu. Sözlerini hazmetmemi bekledi. Kahırlıydı. Kendime şaşırıyorum. Genç yaşıma rağmen taşıyabiliyorum bunca sırrını. Benden beklentisi var demek ki. Uzattığı şişeyi inceliyorum. Yüz yıllık emanet… Kan kokusu taze. Cevabını bile bile soracağım.Hiç gittin mi?

Gidilmez mi be evlat, elbet gittim. İnsan nasıl özlüyor bir bilsen. Hani Kâbe’den dönersin de
resimlerine bile bakamazsın ya öyle bir şey. Hintlinin Ganj’da yıkanması, Hıristiyan’ın kutsal
suyla vaftizi neyse bu topraklarda yaşıyorum diyenler için de Çanakkale öyledir.
Sözlerini tarttım. Şathiye mi, yok. Aşırı bir tepki mi, vallahi değil.

-Haftaya oradayız nasipse. Fakülteden beş otobüs gençlerle üç günlüğüne gideceğiz.
– Yeter mi ki. Babamın bir yılda bitiremediğini sen üç günde nasıl çözeceksin Yusuf’um.
– Sen demiyor musun Dede, damla neyse okyanus da aynıdır. Yeter ki damla yüklensin emaneti.

Acı acı gülümsedi. İşte bu yok mu beni örseliyor. Yetmiş üç yıllık ömrünü bir mimiğe
sığdırmak… Sahi nasıl başarıyor, bilemiyorum. Galiba, eski toprakları hiç anlayamayacağız.
Bam teline basmışım ki sesi dipten geldi.

-Yüz yıl önceydi. Kabil’in torunları Habil için oradaydılar.

Zaten hiç gitmediler ki. Yedi kıtadan toplanan Ebucehiller, hücum etti Muhammedin
ordusuna.
– Haklısın Yusuf’um. Büyük Tufandan sonra sürüp giden kavgada sadece isimler değişti.
Yoksa mazlum, mahkûm ve mağdurun kaderi hiç değişmedi.
– Başa gelen çekilir Dede. Kaderimiz buysa elden ne gelir? Kıyamete dek sürecekse bu telaş, kötülük asla bitmeyecek. Biz iyi insanların ise kan gıdamız, gözyaşımız katık olacak. Burnu açılıp kapanmaya başladı. Bütün havayı ciğerlerine çekecek sandım. Tarihi, yok yok insanlığı üç cümlede özetledi.

Babil’in asma bahçeleri ne kadar alımlıysa onu parçalayan Şeddat o kadar hoyrattı.
Hüseyin’in kanı kalbi kadar mübarekse ona suyu bile çok gören Yezid taş gibi katı. Nasıl bir dünyada yaşıyoruz ki İslamın sesi bir kaşık suda boğulmak isteniyor.
Kumlara şekil çizmeye durdu. Üçgen mi desem beşgen mi? Yıldıza da benziyor. Remile vakıf olduğu aklıma geldi; gerçi elinde taş yoktu. Bir de tavsiye düşürdü. Bana mı yoksa tarihe mi, fark edemedim.

-Unutma evlat, huzurdan kovulan Azazil kendi bulamadığı huzuru sana da yaşatmayacak.
Dünyayı, sura üflenene dek insanoğluna Çanakkale yapmaya yemin etmiş bir kere.

Çare yok mu diye fısıldadım. İçim umut doluydu oysa. Geleceğe ümitle bakmak istiyorum ben. Alemlerin hatırına yaratıldığı o mahzun nebinin adı güneşin doğup battığı her yere ulaşacaktı nasılsa. Cevabı gecikmedi.

-Silahımız dua. Yaradan daima bizden yana.
Kalktım. Az da olsa rahatladım. Doğru ya “İnanıyorsanız üstünsünüz!” Artık gece boyu satırlar arasında vermek istediği mesajlara yoğunlaşacaktım. Ayağıma takılan taş kadar kafamdakini de sorma lüzumu hissettim.

