3. Yılın Kutlu Olsun Cizlavet(Editörden)/Mavi

Herkese Haziran sayımızdan merhaba.
Bu ayki başyazıyı sizlere Kanada’dan yazıyorum. Uzun bir kışın ardından baharı görmek, hemen sonrasında yaz aylarına adım atmak biz Kanadalılar için öyle bir şükür vesilesi ki…
Çünkü ben kendimi hep “Kanada’ya baharı, yazı getiren Mevlam her olmazı oldurur.” deyip teselli ederim.
Uzun bir süredir zaten var olan sıkıntılarımız ülkemizdeki büyük deprem felaketi ile ayyuka çıkmıştı. İçimizde biriken ne varsa, tuttuğumuz, ısrarla gözyaşlarına teslim olmadığımız, depremle birlikte sanki gönlümüzün demir parmaklıklarını yıktı geçti. Üzüntü, hüzün, depresyon, umutsuzluk, tutunacak bir dal bulamama… Hepsi sanki bir olup içimizdeki bize darbe yaptılar. Hiçbirimizde ne yazacak hal kalmıştı, ne de yazılanları paylaşacak derman. Ekipçe aldığımız bir karar ile yayınlarımıza bir ay kadar ara vermiştik. İyi de yapmıştık. Hem içimizde birikenleri yazmayı özlemiştik hem de siz değerli takipçilerimiz ile yazılanları paylaşmayı. Yayımladığımız Mayıs sayısı sonrası Haziran ayı bize ne getirir bilinmez. Lakin ben her gece umudumu kaybetmiş bir şekilde uykuya dalsam da sabah çayımı demleyip gökyüzüne bakarken bardağımda biten çayımla birlikte aslında umudumu tazeliyorum.
Boşuna mı denmiş:
“Çay koy keçeli yeniden başlıyoruz.” diye…
Boşuna mı denmiş:
“Yok öyle umutları yitirip karanlıkta savrulmak. Unutma, aynı gökyüzü altında bir direniştir yaşamak.” diye.
Boşuna mı denmiş:
“Bin kez budadılar körpe dallarımızı
bin kez kırdılar.
yine çiçekteyiz işte yine meyvedeyiz
bin kez korkuya boğdular zamanı
bin kez ölümlediler
yine doğumdayız işte,  yine sevinçteyiz.
bitmedi daha sürüyor o kavga
ve sürecek
yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek!” diye…

Biz yazarlar acıyla, sevinçle, öfkeyle, aşkla, umutla besleniriz. Üç yıldır #yazdostum diye başladık bu güzel yolculuğumuza. Günlük yayından aylık yayına geçtik. Mor oda şiir akşamları yaptık. Orada birlikte güldük, birlikte ağladık. Düzenlediğimiz “Cizlavet Akademi” ile yaklaşık on konuşmacımız ile kültür-sanat-edebiyat söyleşileri yaptık. Katılımcılarımıza sertifika verdik. Sosyal medya hesaplarımız aracılığı ile aylık yayımlanan eserlerimizin tanıtımlarını yaptık. Bazılarına gönüllü olarak yapılan seslendirmeler ile klipler hazırlayıp YouTube kanalımızda paylaştık. Yine aynı kanalımızda film analizleri, şiir sohbetleri, sesli yazılar yayımladık.
Aylık sayılarımızda yayınladığımız kapaklara yeni boyutlar getirip hareketli kapak fikrimizi hayata geçirip bir ilke imza attık. Gelişen teknolojiyi edebiyat ile birleştirerek geçen ayki kapağımızı yapay zeka ile tasarladık.

Ekibimiz ile her ay gelen eserleri yazarının ismi olmaksızın değenlendirmeye alıyoruz. Yani Cizlavet genel yayın yönetmeni dahi olsanız isimsiz olarak değerlendirilen eseriniz eğer kuruldan geçmezse yayımlanmaz. Böyle de adil ve titiz bir çalışma ekibimiz var arka planda.
Eş başkanlık sistemi ile sevgili Derya Hekim ve Gökhan Bozkuş önderliğinde tüm ekip arkadaşlarıma gönüllü olarak yaptığımız tüm Cizlavet işlerimizdeki gayretlerinden ötürü teşekkür ediyorum. Yeri geliyor hararetli tartışmaların içinde buluyoruz kendimizi, yeri geliyor düşen motivasyonumuzu birlikte ayağa kaldırıyoruz. Bizdeki bu ekip samimiyetinin sizlere de geçtiğine inanarak Haziran sayımıza ve içine girmiş olduğumuz 4. Yılımıza merhaba diyorum.
#yazdostum diyerek bizler hep burada sizlerle olmaya devam edeceğiz ta ki “Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek!”.

Cizlavet Sosyal Medya Koordinatörü ve Tasarımcısı
Mavi

3. Yılın Kutlu Olsun Cizlavet

Herkese Haziran sayımızdan merhaba.
Bu ayki başyazıyı sizlere Kanada’dan yazıyorum. Uzun bir kışın ardından baharı görmek, hemen sonrasında yaz aylarına adım atmak biz Kanadalılar için öyle bir şükür vesilesi ki…
Çünkü ben kendimi hep “Kanada’ya baharı, yazı getiren Mevlam her olmazı oldurur.” deyip teselli ederim.
Uzun bir süredir zaten var olan sıkıntılarımız ülkemizdeki büyük deprem felaketi ile ayyuka çıkmıştı. İçimizde biriken ne varsa, tuttuğumuz, ısrarla gözyaşlarına teslim olmadığımız, depremle birlikte sanki gönlümüzün demir parmaklıklarını yıktı geçti. Üzüntü, hüzün, depresyon, umutsuzluk, tutunacak bir dal bulamama… Hepsi sanki bir olup içimizdeki bize darbe yaptılar. Hiçbirimizde ne yazacak hal kalmıştı, ne de yazılanları paylaşacak derman. Ekipçe aldığımız bir karar ile yayınlarımıza bir ay kadar ara vermiştik. İyi de yapmıştık. Hem içimizde birikenleri yazmayı özlemiştik hem de siz değerli takipçilerimiz ile yazılanları paylaşmayı. Yayımladığımız Mayıs sayısı sonrası Haziran ayı bize ne getirir bilinmez. Lakin ben her gece umudumu kaybetmiş bir şekilde uykuya dalsam da sabah çayımı demleyip gökyüzüne bakarken bardağımda biten çayımla birlikte aslında umudumu tazeliyorum.
Boşuna mı denmiş:
“Çay koy keçeli yeniden başlıyoruz.” diye…
Boşuna mı denmiş:
“Yok öyle umutları yitirip karanlıkta savrulmak. Unutma, aynı gökyüzü altında bir direniştir yaşamak.” diye.
Boşuna mı denmiş:
“Bin kez budadılar körpe dallarımızı
bin kez kırdılar.
yine çiçekteyiz işte yine meyvedeyiz
bin kez korkuya boğdular zamanı
bin kez ölümlediler
yine doğumdayız işte,  yine sevinçteyiz.
bitmedi daha sürüyor o kavga
ve sürecek
yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek!” diye…

