Kitabımla İlgilenmedi / Gökhan Bozkuş

Bu yazımda sizlere edebiyat tarihimizden bir kesit sunacağım. Yer yer hayatımıza dokunanlara değineceğim. Dokunuşlar yaparız ve fark etmeyiz çoğu zaman. Birileri o dokunuşla fark ederler kendilerine çarpacak kamyonu, kendilerine gelirler de kurtulurlar ölmekten. Dokunuşlar yaparız fark etmeden ve uçurumun kenarında tutundu tutunacak , düştü düşecek bir yaprak misali meyuslara çarpar elimiz de görmeyiz onun zemine düşen bedenini. Hayatımıza olumlu ya da olumsuz dokunuşlarla girenler elbet olmuştur. Şimdi sizler okurken bunları,  kapatıyorsunuz birkaç saniyelik gözlerinizi ve hayatınızda önemli dokunuşları olan kişileri düşünüyorsunuzdur belki de…

Oğuz Atay denince akla gelen o meşhur eseri “Tutunamayanlar” nasıl bir dokunuşla yazıldı biliyor musunuz? Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam romanından geçen bir pasajdan esinlenerek yazmaya başlar. Ve küçük bir bölümün dokunuşu ile edebiyat tarihimize Tutunamayanlar girmiş olur. Görmüşsünüzdür kocaman bir ağacı ya da kayayı yonta yonta küçük ama eşsiz sanat eserleri ortaya koyan heykeltıraşları. Birkaç sayfalık bir dokunuşu özümseyerek ondan yedi yüz sayfalık bir roman çıkarma yeteneğini işitse Michelangelo , Auguste Rodin ya da Umberto Boccioni kim bilir şapka çıkarırlardı Atay’a. Peki Atay’ın romanda etkilendiği bölüm neresi?

“Dünyada hepimiz sallantılı, korkuluksuz bir köprüde yürür gibiyiz. Tutunacak bir şey olmadı mı insan yuvarlanır. Tramvaydaki tutamaklar gibi, uzanır tutunurlar. Kimi zenginliğine tutunur, kimi müdürlüğüne, kimi işine, sanatına. Çocuklarına tutunanlar vardır. Herkes kendi tutmağının en iyi, en yüksek olduğuna inanır. Gülünçlüğünü fark etmez. Kağızman köylerinden birinde bir çift öküzüne tutunan bir adam tanıdım. Öküzleri besiliydi, pırıl pırıldı. Herkesin, “- Veli Ağa’nın öküzleri gibi öküz, yoktur”, demesini isterdi. Daha gülünçleri de vardır. Ben, toplumdaki değerlerin ikiyüzlülüğünü, sahteliğini, gülünçlüğünü göreli beri, gülünç olmayan tek tutamağı arıyorum.”

Bu bölüm ve birkaç pasaj daha adete bir elektrik gibi çarpar Atay’ı ve yazılır Tutunamayanlar.

Çok şey vardı anlatılacak. 

O yüzden sustum.

Birini söylesem diğeri yarım kalacaktı.

Sen duydun mu sustuklarımı?

Diyen Oğuz Atay Tutunamayanlar basılır basılmaz ilk olarak Yusuf Atılgan’a gönderir kitabını. Ama aradan günler, haftalar, aylar geçer ama bir cevap gelmez Atılgan’dan. Gönül koyar ve bir arkadaşına “kitabımla ilgilenmedi” der.

Yusuf Atılgan bunu Oğuz Atay’ın vefatından sonra öğrenir:

“Tutunamayanlar’ı çok beğenmiştim ama böyle bir kitabı yazan birinin benim yorumuma ihtiyacı olmadığını düşünmüştüm. keşke hayatta olsaydı da bunu kendisine söyleyebilseydim” demiş.

Yazının başında da dediğim gibi dokunuşlar yaparız fark etmeden de söylemez söyleyemez dokunduklarımız. Ve bize dokunanlar olmuştur kapatırken gözlerimizi nefesini duyduğumuz.

Yazıyı bana mısraları ile çok dokunan şair dostum Farzımuhal’in kitabı Süresiz Eylem ’inden bir şiirle bitirmek istiyorum.