-Hiç gitmediği halde Mehmet Akif, Çanakkale Destanını nasıl yazabildi?
Gülümsedi. Bu sefer bulutlanmış gözleri gri bir renk almıştı. Eliyle kalbime dokundu.


“Çanakkale içindeyse evlat, göze gerek yoktur.”

Osman Nuri Hoşdoğdu

Şehit Emanetler / Osman Nuri Hoşdoğdu

Habil ile Kabil’le başlayan ve hiç bitmeyecek gibi devam eden bir savaş daha tüm hızıyla sürüyordu.Tarrakalar ve silah sesleri, dünyanın yedi bucağından zorla getirilmiş askerlerin karşısında gencecik askerlerimizin şanlı direnişi birbirine karışıyordu. Bombalar ıslık çalarak gürültüyle düşmekteydi. Mahşer yerini andıran koşuşturmacada göz gözü görmüyor, Bedrin Aslanlarının Allah Allah sesleri karşı tepelerde yürekleri hoplatıyordu.
Elinde dürbün, Komutan Niyazi harp meydanını seyrediyordu. Üzgündü. Dudaklarında acı bir, gülümseyişle cebinden çıkardığı köstekli saate baktı hayli zaman. Diğer cebinden çıkardığı tabaka, kalem, koku ve tesbihi önce kokladı, ardından arkasına dönerek seslendi.

-Bahadır!
Atalarından aldığı soylu terbiyeyle her şart ve zeminde Bahadır hazır oldaydı.

-Emret komutanım.!
Tane tane konuştu, komutandan çok babacan bir tavırla, son kez bir bakışla.

-Oğlum al bunları.
Gözleri dolan Bahadır, ne diyeceğini şaşırmış, öylece bakakalmıştı komutanına.
Niyazi aldırmadan tekrarladı isteğini.

-Hatıra bunlar benden geriye kalan.
Derin bir nefes alıp Bahadır’ın geniş omzunu sıktı. Kendini tutmaya çalıştıysa da sesinin titremesine mani olamadı.

-Geriye dönemezsem eğer…
Tabakayı ters çevirip yazıyı gösterdi.

-Bunları mutlaka… Ama mutlaka bu adrese ulaştırın.
Necati’nin eline tutuşturduğu gibi yeleleri kabarmış bir aslan gibi yitip gitti, kararan hava gibi gözden kayboldu. Necati ise kalakalmıştı yerinde.
Güneşin ışıklarıyla birlikte bombardıman seremoniye başlamıştı çoktan. Vahşi sırtlanı geçen yedi düvelin azgın saldırıyla yaralananlar, sedyelerle hastane niyetine kullanılan büyük çadıra yetiştirilmeye çalışılıyordu alelacele. Ara ara toz bulutları kalkıyor, sonra düşen bir bomba sesiyle etraf tekrar toz dumana boğuluyor, kıyameti andıran bir hercümerç yaşanıyordu. Vurulup düşen, kendisine ağuşunu açana tebessümle bakarken, yerde yatan arkadaşına göz ucuyla bakıp koşmaya devam eden askerler birazdan öleceğini bilerek güle oynaya yürüyorlardı hep beraber ölümün ağzına.
Bir asker yerde yatan askerin başını yavaşça toprağa bıraktı, sağ eliyle şehidin gözlerini kapattıktan sonra elindeki bir kenarı yırtık resmi itinayla cebine yerleştirdi ve bir ok gibi meydana fırladı. Birkaç saniye geçmişti ki bir toz bulutuyla havalandığını ve parçalanarak vatan bellediği toprakları kanıyla suladığını kimse fark edememişti.
Bombardıman tüm hızıyla sürüyor; tepelere, yamaçlara, ovalara sağnak sağnak ölüm yağıyordu. Bahadır sırtında ardan gömleğiyle koşuyordu tüm hızıyla. Aklına gelmiş olmalı ki birden durdu. Cebinden çıkardığı köstekli saate baktı hayli zaman. Diğer cebinden çıkardığı tabaka, kalem, koku ve tesbihi avuçlayarak arkasına döndü. Daha bıyıkları çıkmamış gencecik onbaşıya uzattı. Tokat’ın Zile ilçesinden gelen ve ‘Bu ne” gibisinden bakan kumral askere dokunaklı bir sesle “ Komutan Niyazi’den. Ben de ölürsem sana emanet!” dedi ve toz bulutunun ardında bir bilinmeze gitti.
Emaneti alan çiçeği burnunda onbaşının gözünden düşen tek damlanın tabakanın üzerine damlaması manzarayı seyredenlerin yüreklerine alev alev yangınlar düşürüyordu.