Biz yazarlar acıyla, sevinçle, öfkeyle, aşkla, umutla besleniriz. Üç yıldır #yazdostum diye başladık bu güzel yolculuğumuza. Günlük yayından aylık yayına geçtik. Mor oda şiir akşamları yaptık. Orada birlikte güldük, birlikte ağladık. Düzenlediğimiz “Cizlavet Akademi” ile yaklaşık on konuşmacımız ile kültür-sanat-edebiyat söyleşileri yaptık. Katılımcılarımıza sertifika verdik. Sosyal medya hesaplarımız aracılığı ile aylık yayımlanan eserlerimizin tanıtımlarını yaptık. Bazılarına gönüllü olarak yapılan seslendirmeler ile klipler hazırlayıp YouTube kanalımızda paylaştık. Yine aynı kanalımızda film analizleri, şiir sohbetleri, sesli yazılar yayımladık.
Aylık sayılarımızda yayınladığımız kapaklara yeni boyutlar getirip hareketli kapak fikrimizi hayata geçirip bir ilke imza attık. Gelişen teknolojiyi edebiyat ile birleştirerek geçen ayki kapağımızı yapay zeka ile tasarladık.

Ekibimiz ile her ay gelen eserleri yazarının ismi olmaksızın değenlendirmeye alıyoruz. Yani Cizlavet genel yayın yönetmeni dahi olsanız isimsiz olarak değerlendirilen eseriniz eğer kuruldan geçmezse yayımlanmaz. Böyle de adil ve titiz bir çalışma ekibimiz var arka planda.
Eş başkanlık sistemi ile sevgili Derya Hekim ve Gökhan Bozkuş önderliğinde tüm ekip arkadaşlarıma gönüllü olarak yaptığımız tüm Cizlavet işlerimizdeki gayretlerinden ötürü teşekkür ediyorum. Yeri geliyor hararetli tartışmaların içinde buluyoruz kendimizi, yeri geliyor düşen motivasyonumuzu birlikte ayağa kaldırıyoruz. Bizdeki bu ekip samimiyetinin sizlere de geçtiğine inanarak Haziran sayımıza ve içine girmiş olduğumuz 4. Yılımıza merhaba diyorum.
#yazdostum diyerek bizler hep burada sizlerle olmaya devam edeceğiz ta ki “Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek!”.

Cizlavet Sosyal Medya Koordinatörü ve Tasarımcısı
Mavi

Altını Çizdiklerim / Mavi


Çok merak ediyorum, bir kitabı onlarca kişi altını çizerek okusa ve bu elden ele dolaşarak, altı çizilerek
okunmaya devam etse acaba kitapta yine de altı çizilmemiş, bir gönüle dokunmamış cümle kalır mıydı?

İmkanım olsa sahaflardan fazlasıyla ikinci el kitap alıp okumak isterdim. Psikoloji benim özel ilgi
alanımdır bilen bilir. Stadyumlara gidip maç izlerken insanların gol anındaki sevinçlerini izlemek uğruna
çok golleri kaçırmışımdır. Her insan bambaşka gösterir gol sevincini. Kimi küfreder, kimi sevinçten
havaya zıplar, kimi sessizce el hareketi ile ‘’işte bu!’’sevinci yaşar. Düşünsenize koskoca statta insanlar
hiç tanımadığı birine sarılarak büyük sevinçler yaşıyor. İşte ikinci el kitaplar da öyle. Kitabı alıyorsunuz
elinize. Okuyan kişi kitabı kim bilir nerede okudu ve şuan siz yine kim bilir o kitabı alıp dünyanın
bilmem hangi şehrinde okumaya başlıyorsunuz. Tam bir yeri çizecekken aslında aynı duyguları hisseden
biri sizin yerinize o cümlelerin altını çizmiş. Sizinle aynı hisleri hissetmiş, aynı duyguları paylaşmış.
Kitabın sizden önceki okuyucusu hakkında tek bildiğiniz ilk sayfaya yazılıp sonradan okunmayacak
şekilde üstü çizilen bir isim ve soyad. Okuyucunun ne cinsiyeti belli, ne yaşı, ne işi ne de psikolojik
durumu. Ve siz o altı çizili cümleleri okudupunuz an dünyada en azından bir kişi ile aynı duyguyu
paylaşmış olmanın mutluluğunu yaşıyorsunuz. Herkesin kendi fikrini empoze etmeye çalıştığı, kendince
ayrık ot olan veya fikrini beğenmediği için yanlış olduğunu düşündüğü sesleri kısmaya çalıştığı bir
dünyada siz hiç tanımadığınız birisi ile aynı cümleyi okuyup aynı satırlarda hemfikir olup altını
çiziyorsunuz. O kadar da abartılacak bir olay değil canım, büyütme demeyin. Bence bu muazzam bir
şey.Hani Nazan Bekiroğlu demiş ya: ‘’Birine altı çizili kitaplarınızı vermek, yaralarınızı emanet etmektir
bir bakıma.’’ diye.
Kitaplarda çizdiğimiz yerler aslında tam da yaralarımız, içimize dokunan, kalbimizden vuran veyahut
kulağıma küpe olsun dediklerimiz değil midir? İçi altı çizili cümlelerle dolu olan bir kitabı elinize alsanız,
sadece o çizili olan cümleleri okusanız emin olun okuyucu hakkında çok şey öğrenmiş olursunuz. Hiç
konuşmadan size yaşamının anahtarlarını teslim etmiştir artık. Benim olmuştur mesela bu düşünceyle
tanıdık veya tanımadık birisine kitabımı vermeden önce şöyle bir sayfalara göz atarım, çizdiğim yerleri
okurum tekrar.
Velhasıl, ikinci el kitap ne kıyafete benzer, ne de başka bir eşyaya. İkinci el kitap özeldir. Kıymet bilene
teslim etmek gerekir. Hiç tanımadığın birisinin ikinci el kitabını okumak da bu yüzden keyiflidir.
Tanımazsın, bilmezsin. Gizlilik bir bulmaca çözme hissi veriri o an. Okudukça çıkarımlar yapar hem
kitaptan keyif alırsın hem altını çizen hakkında ip uçları yakalayıp hiç tanımadığın biri ile aynı fikirde
olmanın veya zıt düşünmenin kavgasız gürültüsüz keyfine varırsın