İçindeki buhranı bilemez karanfiller

Nergislerin sevdası geçmez dil çarşısında

Pusu kurmuş bağrına yolsuz kalmış sefiller

Diz çökmeni isterler nadanın karşısında

Sanma kurnaz tilkiler yoldaş olurlar sana

Sanma beyaz katarlar koğuşta süveydana

Sıkıldın biliyorum karanlık dekorlardan

Ağladıkça can parçan, ciğerin olur pare

Bir fısıltı yayılır nemli koridorlardan

“Bu çıldırtan halete figan yegane çare”

Sanma ahraz ozanlar türkü yakar sevdana

Sanma poyraz dokunur sine-i rüveydana

Kırlangıç ürpertisi ruhunda devşirdiğin

Karanlık yolculuklar göç hikayene tema

Bir avuntu çorbası döşünde pişirdiğin

Yıldızlardan firari yollara düşmüş lem’a

Sanma burulur dilin yare şiir yazarken

Sanma sorulur halin perperişan gezerken

Ümit asil bir gömlek, kutlu bir elbisedir

Bilerek giymelisin, ondan bu haykırmalar

Yanağına yakışan ıslak kızıl busedir

Ayağının altına sergi olsun sırmalar

Sanma durulur deniz, henüz vakit çok erken

Sanma kavrulur tenin, fırtınalar koparken

Üşürsün Bazen / Gökhan Bozkuş

Üşürsün Bazen

Mevsimlerin ve bulunduğun kıta ya da yarımkürenin hiç önemi yok. Çölün ortasında ya da Akdeniz’in masmavi sularının kenarında da olsan üşürsün. Mezarının üzerinde :
Yurdumdan uzak
Yağmurlar içindeyim
Akşam oldu
Sürgün
Susuyor , yazan Ahmet Kaya’ nın ölmeden önce

Fransa’da yaşıyorum
Geceleri çok üşüyorum
Sorun kalorifer değil yorgansızlık hiç değil
Ben vatansızlıktan üşüyorum, dediği gibi üşürsün. Vatanından uzakta ya da vatanında olsan bile üşürsün bazen.

Titrer kolların, kontrol edemezsin dudaklarını. Kalbin; sabah seni uyandırmak için bir sağa bir sola sallanan çalar saat misali , kabuğunu kırmak isteyen bir civcivin yumurtayı içten gagalaması gibi göğsüne vurur da üşürsün bazen.

Bedenin değildir aslında donan. Canım ne kadar acıyorsa, sözüm o kadar üşüyor. Ömür Hanım diyen Şükrü Erbaş’ın başka bir şiirinde de
Durup dururken eriyor yakınlığın
Araya bilmediğim yollar düşüyor
Ipıslak dönüyorum bir uzun dalgınlıktan
Soluk soluğayım soğuk odalarda
Eğme kirpiklerini yüreğim üşüyor , dediği gibi bazen sözün bazen de konum detayını tam bilemediğin, en gelişmiş yapay zekaların dahi tespit edemeyeceği içinin derinliklerinde adeta küçücük bir adada sana el sallayan yalnızlığın üşür.

Üşürsün bazen…

Bayram gelir, bayram geçer. Sen Ankara sokaklarında yürürsün kilometrelerce uzakta tıpkı şair Kübra Aydın gibi. Anılar bir balçığın bedenini kendine çekmesi gibi çeker seni içine. Çocukluğun şairin dediği gibi uçurtma misali her daim gökyüzünde el sallar sana ve Birhan Keskin gibi

Sağımda kızgın kumlar gezdirdim
Solum üşüyor eski bir anıdan, dersin.

Bak bıyığım buz tuttu diyordu ya hani Ahmet Arif bir şiirinde. O da üşüyordu bulunduğu şehirde. Başka bir şiirinde de şerh ediyordu kendisini hani.