Akşam üzereydi. Komutan Niyazi’nin elden ele dolaşan emanetinin kaçıncı askerde olduğunu artık Allah’tan gayrisinin bilmediği bu hengame sürüp gidiyordu arkasında nice yılgın ve yangın yürekler bırakarak.
Karayağız, pehlivan yapılı, halinden köylü çocuğu anlaşılan bir asker elindeki emanetleri arkadan gelene uzatarak “Al sen de dursun azıcık şu emanet. Komutan Niyazi’denmiş. Nicelerini koyup gitti.” deyiverdi.
Arkasındaki kısa boylu ve cılız askerin sitem mi kahır mı 99’luk bir sır mı pek de belli
olmayan mırıldanışıyla yerinde kalakaldı. Kim bilir sır çözülünceye kadar sabit kalem yerinde kalakalacaktı.Lakin…

-Lakin bu emanetler şehit olmamış.
Tam işte o anda, kalemin kağıdın kalbine dokunduğu özel anda, kelebeğin çırptığı kanadın koskoca bir buzul dağını harekete geçirdiği zaman diliminde ciğerleri yakan, gözleri kör, kulakları sağır eden bir vaveyla koptu. Islık çalarak yere düşen bombanın parçaları ortalığa saçılırken havada uçuşan kol, bacak, kafa nice organın ortalığı toza buladığı görüldü.
Az sonra…
Toz bulutu yerini derin bir sükutun tedavi ediciliğine yerini bırakırken geceden kalma bir çift göz etrafı temaşa ediyordu. Karayağız asker yerde yatıyor, semaya dikilmiş gözleri sabit bakıyordu. O da kutlu kervandan geri kalmamış, şakağındaki 3 şehit damlası ile başta Hz. Hamza, sonra Niyazi komutanına, Bahadır’a ve daha nicelerine kavuşmuştu.
Yerde parçalanmış emanetler, etrafa savrulmuş, mahzun bir şekilde duruyordu.
Kısa boylu cılız asker, bir yandan kopan ayağını yavuklusundan emanet kırmızıya boyanmış tülbentle sararken, en taş kalpleri bile hüzne boğacak manzarayı seyrediyordu.

-İşte niceleriyle beraber emanetler de şehit oldu. Hakka yol bulup yürüdü.
Kalbi gibi sapı da kırık tüfeğine dayanarak kalkıp giden erin akşam çökerken bir bilinmeze doğru gidişini sonradan çok sonradan ressamın biri tablolaştıracaktı. Şehitler ölmez, vatan bölünmez…


Osman Nuri Hoşdoğdu

İkinci Şans Mümkün Mü? / Osman Nuri Hoşdoğdu

Neden olmasın dediğinizi duyar gibiyim. Ben de öyle dedim ve çevremi gözlemlemeye başladım. Gördüm ki vazgeçemediğimiz ne çok şey vardır hayatımızda. Olmazsa olmazlarımız. Zannederiz ki onlar olmazsa, nefes alıp vermek anlamsızlaşır. Bu kimi zaman bazı alışkanlıklarımızdır, kimi zaman sevdiklerimiz, kimi zaman da sahip olduğumuz maddi gücümüzdür. Sonumuzu hazırlasalar da cesaret gösterip nedense bunlardan kurtulmayı göze alamayız.


Muhteşem bir sanat eseri olan tabiat, almasını bilene birçok konuda ders veriyor. Hani hatırlarsanız ne demişti asrın beyin yapıcısı. “ Kendisine bir arpanın bir yıl yettiği karınca sırf hırs gösterdiği için ayaklar altında gezerken hizmet gayesiyle yaratılan arı bu şükrüne karşılık başlar üstünde gezer durur.”