Gizli Özne / Mavi

Sen benim duygularımı sakladığım mahzenimsin
Ne zaman yağmur yağsa
Veya bir şimşek çaksa
Apansız
Ürkütürcesine
Yüzün gelir önce aklıma
Ve ellerin
Sonra
Sonrası yok bu gelişin
Lakin bir şimşek hızıyla gidişi var aklımın
Öyle hızlı
Öyle zamansız
Öyle apansız
Öyle tedirgin
Tüm duygularımı altüst edişi
Ve senin o mahzende herkesten gizlenişin
Yine de aklıma geldiğin her anı sevişim

Sen benim duygularımı sakladığım mevsimimsin
Kışın tatlı tatlı yağan karda
İlkbaharda yeni açan çiçekte
Taze Çimen kokusunda
Ve dahi tropik bir ülkenin aşık ıslatan yağmurlarında
O yağmurla gelen toprak kokusunda
Yazın güneşin kavurucu sıcağında
Sonbaharda dirilişi bekleyen ölü yaprak bekleyişinde
Sen o mevsimlere gizlenmiş her duygunun tam da merkezinde

Sen benim duygularımı sakladığım rengimsin

Kızgınken sinirli bir boğanın timsali olan kırmızıda
Gecenin sessizliğinde, gökyüzünün koyu mavisinde
Sonbaharda yaprakların yeşilinde, kahvesinde
Gün batımının en göz alıcı turuncusunda
Sana Türkçe renkleri öğrettiğim bir kampüs bahçesinin aşk kokan renginde
Senden yadigar kalan heveslerimi
Gökkuşağının bütün renklerinde sakladığımsın

Sen benim duygularımı sakladığım mazeretimsim
On yıl da geçse yirmi yıl da otuz da
Bir merhabasına aldandığımsın
Senden gayrı gelen her selama yüz çevirişim
Seneler sonra gözümden akmaya sebep gözyaşımsın
Sen benim oturup, birlikte bitirmeye ant içtiğim ödevim gibisin
En çok zorlandığım
Fakat aslında konuyu en iyi bildiğim
Hocanın sınavda kitabın neresinden sorarsa sorsun
Gözüm kapalı kağıda yazdığım cevabım gibisin.

Sen benim duygularımı sakladığım,
Diyar diyar içinde gezindiğim ülkem gibisin
Pasaportsuz, vizesiz ve biletsiz girip çıktığım yer
Dilini bilmediğim coğrafyalarda gezinme sebebimsin

Sen benim her kitabın arasına koyduğum ayracım,
Satırlarda aradığım isim
Hikayelerde gördüğüm gizli öznem gibisin
Sen benim duyduğum en naif dil

Sen benim gördüğüm en anlamlı göz
Sen benim gördüğüm en güzel yüzsün

MAVİ

Acaba / Mavi

Siz hiç acabaların içinde sıkışıp kalmışlık hissini yaşadınız mı?

İnsan ne bir aksiyon alabiliyor ne de çaresizce oturup hayatına devam edebiliyor. Kafamın içinde bitmek bilmeyen bir ikilem arasında yaşamak hayatımın bir parçası haline geldi. Sabah onunla uyanıyorum, öğle yemek niyetine onu tadıyorum. Ara öğün olarak onu düşünüyorum. Gece, hele ki ah gece. İnsanın sorularıyla baş başa kaldığı yegane zaman dilimi…

Hal böyle olunca epeydir her zamankinden fazla konuşur oldum kendimle. İyi ki bir de psikoloğum oldu bu zaman diliminde. Bugün dedi ki: ”Hâlâ bahsi geçince kendini tutamayıp ağlıyorsun.” Üzerinden onca zaman geçse de muallakta kalan, çözüme ulaşmayan, aslını öğrenemediğin her şey insanın canını acıtıyor. Ben ki bu yaşıma kadar hiç bir konuda muallakta bırakmadım kendimi. Kestirip atacaksam da konuştum, konuyu bir sonuca bağladım öyle kapattım zihnimde. Ama şimdi öyle mi? Doluya koysan almıyor, boşa koysam dolmuyor. Düşün Allah düşün. Var mı bir çıkış yolu? Benim bildiğim yok. Eee ne yapacağız? Düşünmeye devam…Peki ama nereye kadar? Bilmiyorum. Rüyalarımda bile bir sonuca vardırdığım konu gerçek hayatta hep muallak.

Şarkıda diyor ya kendime yeni bir ben lazım diye. Benim kendime yeni bir ben oluşturmam gerek. Yeni bir şehir, tanımadığım insanlar, bilmediğim ve aşina olmadığım bir sahil kasabası. Çok mu şey istiyorum? Belki de evet… Peki bu zihinle nereye gitsem kafamdaki sorular benimle gelmeyecek mi? Çocuk mu kandırıyordum yoksa kendimle dalga mı geçiyordum? Çıkmaz bir sokaktayım işte. Bu yolun ne ilerisi var ne de geriye dönüp aynı yolu yürüyebiliyorum. Ne yapmalı insan böyle durumlarda bilemiyorum ve ilk defa çözümsüz kalıyorum.

Velhasıl…Ben çok yoruldum… İnsan bazen kafasını çıkartıp bir yere bırakıp onsuz da devam edebilmeli yoluna. bakın yine çok şey istedim.

Neyse neyse… Buraya şiir okumaya, hikaye okumaya geldik. Senin derdini mi dinleyeceğiz denmeden ben içimdekileri buraya bırakıp gideyim. Hani eskiden gazetenin birinde dert dinleyen bir köşe yazarı vardı. Okuyucu derdini yazar, o da köşesinden cevap verirdi. Ne bileyim işte aynı durumda olan varsa bir çare bulunur belki diye sizi aracı etmiş oldum. Hayat hep şiir okuma havasında geçmiyor işte. Edebiyat bir yandan da derdini anlatabilme sanatı değil midir? Bu sözlerimle de Cizlavet yayın kurulunu yazımın heyetten geçmesi adına ikna etmeye çalışıyormuşum gibi algılamayın lütfen. Sadece bir bakış açısı sunuyorum diyelim ve geçelim.