“Kimse tanıdığın gibi kalmıyor,
Bir gün bakıyorsun sıcacık,
Bir gün bakıyorsun buz gibi”

Anlayamamak , anlaşılmamak, anlamlandıramamak… Havada asılı duran bir balon gibi durmak… Ayakların bassa da bir toprağa, boşluğu hücrelerine kadar hissetmek… Bir şehir kadar kalabalıktır bazılarının yalnızlığı, diyen Cahit Zarifoğlu’na özne olmak

Üşürsün bazen…

Çıkarsın bir dağ başına,
Bir ağaç bulursun
Tellersin pullarsın
Gelin eylersin.
Bir de bulutları görürsün, bir de bulutları görürsün
Bir de bulutları görürsün
Köpürmüş gelen bulutları
Başka ne gelir elden?
Çın çın ötüyor yüreğimin kökünde şu dünyanın ıssızlığı
Tanrı kimsenin başına vermesin böyle bir yalnızlığı, diyen Yaşar Kemal de

Siz sakın sanmayın el vurdu bana
Öpmeye kalktığım el vurdu bana, diyen Ozan Arif de terlemiyordu.

“Zaman kısa, ben yorgunum, yol uzun” diyen Abdürrahim Karakoç da titriyordu Ahmet Kaya gibi. Şimdi mayıs gelmiş ya da haziran. Bayram gelmiş, bayram geçmiş ya da başka bir an. Umutlar eksilmese de kaleminde her an. Sararsın kollarını kendi bedenine. Oturursun öylece bir kenarda. Bakarsın gökyüzünün maviliğine. Kırparsın güneşten kamaşan gözlerini.
Ve sonra
Ve sonra
Ve sonra

Üşürsün.
Üşürsün bazen…

Acı Yaman / Gökhan Bozkuş

Tuttuğum el soğuk, duvarlar dümdüz
Acılar bende, enkazlar bendedir
Güneş doğmadan üzerime henüz
Oğullar da bende kızlar bendedir

Su dedi toprağın altında bir ses
Üşüyor ayaklar, bedenler bikes
Enkaz içinde mecalsiz bir nefes
Dokundu ruhuma gizler bendedir

Sürgün, ah sen ne zehirli bir aşsın
Sürgün, ah sen kime bir arkadaşsın
Sürgün, ah sen duvardan ağır taşsın
Geceler de bende, güzler bendedir

Bazen Adıyaman bazen Hatay’ım
Bazen Maraş’ta su bazen de çayım
Elbistan’da mont bazen de hırkayım
Omuzlar da bende, yüzler bendedir

Sürgün, ah sen ne zehirli bir aşsın
Sürgün, ah sen kime bir arkadaşsın
Sürgün, ah sen duvardan ağır taşsın
Geceler de bende, güzler bendedir

Kâh dağ başında harap bir evdeyim
Kâh umudun söndüğü bir perdeyim
Kâh yapayalnız kalmış bir dedeyim
Heceler de bende, sözler bendedir

Muhsin Bey’e / Gökhan Bozkuş

Kapı açık, pencere de

Hava eksi yedi derece

Sen geldin kelimelerinle

Nazik olacak gerçekten Aliler

Aliler Nazik olacak Muhsin Bey

Çiçekleri suladığını düşledim

En güzel kelimeler ve muhayyel 

En güzel dileklerin içinden 

Haroşa örgüsü gibi gün yine

Umudumdan döktüm umduğumdan

Muhsin Bey, Muhsin Bey insanlar

Seviyorlar galiba gürültüyü

Yağmura da aşina değil birçoğu

Oysa gözden akan su ile çeşme

Dereden çağlayan ile Dicle

Nasıl bir olabilir

Çiçekler galiba 

Yine ölmüş Muhsin Bey

Elimi bile sürmediğim bu çağda ben

Şakirlerin öldürdüğü gelinciklerle

Taşlar görüyorum içimde 

İnsanlar diyorum Muhsin Bey

Yuf içiyorum Ruhi’den 

Geldikçe aklıma yuf…

İkbaline idbarına yuf…

Farzımuhal tutuyor omuzlarımdan

Umut bir kuş diyor ve

Ve sus içiyorum Muhsin Bey

Mika suratlı bu dünyadan

Karıncaların aradığı suyu arıyorum güya

Yer çamur, gök çamur

Ezilenlerin ahıyla mağrur ekâbirler arasında

Müzeyyen Senar dinliyorum Muhsin Bey

Ateşi var dünyanın buzları eriyor 

Güle gül diyor insanlar

Gül-i rânâ’lar lugatte küf

Galiba ben en çok

Sabırdan yoruluyorum Muhsin Bey

Gökhan Bozkuş 

Kürtçe Bilmem mi Gerek / Gökhan Bozkuş

“Abi bu türküye ağlamak için Kürtçe bilmek mi gerek”  Yavuz Turgul’un yönettiği Şener Şen ve Meltem Cumbul’un başrollerinde oynadığı Gönül Yarası filminden bir replikle başladım yazıya. Filmde Aynur Doğan Kürtçe “Dar Hejiroke” şarkısını okumaktadır. Şarkıyı ağlayarak dinler Dünya (Meltem Cumbul)

Nazım (Şener Şen) : Kürtçe biliyor musun?