Okuduğumda beni derin düşüncelere sevk etmişti bu bakış açısı. Aslında görmesini bilsek ne asırlar var “Hayvanlar Dünyası”nda. İsterseniz bu sırlı dünyaya kapı aralayıp Albatros’un gizemli ve ilginç dünyasına bir göz atalım. Bakalım bizler birer insan olarak bu görkemli kartalın başarısına ne kadar yakınız? Ve zafer uçuşumuzu gerçekleştirecek kadar acaba cesaretli miyiz?


Albatros, onu dizayn edenin bir lütfuyla kuş türünün uzun yaşayan bir çeşididir. Bu görkemli kartal, Atmacagiller (Accipitridae) Familyasından Aquila ve Hieraeetus cinsini oluşturan kuş türlerinin ortak adı olup kuş türleri içinde en uzun yaşayanlardandır. Kanatları ve kuyrukları geniş, bacakları tüylü bu iri yırtıcılar 2-3 yılda ergenliğe ulaşırlar. Semada Sani’nin eşsiz sanat harikasını temaşa ederken sıkça dönerek yükselirler. Belirgin parmakları daima yukarı kıvrılır. Genel olarak ormanlar da ve dağlarda yaşarlar. Kaya girintilerinde ve ağaçlarda yuva yaparlar. İlginç bir özelliği vardır bu gökçek kartalın. Albatroslar daima tek eşlidir. Ömürlerince asla eş değiştirmedikleri gibi her yıl aynı yuvayı kullanırlar. Yuvaları kolay ulaşılamayacak yerlerdedir. Yuvaya bıraktıkları bir ya da birkaç yumurtanın kuluçka dönemi altı-sekiz hafta sürer. Yavrular yavaş gelişir ve ancak üç ya da dört yaşına giren kartalların erişkinlere özgü tüyleri çıkmaya başlar.


Ömürleri yalnızca birkaç saat süren kelebeği düşününce 70 yıla kadar yaşayan Albatroslar’ın eriştiği lütfun kıymeti daha iyi anlaşılacaktır. Ancak bu gökçek kartalın bu yaşa ulaşmak için, 40 yaşlarındayken geçmesi gereken bir dönemeç, hakkını vermesi gereken bir imtihanı vardır. Alabildiğine zorlu ve tahammülfermadır bu sınanmışlık süreci.


Albatrosun yaşı 40’a dayandığında pençeleri sertleşerek esnekliğini yitirir. Artık o
beslenmesini sağladığı avlarını pençeleriyle kavrayamaz hale gelmiştir. Gagası uzunlaşıp göğsüne doğru kıvrılır. Yaşlı kanatları ağırlaşmış ve ağır vücudu taşıyamaz hale gelmiştir. Bu kadarla kalmaz, tüyleri kartlaşmış ve kalınlaşmıştır. Artık Albatros’un uçması iyice zorlaşmıştır. Dolayısıyla görkemli kartalın önünde iki yol belirir. Ölüm veya yeniden doğuşun acılı ve zorlu sürecini göğüslemek.


İşte tam da burada sevk-i ilahi devreye girer. Ölümü bekleyen kuş kendisine fısıldanan ilhamla harekete geçer. Yeniden doğuş süreci 150 gün kadar sürecektir. Albatros bir dağın tepesine uçar ve bir kaya ovuğundaki yuvasında – artık uçmasına gerek olmayan bir yerde beklemeye duracaktır. Zamanın çıldırtıcılığına karşı sabırdır ona düşen. Uygun yere otağını kuran Görkemli Kartal, gagasını sert bir şekilde kayaya vurmaya başlar. Öyle ki bu sert darbeler sonunda gaga yerinden sökülür ve düşer. Zavallı kartal bir süre yeni gagasının çıkmasını bekleyecektir. Gagası çıktıktan sonra bu yeni gaga ile pençelerini yerinden söküp çıkarıp atar. Tıpkı dervişlerin erbain çıkarmasını andıran bu sürecin devamında yeni pençeleri
çıkan Albatros bu kadarla kalmayacak, eskiden kalma tüylerini de yolmaya başlayacaktır.