Şu andan itibaren kendime nur topu gibi bir dert daha edindim… Acabaların sonu bitmiyor işte. Şimdi de acaba bu ay yazım yayımlanacak mı derdine düşeyeceğim…

Acabalarınız bol olsun diyeceğim ama beddua gibi bir cümle olacak. Acabasız kalasınız mı desem. Her neyse Allah herkese çözüme kavuşturacağı dertler versin deyip gideyim.

4.5 Dakika / Mavi

Tatlı bir huzur kaplamıştı içini. Gözlerini açsa sanki bitecekti bu güzel an. Gerçek miydi yoksa rüyada mıydı biran emin olamadı. Dinlemeye devam etti. Harika bir melodiydi bu. Hem tanıdık, hem içini kavuran hem de huzur veren. Ara ara kendini yoklamayı ihmal etmiyordu. Rüya da mıydı yoksa gerçek miydi hala anlayamıyordu. Müzik dinlemeyi hep sevmişti. Onun için kendiyle baş başa kaldığı, kimi sözlerde kendini bulduğu, bazen isyan bazen sevgi bazen de nefrete açılan bir kapıydı müzik. Hoş hayatında nefret hissi uyandıran kimse olmamıştı şöyle bir düşününce. Nefret boyutuna eriştirecek kadar kimseyi tutmazdı hayatında. Ama bu melodi gecenin bu saatinde bambaşka bir tat vermişti O’na. Dinlemeye devam etti. 4.5 dakika uzadıkça uzamış tatlı bir huzur kaplatmıştı içini. Şarkının sözlerini duymuyordu. Gecenin bir yarısı melodi vurmuştu onu tam da kalbinden.

Rüya…Melodi… Uyku hali… Nerdeyim diye düşündü biran. Açtı gözlerini. Saat gecenin bir yarısı olmuştu. Peki bu müzik nereden geliyordu bu saatte. Sonra düşündü biran. En son telefonunda kızının uyku saatinde açtığı masallar geldi aklına. Belli ki masallar bitmiş, playlist kafasına göre takılırken efkarlanıp bir de Zeki Müren çalmak istemişti. Sözlerini kişilik olarak tasvip etmese de dinlemeye doyamadığı şarkılardandı bu.

“Sensiz bir dünyadayım
Gerçekten uzak bir rüyadayım, muhtacım
Beni sensiz dünyadan
Sonsuz rüyadan uyandır da git, muhtacım” diyordu Zeki Müren…

Şimdi rüyada mıydı hala yoksa gerçek dünyada mıydı bilemedi. Şarkının sözleri tam da bu ikileme tevafuk etmişti. Gerçekten uzak bir rüya mıydı bu… Müziğin verdiği gecenin o saatindeki huzur kalbini ısıtmıştı. Gözlerinden akan birkaç damla yaşla kendine geldi. Yüzüne dokundu. Elleri ıslandı. Demek ki gerçeklikten o kadar da uzak değildi. Hatta gerçeğin ta kendisiydi yaşadığı o an.

Geceleri çokça uyanır olmuştu. Lise yıllarında walkmanin kulaklığını takar müzik dinleyerek uyuyakalırdı. Kim bilir kaç şarkı devirirdi o kulaklık uyku sersemi kulağından fırlayana kadar… Müzikle birlikte hayallere dalardı. Hayal kurmadan uyuyamazdı. Hatta hayal kurmak o kadar mühim bir işti ki onun için, gün içinde gece kuracağı hayali belirler sonra da biran önce yatakhanede tek özel alanı yatağı olan malikanesine geçer, battaniyesini kafasını örtecek şekilde çeker, küçük bir nefes alma payı bırakıp, güzel bir müzik eşliğinde hayalini kurmaya başlardı. Neresinde kaldığını bilmeden uyuyakalırdı çoğu zaman.

Üniversitede bu sevdası yine bitmedi. Genellikle sabahın 3’üne kadar oturur gecenin sessizliğini dinlerdi. Büyümüştü ya artık. Kendisine ait bir odası olmuştu nihayet. İnsanlarla muhabbeti severdi aslında. Neşeli ve esprili biri olarak tasvir edilirdi. Ama yine de kendisini insanlardan uzak tutmaya çalışırdı. İyi bir iletişim kurabildiğini düşünmezdi. Ya O insanları çabuk çözer, ne yapmaya çalıştıklarını anlar ve uzaklaşırdı, ya da insanları anladığını sanır, bu varsayımlarla uzaklaşırdı. Yalnızlığa alışanı kolay kolay sokamazsın insan içine. O yüzden uzak durdu hep ikili ilişkilerden. Hayatının bir döneminde ergenlerin kanka diye tabir ettiği bir arkadaşlık yaşamıştı. Sonrasında bu kankalıklarına bir kişi daha ilave olmuştu. 3 kişilik arkadaşlıkların sonu genelde hep hüsranla sonuçlanır ve bir kişi elenirdi içlerinden. Elenen kendisi olmuştu. Hiçbir şeyi kafasına takmamayı öğrenmenin ilk adımı olmuştu bu dost kazığı. Sonrasında bir daha ikili arkadaşlık kuramayacaktı. Daha doğrusu kurmaya korkacaktı. Çok yakın arkadaşlıkları oldu ama kimseye vazgeçemeyecek kadar bağlanmadı. Samimiyet kurdu, yakınlık duydu ama vazgeçmesini bildi. Kafaya takmadı. Bazen takmıyorum sandı ama kendini feci halde takmış buldu. O geçmişte kendini gezinir bulurken Zeki Müren şarkısına devam
ediyordu…

“Şimdi bomboş ellerim
Seni çağırır yaşlı gözlerim, muhtacım
Beni öldür öyle git
Yaşamak için senin sevgine, muhtacım”

Yaşamak için birisinin sevgisine muhtaç olmak dedi.. Zaaf mıydı, eksiklik miydi yoksa hastalıklı bir ruh hali miydi.. Yaşamak için birisinin sevgisine “MUHTAÇ” olma düşüncesi ağır geldi ona. Gitmek isteyen giderdi. Zorla tutmaya çalışırdın belki ama isteyen yine giderdi. Kendisi kalmak isterse kalırdı ancak bir insan bir insanda. Bu sebeple Git demek kolaydı insanoğlu için. Asıl
zor olan “GİTME, KAL” diyebilmekti. Bunu da sayısı çok az insan evladı yapardı. O da bana hiç denk gelmemişti.