 Dünya: Hayır

 Nazım: O zaman niye ağlıyorsun?

 Dünya: Abi bu türküye ağlamak için Kürtçe bilmek mi gerek?

Çok severek dinlediğim şarkılardan ikisinden söz edeceğim.

   Kaç kez üst üste dinledim hatırlamıyorum. Bu şarkıda ruhuma iyi gelen bir şeyler vardı. Birkaç kelime hariç anlamını  bile bilmiyorum. Türkçesi “bir rüya” Arapça orijinal ismi “holm” Tunuslu sanatçı Emel Mathlouthi’yi dinlerken zannediyorsunuz ki bütün bir tarihin acıları, kederleri omuzuna konmuş söyleyenin. Bıkmıyorsunuz. Dinledikçe bir daha dinlemek istiyorsunuz bu şarkıyı. Sözlerini merak edip araştırınca daha bir güzel gelmeye başlıyor Holm. Sanatçı Tunus’un dışında çok sayıda Ortadoğu ülkesinde konser vererek sesini ve müziğini başta Nobel Barış Ödülü Töreninde sahne alarak Ortadoğu dışına da taşırmıştır. Holm (Bir Rüya) isimli şarkısını 2020 yılında tek ses, tek enstrüman olarak akustik gitar ve dizüstü bilgisayar ile kaydeden şarkıcının klip çalışması kısa süre içerisinde milyonlarca insan tarafından dinlenerek beğenilmiş. Hissedilerek yazılanın, hissesilerek söylenenin dünyanın öbür ucunda o sözleri hiç anlamayan birini etkileyebileceğine çok güzel bir örnek olan bu şarkının sözleri :

“Gözlerimi kapatabilseydim Rüyalar elimden tutup götürürdü

Yükselir, süzülürdüm yeni bir gökyüzünde

Kederlerimi unuturdum.

Hayalimde seyahat edebilseydim

Aşkın ve umutların yeşerdiği, acının dindiği

Saraylar ve geceler yaratırdım.

Yarattığımız her şeyi yok eden

Acımasız gerçeklerin bıraktığı

Zulüm, ızdırap ve çileyle gölgelenmiş

İnsanlar gördüğün bir dünya.

Bizi, düşlerimizi ezen

Tüm yürekleri karanlık ve aç gözlülükle dolduran

Zorbaların yükselen duvarlarını gördüğün bir dünya. “

Sareri Hovin Mernem

  Türkçesi Turnam Gidersen Mardin’e olarak bilinen bir Ermeni halk şarkısıdır Sareri Hovin Mernem. Ve Lena Chamamyan’ın sesiyle efsaneleşmiştir. Bir ağıt, bir yakarış, ürkek bir meydan okuyuş taşıyor bu güzide eser. Bu şarkıya ağlamak için Ermenice bilmeye gerek yok. Boğaza düğümlenen sözlerin, ağladın ağlayacakken tıkanan gırtlağındaki yanmanın, hasretin ve bu hasrete rağmen gayretle ayakta durmaya çalışmanın tercümana ihtiyacı yok.

İnsan kalabilenlerin kalbinden sızanlar hangi dilde, hangi dinde, hangi kültürde olursa olsun insan kalabilenin bamteline dokunur, dokunuyor, dokunacak.