Ne demişti Mevlana?


“Her gün bir yerden göçmek ne iyi. Her gün bir yere konmak ne güzel


Donmadan, bulanmadan akmak ne hoş. Dünle beraber gitti cancağızım,


Ne kadar söz varsa düne ait. Şimdi yeni şeyler söylemek lâzım. ”


5 ay süren çile ve yeniden doğuş sürecinden sonra Albatros, kendisine 25 veya daha uzun süren bir ömür bağışlayana şükretmek için kanatlanır. Artık o sınanmışlığın hakkını vermenin muştusuyla yeniden doğuş uçuşunu tüm görkemiyle yapmaya hazırdır.

Bu bize uzleti, çileyi hatırlatır. Bütün dinlerde uzlet uygulaması değişik sembollerle karşımıza çıkar. İnsanın imanda derinleşmesi; olgunluğa-kemale ulaşması adına böyle bir ortama ve zamana ihtiyacı vardır. Kim bilir Yüce Yaratıcı Albatros’un kimliğinde bize bu mesajı vermek istiyordur. İnsanlardan, toplumdan uzaklaşma hayat boyu olmamalıdır ancak. Uzlet bir varış yeri değil bir konaktır. Tıpkı kabrin geçici bir mekân olması gibi. Ramazan ayında itikâfa çekilme (son on günü ibadethanede yatıp-kalkma) gibi anlamlı ve belli bir müddetle sınırlanmalıdır.


Peki, böyle bir çekilme, uzaklaşma biz insanoğluna ne kazandıracaktır. Geri durma ve uzlet sonucunda insan içinden çıktığı topluma döner ve kazandığı manevi birikimi halkın içinde pratiğe aktarır. Diğer insanlarla müzakere, istişare ve tebliğ anlamında paylaşır. Dahası bu çileli ve tahammülfersa tecrübe insanı kibir ve dengesiz davranışlardan uzaklaştırır. Yani uzlete çekilme, aileden ve imtihanlardan bir kaçış değil, kendine gelme, yenilenme, enerji toplama ve potansiyel keremli varlık olma şuuruyla hareket edebilme sanatıdır. İnsanın günlük hayat içindeki alışkanlıklar, rutin işler ve kısır döngüden bir anlık sıyrılması, kendine gelmesi, geçmişini sorgulaması ve gelecek adına hayırlı planlar kurması için böyle bir tecrübeye ihtiyacı vardır. Tabiat içindeki hayat insanın yeryüzü ve gökyüzüne bakarak tefekkür etmesine imkân hazırlarken onu diğer canlılara karşı daha duyarlı hale getirir. Issız mekân içinde aslında yalnız olmadığını fark eder. Sessizliğin sesini ve ihtişamını duyar. Hele de uzlet insanın dua, tesbih ve zikirle kendini yenilediği ve bulduğu bir yerdir ki gerçekte ölmeden önce ölebilmenin alıştırmasının yapılabildiği bir mekândır.


Bizler birer albatros değiliz. Ancak kendi yaşamımızda sık sık bir yeniden doğuş süreci yaşamak zorunda kalırız. Kim bilir belki de bu bize altın tepsi içinde sunulan son bir fırsattır. Zafer uçuşunu gerçekleştirmek için, bize acı veren eski alışkanlıklarımızdan ve anılarımızdan kurtulmak zorundaysak eğer, neden kendimize bu fırsatı vermeyelim? Tövbe gözyaşlarıyla arınıp Rıza dairesinde yapacağımız amellerle hem geçmişteki hatalarımızdan kurtulacak hem de yeniden doğuşumuzun getireceği muhteşem dinamizmden ve metafizik gerilimden beslenebileceğiz. Ne dersiniz, denemeye değmez mi?


Osman Nuri HOŞDOĞDU

WordPress.com'da bir web sitesi veya blog oluşturun

Yukarı ↑