4.5 dakika sanki geçmek bilmemişti. Zihni müzikle birlikte kendisine oyun mu oynuyordu yoksa… Bu şarkı bu kadar uzun, yaşadığı hayat ve anılar bu kadar sonsuz muydu… Zeki Müren devam ediyordu…

Gitme sana muhtacım… Kimse kimseye muhtaç olmasın bu hayatta ama sevenler değer verdiklerine GİTME demeyi bilseydi keşke dedi içinden… Bitmek bilmeyen şarkı bitti biranda gözünden akan son damla ile. Ve playlistten bir sonraki Zeki Müren şarkısı başladı çalmaya…

“Şarkılarla ağladık, şarkılarla güldük
Şarkılarda ayrıldık, şarkılarda üzüldük
Şarkılarda hayat, şarkılarda ölüm, olursa olsun
Ah, bu şarkıların, gözü kör olsun”

…..

Mavi

Bir Merhabanın Çok Görüldüğü Sanatçı: Ahmet Kaya/ Mavi

”Burada bu şarkıyı söylerken benim Türkiye’de yaşadığım bu zor günlerde bir merhabasını istediğim fakat o merhabayı benden esirgeyen ulusal alanda bu kaderi paylaştığım bütün arkadaşlarıma ve dostlarıma ince bir sitemdir. Umarım bunu anlarlar.” demişti Ahmet Kaya ve bir gece sabah dörtte yağmurlu bir havada Fransa’ya gitmek üzere çok sevdiği ülkesinden ayrılmak zorunda kalmıştı.

Sürgün hayatı yaşamak zorunda kalan bu kaçıncı sanatçı, şair veya vatanseverdi biz sayamadık. Nazım Hikmet’den tutun da Cem Karaca’sına, Mehmet Akif Ersoy’una kadar farklı fikirlerden aydın ve sanatçı kimlikleri ile ön plana çıkan bu kişiler hep bir vatan hasreti ile sınanmışlar.


Sürgün ve hasret çekmek her insanda ayrı bir boyutta yaşanırken Cem Karaca’da vatan hasreti:

”Geceleri ben adadan Bodrum’a bakardım
Işıkları ben görürdüm, oh be!
Türküleri ben dinlerdim
Gökyüzünü ben koklardım
Ve de nasıl özlerdim, oh be!Ben döneksem döndüm diye memleketime
Döndüm baba döndüm işte, oh be!”
dizeleri ile kalbinden kalemine dökülür.

Ahmet Kaya ise:
Yaz da olsa kış da olsa fark etmez. Ben geceleri çok üşüyorum. Sorun kalorifer sorunu değil, sorunum yorgansız oluşum sorunu da değil. Beni üşüten tek şey var; ben vatansızlıktan üşüyorum.” der.


Vatanını terkederken yazdığı meşhur şarkısının sözleri, sadece geçmişe değil günümüz dünyasına da
damga vurmaya devam etmekte:

‘İki damla gözyaşımla
Satıldım pazarlarda
Kırdılar yüreğimi
Kırdılar azarlarla
Sürgünlere yolladılar
Sabah dörtte yağmurlarla
Ben yandım
Siz yanmayın Allah aşkına’

Bir Direniş İnsanı: Ahmet Kaya

İşçi ve emekçi bir babanın beş çocuğunun en küçüğüydü Ahmet Kaya. Müziğe babasının aldığı bir bağlama ile başladı ve daha dokuz yaşındayken İşçi Bayramı’nda ilk konserini verdi. Hayatı boyunca ayrım yapmadan hak savunuculuğu yaptı. Ahmet Kaya’dan dinlediğimiz ve çok sonra aslında o mısraların ünlü bir şaire ait olduğunu öğrendiğimiz eserlerin sahibidir kendisi. Bazılarımızın belki de kendi ideolojisine ters düştüğünü düşünüp satırlarını okumayı reddettiği o meşhur şairlerin eserlerininin hiçbirini ayrı tutmadan besteledi Ahmet Kaya. Kimlerin şiirleri yoktu ki bu listede. Ahmet Arif, Attila İlhan, Ülkü Tamer, Nevzat Çelik, Hasan Hüseyin Korkmazgil, Can Yücel, Sabahattin Ali ve daha niceleri.

Ahmet Kaya’nın müzik hayatında ise öyle bir dönüm noktası var ki, tanınmamış iki şairi bulmasıyla birlikte hem kendi kariyeri hem de o şairlerin hayatları ayrı bir anlam kazandı. Evet, bilenlerin tahmin edeceği gibi eşi Gülten Hayaloğlu ve onun ağabeyi Yusuf Hayaloğlu’ndan bahsediyorum. Hayaloğlu kardeşlerin yazdıkları şiirler artık Ahmet Kaya’nın en önemli eserlerinin baş öznesi olmaya hazırlanıyordu.

Çoğumuzun dilinden düşmeyen Yüreğim Kanıyor, Hani Benim Gençliğim, Başım Belada,
Başkaldırıyorum, Adı Bahtiyar, İyimser Bir Gül, Dokunma Yanarsın, Biz Üç Kişiydik, Beni Vur,
Giderim, Yorgun Demokrat, Nereden Bileceksiniz gibi Ahmet Kaya’nın en hit parçaları Yusuf
Hayaloğlu’nun kaleminden çıkıp bestelenen şiirlerdi. Kıymetli eşi Gülten Hayaloğlu’nun eserlerine ise
”Şarkılarım Dağlara (1993): Ağladıkça
Yıldızlar ve Yakamoz (1996): Turuncu Gemi
Dosta Düşmana Karşı (1997): Korkarım, Ay Gidiyor
Hoşçakalın Gözüm (2001): Al Öfkemi” albümlerinde yer vermişti.