Sareri Hoven Mernem pek çok müzisyen tarafından seslendirilmiş Ermenice bir ağıttır. Babası Maraşlı, anne ise Mardinli ve Diyarbakırlı Lena’nın; bir yanı Ermeni, bir yanı Süryani’dir. Suriye’de geçen çocukluğu bugün Paris’te bir sürgün hayatıyla devam etmektedir. Yersiz, yurtsuz olmuşluk sesine, yorumlarına buluşmaştır adeta. Sözlerini anlamasanız da insana bir hüzün bırakır…

Dağların rüzgarına öleyim
Yarimin boyuna öleyim
Bir yıldır ki görmemişim
Görenin gözüne öleyim

Durmuşum gelemiyorum
Dolmuşum ağlayamıyorum
Bir yıldır ki görmemişim
Görenin gözüne öleyim

Nehirler su getirmiyor
Yarimden haber gelmiyor
Kalbin soğumuş olmasın
Kalbinin yeli gelmiyor

Zweig’i Ararken / Gökhan Bozkuş

Kottbusser Damm’daki kütüphanedeydim. Raflarda titizlikle bir şeyi aradığımı ve bulamadığımı anlamış olacak ki görevli kadın yanıma geldi ve yardımcı olmak istediğini söyledi. Teşekkür ettikten sonra “ich suche Zweig” dedim. Zweig’i arıyorum. Görevli kadın benimle gelin lütfen derken benim zihnimde bir yazı konusu çoktan oluşmuştu bile. Ömrü arayışla geçen, hikayeler, romanlar, biyografiler yazan , kendi memleketinde anlaşılmayan ve nihayetinde sürgünü tadan Zweig’i arıyordum.  Ne tuhaf dedim kendi kendime. O da kendini arıyordu. Ülkesinden uzakta ülkesine ağlıyordu. Yanında biricik eşi ile bu acımasız dünyayı düşünüyordu , insanlığa ve ülkesine musallat olmuş diktatörün pervasız oluşunu,  zulmünü belki de. Satranç yeni bitmişti.  Ama Zweig’de derin yaralar. Bitmiyordu zulüm , gitmiyordu diktatör. Dinmiyordu masumların gözyaşları. Haykıramıyordu herkes onun gibi. Zehiri yutmuş ve karısı Lotte ile ele ele Brezilya’da bir yatakta ölüme gidiyordu. Kendini bulamamıştı o. Sorularına cevap bulamamıştı o. Ve ben şimdi onun yaraları ile taptaze yaralanmış olan ben… Onun sürgüne zorlandığı bir iklimde, bir kütüphanede, onun dilini konuşan bir hanımefendiye ‘ich suche Zweig’ diyorum. Ne tuhaf. Ben Zweig’i arıyorum diyorum. Bulabilir miyim bilmiyorum ama görevli kadın nazikçe sordu. Hangi dilden olsun Zweig. Almanca olabilir dedim. Kendi diliyle anlamak istiyorum onu çünkü.  Tuhaf bir şey oldu sonra. Sormadığım halde, bana isterseniz Kürtçe Zweig kitapları da var dedi. Maskemi hafif indirdim ve tebessüm ettim acı acı. Kürtçe benim ana dilim ama anlayamıyorum hanımefendi. Sadece anamın ‘ez kurban’ sözleri dil azığım olarak kaldı dimağımda. Şaşırdı ve tekrar sordu. Anadilinizi anlayamıyor musunuz , dedi. Uzun hikaye dedim ve onunla Zweig’in kitaplarının olduğu raflara doğru yürüdük.

Ne tuhaf bir dünya. Ne tuhaf zamanlar. Aynı dili konuştukların seni anlayamıyor ve sen uzak diyarlarda zihin sancıları içinde intihar edip giderken senden iki yıl sonra o gitmez yıkılmaz zannedilen diktatör ölüyor hem de bütün kirli sistemi ile birlikte…

Ne tuhaf onu bir de kendi diliyle okumak istiyorsun ve onun diliyle konuşan biri sana kendi dili ile konuşamayan sana bir tokat gibi hatırlatma yapıyor.  Ne tuhaf.

Gökhan Bozkuş

Alışıyor İnsan / Gökhan Bozkuş

  Kaldırımlara ürkek bir yabancının ayak basması nahifliğinde dokunan adımlar gibi düşüyordu yağmur taneleri. Onları yakalamaya çalışan minik, haylaz sarı sarı kedi yavrusu gibi görünen yerdeki yaprak denizi arasında yürüyordum Berlin sokaklarında. Seviyorum sonbaharı. Yağmuru, sararmış yaprakları, yağan yağmuru. Kasvetli bir havası var, diyor yeni gelenler. Maviye hasret kalıyoruz burada, diyorlar. Evet doğru. Alışıyor insan zamanla. Neye alışmıyor ki.. Berlin ve sokaklarına aşina olduğunuz Kürk Mantolu Madonna’da Sabahattin Ali de diyor ya: “İnsan tahammül edemeyeceğini zannettiği şeylere pek çabuk alışıyor ve katlanıyor.”