Geç Kalan Merhaba


Şimdilerde, seneler sonra benzer hayatları ve acıları yaşayanların dilinde Ahmet Kaya’nın şarkıları dolaşırken ve her geçen gün dinleyici kitlesi artarken, şarkılarını her dinlediğimde aynı soru gelir aklıma: 16 Kasım 2000 yılında vatan hasreti ile yanıp tutuşan ve albüm hazırlığı yaptığı sıralarda kalp krizi geçirip Paris’de sürgündeyken hayatını kaybeden Ahmet Kaya yaşıyor olsaydı, değişen neler olurdu acaba? Ya da sorumu şöyle sorayım: sizce aradan geçen yirmi iki yılda değişen bir şey oldu mu?

Komşusundan bir merhabasını esirgeyenlerle dolu etrafımız. Annesinin merhabasına muhtaç çocuklarla çevreli baktığımız her yer.

Tüm bu satırları yazarken tam da senin dediğin gibi ‘Gözüm yaşarıyor, yüreğim yanıyor… Olmasaydı
sonumuz böyle.”
diyorum.
‘Biri saksımızı çiğneyip gitti
Biri duvarları yıktı, camları kırdı
Fırtına gelip aramıza serildi
Biri milyon kere çoğaltıp hüzünleri
Her şeyi kötüledi, bizi yaraladı”

Bitmeseydi, bitmeseydi senin öykün böyle…


Ve sen Ahmet Kaya, gönlümüzde kırık bir elveda ile ayrıldın aramızdan 16 Kasım 2000 günü. Şimdi ben yine bir Kasım ayında Kanada’dan 22 yıllık vefa dolu bir özür ile sana ”Merhaba’‘ diyorum.

Bir kardeş selamında seni aramak var ya, kendine iyi bak, bizi düşünme…

Mavi

Şaire Mektup / Mavi

Eller yukarı sevgili şair! Şimdi tüm kızgınlıkları, kırgınlıkları, nedenleri, nasılları, acabaları, velhasıl birikmiş tüm hırçınlığını usulca yere bırak.

Ben ki az çekmedim senden, az da çektirmedim sana. Yine de kozlarımızı paylaşacak olsak terazinin bir tarafı ağır basar. Söyletme bana hangi tarafın ağır olduğunu, bilirsin işte sen.

Bu defa mektup yazasım geldi. Arka fonda Zeki Müren ”Kimi benim gibi sever gönülden, kimi senin gibi el olur gider” diyor, ”Dünyanın bir yazı bir kışı vardır, her yolun bir sonu bir başı vardır” diyor. Kafamı karıştırıyor nitekim. Arada durup bir bu şarkıyı mırıldanıyorum, sonra cümlemin kaldığım kısmına bakıp ne yazacaktım ben diyorum. Konudan konuya atlamayı severim, bilirsin işte sen…

Bu ara bolca şiir okuyorum geceleri. Şiir yazamadıkça daha da okuyasım geliyor. Bazen sesli, bazen içten ama her gece, düzenli. Nasıl bu kadar güzel şiir yazıyorsunuz siz şairler? Bazen bir satırı yüzlerce kez okuyasım geliyor. Tıpkı çok sevdiğim bir şarkıyı milyon kere bıkmadan usanmadan dinlemeyi sevdiğim gibi. Tıpkı yağmurda şemsiyesiz sırılsıklam olana dek tüm sokaklarda yürümeyi sevdiğim gibi. Evet, abartmayı da severim, bilirsin işte sen…

Sende ne var ne yok sevgili şair? Bilirim bazen atarlı giderli şiirler yazar, bazen o en sevdiğim çocuksu haline dönersin. Bilsen o hırçın, aksi insanı kaldırıp atınca içinden ne cevherler çıkar senden. Sen de öyle daha mutlusun da işte… İnsan şu hayatta kaç kişi için tüm yelkenlerini suya indirir ki? Kimi yalnızca bir kişiye, kimi de… Bilirsin işte sen…

Senin de bir kendini koruma kalkanın var içinde. Kızınca hırçın ifade, kıyamayınca masum çocuk beliriyor yüzünde sen farketmesen de. Hırçınlığında bir gülümsememe bakar bilirim. He he deyip gülme şimdi. Tecrübeyle sabittir bu dediğim. Boşa onca atıp tutmalar, küstüm oynamıyorumlu şiirler. Yapamayacağın hareketi çekme derler ya hani, bilirsin işte sen…

Sana en sevdiğim sonbahar şiirini okumak isterdim ama buraya yazayım, sen oku. Güzel de şiir okursun bilirim.

“Ve güz geldi Ömür hanım.
Dünya aydınlık sabahlarını yitiriyor usul usul.
İnsanın içini karartan bulutların seferi var göğün maviliğinde.
Yağmur ha yağdı ha yağacak.
İncecik bir çisenti yokluyor boşluğunu insan yüreğinin.
Hüznün bütün koşulları hazır.
Nedenini bilmediğim bir keder akıyor damarlarımdan.

Kalbimin üstünde binlerce bıçak ağzı…
ve yüzüm ömrümün atlası; düzlükleri bunaltı,
yükseklikleri korku, uçurumları yıkıntılarımla dolu bir engebeler atlası.
Yaşamak bir can sıkıntısı mıdır Ömür hanım?” diye soruyor ya Şükrü Erbaş bile. Her Eylül’ün birinde ilk okuduğum şiirdir bu. Bir de Ahmet Kaya’dan Her Eylül’e İsyan Gibi’yi dinlerim…

Bilirsin işte Ahmet Kaya sevdamı. Ve ben de bilirim Senin Ahmet Kaya sevdanı. Şükrü Erbaş’ın bile dünya aydınlık sabahlarını yitiriyor usul usul dediği şiirlerde ben artık umuda değil, gerçeğe sarılıyorum.

Çıkmaz sokaklarda şiir de tükendi sevgili şair, umut da. En haylaz yanımızın gitmeyi kafaya koyduğu bir zaman artık bizimkisi. Bilirsin işte sen…

Şairin artık demir almak günü gelmişse zamandan, meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan dediği limandan demirlerimi toplayalı çok oldu.


Bazen öyle bir esiyor geçmişe özlem, sonra bir başka şiirle sona eriyor. Zeki Müren’in ”Ah bu şarkıların gözü kör olsun” dediği gibi şiirlerin de gözü kör olmasın mı sevgili şair?

Yelkenleri suya indirdim, umutları tükettim, enseyi kararttım sanma, bilirsin benim ne inatçı ne isyankar olduğumu. Bilirsin değil mi? Bilirsin… Bilirim…
Benim umudum insanların birbirlerini çıkarsızca sevemeyişinde tükendi. Birbirlerine yetememelerinde, hep daha çoğunda gözlerinin olmalarında tükendi. Hani şiirde diyor ya:

“Yarı dalgalı olmamalı deniz. Ya durulmalı ya da kudurmalı. Sonuna kadar batmalı hançer ya da hep yerinde durmalı. Yarı gönül vermemeli insan ya sevmeli ya da terk etmeli….” diye. İşte bilirsin benim grim yoktur. Ya siyahımdır ya beyaz. Ya tamamımdır ya devam. Ya çok severim ya terkederim. Bunu da bilirsin. Bilirim…

Ne dersin şair? Her lafa verecek cevabın vardır ama bunu cevapsız bırak. Sen başka denizlere yelken aç bundan böyle.

Ne demiş Mevlana:
”Her gün bir yerden göçmek ne iyi.
Her gün bir yere konmak ne güzel.
Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş.
Dünle beraber gitti, cancağızım, Ne kadar söz varsa düne ait.
Şimdi yeni şeyler söylemek lazım.”
Bilirsin işte sen. Artık yeni şeyler söylemek lazım cancağızım.

Mavi

İzmir’in Dağlarında Çiçekler Açar / Mavi

Bir düğün hazırlığı için İstanbul’a gitmiştik. O zamanlar daha ufağım. Gelin-damat için kiralanan ev temizlenecek . “Bakkaldan bi klorak alıp da geliver” dedi annem. Evin en küçüğü olunca bakkala hep beni yollarlardı ama bu defa işler hiç umduğum gibi gitmedi.

Girdim bir Istanbul bakkalına, “abi 2 tane klorak verir misin?” dedim. Bir sessizlik; bakkal dükkanda onca şey satıyordu ama “klorak ne, nasıl bilmez?” diye içimden geçirirken bakkalın da o ara “Allah bilir çizgi filmin başından kaldırıp yollamışlar bu veledi, çocuk yolda unuttu kesin ne alacağını şimdi de sallıyor” diye düşündüğüne emindim ama ispat edemezdim. Kısa bir bakışmanın ardından yineledim cümlemi. Bakkal abi “o ne ki?” dedi. Dedim “klorak, klorak işte”. Temizliğe kullanılır ya. Adamın meraklı bakışları, “lan kaç yıllık bakkalım klorak da ne?” düşünceleri devam etti. Arkamdan çok şükür ki annem yetişti, “noldu bulamadın mı klorak?” dedi. “Hoppala, buyur buradan yak!” dedi bakkal. Sakalımız yok ki dinlensin. Annem temizlikti çamaşır suyuydu derken işi çözdüler ve biz klorak kelimesinin sadece İzmir’e has bir kelime olduğunu annemle birlikte o gün öğrenmiş olduk.

Ben, Mavi. İzmir delisi bir Bornova çocuğuyum. Yaşımın kaç olduğunu sormayın. İzmirliler hep gençtir, güzeldir, delidir ve ölümüne İzmir sevdalısıdır.

Baştan uyarayım, bu yazıda İzmir’e methiyeler dışında bir şey bulamayacaksınız. Eğer İzmir’i sevmeme gafletinde bulunduysanız tam olarak bu cümlede durabilirsiniz. Ama hiç tavsiye etmem. Zira ben size İzmir’i de sevdirmesini bilirim!

Biz İzmirliler yemeyi, yedirmeyi, içmeyi seven insanlarız (içmekten kastım içeceğin her türlüsü. Boşuna gavur İzmir dememişler ama ben yine de hakkımı ayrandan yana kullananlardanım). En önemlisi fazla cana yakın, hemen senli benli olan insanlarız. İçimiz kıpır kıpırdır bizim. Havanın sıcaklığının insanlara sirayet ettiği söylenir . Ha bir de İzmir’in havası kızları gibidir, sağı solu belli olmaz da derler ama neyse.

İzmir’e giderseniz ki gitmelisiniz, şehrimizin milli yiyecekleri kokoreç, midye, boyoz, kumru gibi önem arzeden, yemeden duramadığımız efsane tatlarımızı denemeden sakın şehirden ayrılmayın. Kendilerine has plaka oluşturan 35.5 Karşıyaka’ya uğrayın, Kordon’da deniz kokusunu içinize çekin, Kemeraltı’nda alışveriş yapın, saat kulesinin önünde biriyle buluşun, köklü üniversitelerimizi gezin, Göztepe’ye, Narlıdere’ye, Balçova’daki teleferiğe çıkın. Öğrenci ilçeleri Bornova ve Buca’ya uğrayın amma ve lakin İzmir’e gitmeden kısa bir sözlük çalışması yapmanızı tavsiye ederim zira bizim kloraktaki düştüğümüz duruma sizin bizim şehirde düşmenizi istemem.

Hani bir fıkra vardır ya:

Adamın biri “kurban” mevzuunu anlatıyormuş: “çocuğu olmayan Hazreti Davut, Allah’a dua etmiş, “Ya Rabbi bana bir kız çocuğu ver, onu sana kurban edeyim” demiş. Dua tutmuş, Davut, kızının adını Ayşe koymuş, gel zaman git zaman, çocuğun kurban edileceği zaman gelmiş, Hazreti Davut kızı yatırmış, tam boğazını kesip kurban edecekken, Azrail, gökten bir keçiyle çıkagelmiş, “kızı bırak, al bu keçiyi kurban et” demiş! Dinleyenlerden biri dayanamamış: “yahu bunun neresini düzelteyim; Hz. Davut değil Hz. İbrahim; kız değil erkek; Ayşe değil İsmail; Azrail değil Cebrail; keçi değil koç!”

Hah işte bunun gibi ben de hangi birini düzelteyim:

Çekirdek değil çiğdem

Elektrik değil asfalya

Domates değil domat

Mısır değil darı

Simit değil gevrek

İncir değil yemiş

Mutfak tezgahı değil bango

Çamaşır suyu değil klorak

Bilye değil meşe

Vallahi eminim daha çok kelime çıkar ama inanın ben de bilmiyorum aslında bizim bildiğimiz kelimelere siz ne diyorsunuz!

İzmir’e gidince insanları fazla samimi gördüğünüzde şaşırmayın. Dedim ya bizim insanımız sıcak kanlıdır ama isyankardır, biraz da kural tanımazdır. Özgürlüğüne düşkündür. Belki de bu sebeptendir ki en ateşli taraftar grupları da İzmir’dedir. Mesela küçüklüğüm Karşıyaka, Göztepe, Altay taraftarlarının çekişmeleriyle geçmiştir. Velhasıl bir maç izlemeden İzmir’den ayrılmayın.