İnsancıklar isimli romanında Dostoyevski de “Fakat insan her şeye alışıyor” diyor. Alışıyor insan. Kapkara bulutlara da, mavisiz gökyüzüne de , yaprak denizine de alışıyor. İşte böyle bir sabah gözüme takılan bir yaprağın hikayesi yazdırdı bana bu yazıyı. Trene binmek üzereydim. Kapıya yakın olan adamın sağ ayağına ilişti gözlerim. Simsiyah botun arkasına dalından kopmuş ıslak bir yaprak adeta sarılmış da yolculuğa çıkmak istiyor gibiydi. Tutunuyordu simsiyah bota. Tutunmak istiyordu. Belli ki alışamamış o. Belli ki kaldırımlar ısıtmamış kurumak üzere olan damarlarını. Belli ki ağaca özlem dolu. Muhayyilemde istifhamlar… Zihnimde uçuk kaçık sorular . Düştü , tutunamadı o sarı yaprak , tutunamadı. Bir kuleden boşluğa kendini bırakan uykusuz gecelerimin öznesi, özneleri gibi bıraktı kendini. Herkes trende yer kapmaya çalışırken ben o yaprağa bakıyordum. Bırakmadım onu yerde. Bırakamazdım. O sadece bir yaprak değildi artık benim için. Yaprak evi dediğim defterime koyacağım. İçinde İstanbul’dan, Ankara’dan yapraklar da olan defterime . Tutunamayan bir yaprak üzerine çok şey yazmak, söylemek mümkün. Ama şimdi susma vakti. Heba romanının yazarı Hasan Ali Toptaş’ın dediği gibi. “Dünya çok gürültülü. Yeterince gürültülü.” Şimdi susma ve tutunamayan yapraklara kulak verme, onları dinleme vakti. Oğuz Atay şerh ediyor şimdi hissettiklerimi…

   Çok şey vardı anlatılacak. O yüzden sustum. Birini söylesem diğeri yarım kalacaktı. Sen duydun mu sustuklarımı.

Gökhan Bozkuş

Dengbejlerden Edip Cansever’in Karanfillerine / Gökhan Bozkuş

1941’de başlar Adana sürgünü Abidin Dino’nun. Yedi dil bilen , Cenevre’de doğan, Avrupa’nın farklı ülkelerinde eğitim gören Dino, paşa torunudur aynı zamanda. Kendisini sanat alanında çok geliştirmiştir. Avangart edebiyata ve sanata çok yakındır. Bu sürgünde tanışır Adana’nın kara kuru, zayıf, tek gözü görmeyen 17 yaşlarındaki delikanlısıyla. Çizdiği resimleri bu gence gösterir, onun yorumlarına göre bazılarını ön plana çıkarır bazılarını da yırtar atar. O delikanlının beğenmediği çizimler çöpe atılıyor, beğendikleri ise sergilere konuyordu. Ne Kübizm’i bilir, ne Ekspresyonizm’i ne de Emresyonizm’i o delikanlı. Ama fark etmiştir Abidin Dino o tek gözdeki cevheri. Alvarlı Muhammed Lütfi diyor ya hani “Cevâhir kadrini cevher- fürûşân olmayan bilmez”. İşte böyle bir cevher-füruşandır Abidin Dino. Zülfü Livaneli sordum bunu bir gün Yaşar abiye der. Öyle ya… Bu nadide zevk, bu estetik güven nereden geliyordu? Kim olsa merak eder. “Cığcık kilimlerinden” diye cevap vermiş. Cığcık nedir, diyebilirsiniz. Cığcık Kadirli’de Dokuz Bozdoğan köylerinden en kalabalık olanıdır. Adı da bu nedenle yerel Türkçe ağızda kalabalık anlamına gelen Cığcık’tır. Yaşar Kemal orada örülen kilimlerin motiflerini , köklerini, renklerini hafızasına büyük bir dikkatle kazımıştır. Tıpkı köy köy dolaşarak derlediği, klamları, hikayeleri, efsaneleri; dengbejlerin nefeslerini hece hece romanlarına yedirdiği gibi. Eylül ayı sayımızda başyazısını okuduğunuz yazarımız Mavi’nin bir cümlesi vardı. İnsan değer gördüğü yerde çiçek açar.