İzmir başlı başına aşktır, bundandır ki İzmirli doğulmaz, İzmirli olunur. Bizim şehre gelip kendini oralı gibi hisseden çoktur. Türkiye’nin en nadide incisi, Ege’nin mavi sularının en güzel sahibi, uğruna bestelerin yapıldığı güzel şehir; dizilerin çekildiği, dağlarında çiçeklerin açtığı, altın güneşin orda sırmalar saçtığı, adını duyunca yüreğimin cız ettiği canım memleketim.

Bir gün bol şekerli çayımı Kordon boyunda gün batımına karşı birlikte yudumlayacağız. İşte o zaman İzmirim’in dağlarında çiçekler bir başka açacak.

Anlatsam Roman Olur – 2 / Mavi

Camdan oturmuş dışarıyı izliyordu kapının kilidinin açılışını duyduğunda. Aynı anda evlerinin yeni misafiri, onların deyimi ile minik kaptanın ağlama sesi duyulmuştu. Babası artık oğlu ya uyuyorsa diye zile basmayı bırakmış, eve anahtarıyla girer olmuştu. Eşi, ağlayan gözlerle kendisine bakan bu tatlı ufaklığı kucağına alıp derince içine çekti kokusunu. Hem eşinin hem de kendisinin aklında tek bir konu vardı bugün. Bekarken dört kez başvurup red aldığı Amerika vizesine bugün ilk defa aile olarak başvurmuşlardı. Kendisinin ise beşinci başvurusuydu bu. Senelerdir göremediği babasına ve annesine kavuşma umudu her seferinde bir sonraki başvuruya kalıyordu.

Tüm bu bekleyiş ve olumsuz cevaplar kalbine ağır bir yük bindiriyordu. Yine dalıp gitmişti evlerinin önündeki bahçe manzarasına. Kışı bazen çekilmez olurdu Kanada’nın ama yaşadıkları bunca zorluk ve ayrılıktan daha çetin değildi. Evlerinin üst katındaki boydan boya cam olan oda iki kişilik evlerinin oturma odası olmuştu önce. Misafirler bu odada ağırlanır, kahveler bu odada içilirdi. Pandemi zamanı da olsa geleni gideni çok olmuştu. Annesiz-babasız tek başlarına evlenmiş, ne kına gecesi ne de düğün yapabilmişlerdi. Pandemi durulunca önce oralarda meşhur olan baby-shower partisi yapmışlardı onlara sürpriz, sonra kına gecesi. Hamileyken kına gecesi yapılan belki de dünyadaki tek gelindi. Ne var ki, annesi ile babası tüm bunları kameradan izleyebilmişti gözyaşları içinde. Ailesi Kanada’ya gelemiyor, ona da Amerika vizesi çıkmıyordu. Tüm hayat hikayesi film şeridi olup zihnine akarken, eskiden oturma odası olan bu oda evlerine neşe olan babasının minik kaptanının olmuştu artık ve en çok girip çıktıkları oda olmaya da devam ediyordu. Burayı bu kadar çok benimseyip dalıp gitmesi bundandı.

Vizeden alınan red cevabının arasından geçen süre zarfında ailesi tekrar tekrar üzülmesin diye onları yeni başvurularından haberdar etmeyi bırakmıştı. Her defasında ümitlenip tekrar bir yıkım yaşamak herkese ağır geliyordu. Evleneli tam iki buçuk sene olmuş, minik kaptan sekizinci ayına girmişti ki nihayet bir sonraki başvurularından güzel haberi almışlardı. Böylesine içinde çiçekler açtıran bir haber almayalı hayli zaman olmuştu. Sahi, insan ne yapardı bu kadar sevinince? Nasıl tepki verirdi? Sarıldı sımsıkı hayat arkadaşına. Bu şehirde birbirlerine hem eş hem en iyi arkadaş olmuşlardı. Hayata belki yenik başlamışlardı ama bu güzel haber ilaç gibi gelmişti ve belki de bir miktar unutturmuştu geçmişte yaşananları. Hemen minik kaptanlarına Kanada pasaportu için başvurdular. Artık vizeler tamam, pasaportlar hazırdı. Hala her şey rüya gibi geliyordu. Öyle böyle değil; yılların özleminin dineceği andı bu. Her gece kurulan hayaller, bir sarılma arzusu, baba omzuna başı koyabilme hasreti, gözlerine bakıp “iyiyim anne, seni özledim baba” diyebilmenin heyecanı. Valizler hazırlanıyordu gözyaşları eşliğinde, ama olsun bu seferkiler sevinçten, mutluluktan, heyecandan akıyordu. Anne ve babasına haber vermemişlerdi. Sürpriz yapmaya gidiyorlardı.

Oğulcanları biraz huysuzluk yapsa da kemer ikaz anonsuna açmıştı üçü de gözlerini. Hem heyecan hem minik kaptanın ilk uçuşu olması çok da uyutmamıştı onları yol boyu ama gelmişlerdi işte. Kalbi yuvasında annesini bekleyen yeni doğmuş serçe gibi atıyordu. Dile kolay, ömre bedel bir kavuşmaydı bu.

Uçaktan nasıl indiler, valizleri nasıl aldılar, pasaport kontrolünden nasıl geçtiler… Hepsi bir rüya gibiydi ve onun tek beklediği an anne babasının evlerinin ziline bastıkları andı.

Evet, haberleri yoktu kızlarının gelişinden. Bir anda mahalle bayram yerine dönmüş, ağlama sesleri mutluluk gözyaşlarına sahne olmuştu. Babası belirdi ilk kapıda. Sarıldı; bu sarılma öyle bildiğiniz bir sarılma değildi. Senelerin yükünü sırtından indirmiş, hıçkırıklarla babasının omzuna yaslamıştı kafasını. Baba dağdı, özlemin iki eşit parçaya bölündüğü tarafın biriydi. Sonra annesi belirdi kapıda…

Dilinden sürekli olarak dökülen tek bir cümle ayrı geçen tüm yılların özeti gibiydi: “Siz gerçek misiniz ya? Siz gerçek misiniz?”.

WordPress.com'da bir web sitesi veya blog oluşturun

Yukarı ↑