Yaşar Kemal’e değer veren, ondaki cevheri gören Abidin Dino onunla alakasını hiç kesmemiş. Türk ve dünya edebiyatına önemli katkılar sunacak olan Çukurova’nın bu delikanlısına hep destek olmuştur. Cığcık’ın ne olduğunu yazdım ama bazılarınızın zihninde “dengbej” sözcüğü takılmış olabilir. Dengbej nedir? Yaşar Kemal’i nasıl emzirmişler?


Kürt beldelerinde yaşayan halkların acıları, sevinçleri, türkülerin tanıdık sözleri ve şiirin yıpranmamış halini çıplak sesle dile getirenlere “dengbej” denilir. Deng ses demektir. Bej ise sese biçim verendir, sesi söyleyendir. Sese ruh kazandıran, sesi canlı hale getirendir. Sesi meslek edinmiş usta, mekânı ses olmuş insandır. Modern Kürt edebiyatının en önemli isimlerinden olan Mehmed Uzun’a göre dengbej;

“Dengbej, sese nefes ve yaşam verendir.
Dengbej , sesi kelam, kelamı kılam, türkü haline getirendir.
Dengbej söyleyendir, anlatandır.
Tıpkı yazılı edebiyatın ilk dengbeji Homeros gibi.
Yani dengbej; söyleyen, sözü nakşeden, belleği canlı, diri tutan, hatta bellek olandır.”

Homeros demişken Yaşar Kemal’in Kürtlerin Homeros’u dediği ve çok etkilendiği Evdal’den bahsetmek istiyorum. Evdalê Zeynikê’den… O da değer gördüğü yerde çiçek açanlardandır. O da değer verdiği için çiçek açtıranlardandır. Annesinin ismi ile anılan nadir ozanlardandır Evdal. 113 yıllık yaşamının 100 yılı babasız geçmiştir. Üç yaşındayken vefat eder babası. Bu yüzden annesi Zeyne’nin ismi ile anılır. Zeyne’nin Evdal’ı yani Evdalê Zeynikê dengbejlerin en meşhurudur. Evdal’in değer verdiği iki çiçekten bir Temmo diğeri de bir turnadır. Onun  ‘qulingamın’ dediği ve üzerine stranlar söylediği meşhur turnanın hikayesi ve Evdal’ın yanından ayrılışı bambaşka bir yere alır götürür insanlarımızı. .Turnayı yaralı,kanadı kırık bir şekilde bulan Evdal,onun arkadaşları tarafından kendisi gibi yalnız bırakıldığını anlar ve onu tedavi ederek bir bakıma kendi çaresizliğiyle özdeşleştirir. Gözlerini kaybettiği zaman hikayelerini anlattığı iki çiçektir Temmo ve turna.
İnsan değer gördüğü yerde çiçek açar, cümlesini tekrar hatırlatarak Edip Cansever’in en sevdiğim şiirlerinden bir bölüm ile yazımı bitirmek istiyorum. Yaşar Kemal olsun Evdal olsun , Abidin Dino’nun dokunduğu başka kalem olan Orhan Kemal olsun . Kendisine verilen değerle yeşeren çiçek açan onlar, yüzler, binler olsun. Hepsini birkaç mısrada özetliyor Cansever

“Sen o karanfile eğilimlisin, alıp sana veriyorum işte
Sen de bir başkasına veriyorsun daha güzel
O başkası yok mu bir yanındakine veriyor
Derken karanfil elden ele.
Görüyorsun ya bir sevdayı büyütüyoruz seninle
Sana değiniyorum, sana ısınıyorum, bu o değil
Bak nasıl, beyaza keser gibisine yedi renk
Birleşiyoruz sessizce. “

Gökhan Bozkuş

Gerçek Şiirin İzinde-2- / Gökhan Bozkuş

Şiir yazmak isteyen ya da yazmaya yeni başlayanlar için,  şiirin en güzel örneklerini vermiş olanlardan örnekler vereceğimi ilk yazıda belirtmiştim. Şiirleri dilden dile dolaşan şairlerden, şiirleri bestelenen, farklı dillere çevrilen şairlerden alıntılar yapacak ve onların şiire dair düşüncelerini ele alacağım. 

  Şiir nedir, sorusuna verilecek cevap; gelmiş geçmiş şair sayısı kadar farklı olacağı için bu sorudan önce “şiir neden yazılır, bir şair niçin şiir yazmak ister ?” sorularına cevap aramaya çalışalım. 

 

“elbette umutsuzluğa düşerim bazen

elbette umutluyum her zaman

neden yazılır bir şiir

neden okunur bunca yazı

çünkü nasıl aşılabilir başkaca

insanın karmaşıklığı” diyor Edip Cansever. 

 

Erbain isimli kitabına İsmet Özel ise aşağıdaki dizelerle başlar.

 

“Yaşamayı bileydim yazar mıydım hiç şiir?

Yaşamayabileydim yazar mıydım hiç şiir?

_Yaşama!

_Ya bileydim?

Yazar: Mıydım

Hiç: şiir. “   

 

Nobel Ödüllü Meksikalı yazar, şair Octavio Paz  “Şiir, üzerimizdeki örtüyü kaldırıp bize ne olduğumuzu gösterir ve bizi gerçekte olduğumuz şey olmaya çağırır” der. 

 

   Şairleri şiir yazmaya iten duygunun izini sürdüğümüzde şiir yolculuğumuzda çok tenha sokaklar aydınlanacaktır diye düşünüyorum. Herkesin yaşadığı ama kelimelere dökemediğini, herkesin hissettiğini ama boncuk misali dizemediğini sunar şairler. Peki neden şiir yazarlar ? 

Aykırı şiirlerin şairi Ece Ayhan : 

“Şiirimiz erkek emzirir abiler

İlerde kim bilir göz okullarına gitmek ister

Böylesi haftalık resimler görür ve bacaklanır abiler “  derken emzirmek imgesi ile şiiri nerelere koymuştur ?

 Yunus Emre’nin “Ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm” dediği gibi şairler şiirleriyle neye bürünürler?  Şairler şiirleriyle nasıl görünürler?

 Ünlü olmak, meşhur olmak için mi yoksa bütün o efsunlu dizeler? 

Yoksa bir kavganın, mücadelenin kılıcı mıdır insanı sarsan beyitler?

 

Sevgiliye söylenememiş yarım kalmış hecelerin kalpteki gölgelerinin kelimelere yansıması mıdır imgeler ?

 

  Şairler neden sığınırlar şiir kalesine ? Şairler mültecisi midir yoksa şiir ülkesinin. Eğer öyleyse neyden kaçarak iltica ederler ? Soruları art arda sayfalar dolusu dizmek, sıralamak mümkün. 

  Şairlerin kendi mısraları , kendi ifadeleri ile bu yolculuğa çıkalım istiyorum ki şiir yolculuğumuzda bize benzeyen portrelerin ellerinden tutalım. Tutalım ki ezberlenen mısraların attığı kalplerle kendi mısralarımızı buluşturalım. Buluşturalım ki gerçekten şiir yazıp yazmadığımızı anlayalım. 

  İlk yazıda da belirttiğimiz gibi herkesin yolu bir şekilde şiirle kesişmiştir bir dönem. Kolay mıdır peki “şair” sıfatını doldurmak ? İbni Haldun’a göre  “Söz sanatları arasında şiir, elde edilmesi zor bir melekedir.” İbni Haldun şiire sadece bir söz sanatı gibi yaklaşmaz. Ona göre şiir; bilginin, haberin, doğrunun, yanlışın ve hikmetin de kaynağıdır. Şiir, bütün bunları yine şiirin ilkelerine, kurallarına uyarak ifade eder. Nazan Bekiroğlu da merak etmiştir şairlerin neden şiir yazdıklarını. “Şairlerin neden şiir yazdıklarını, pelikanların yavrularını neden kanlarıyla beslediklerini anladığım gün anladım,” der.  Ece Ayhan’ın  “şiirimiz erkek emzirir” bakış açısına bir kadın olarak Nazan Bekiroğlu anne pelikan gözüyle bakarken Zülfü Livaneli şairi bir kavganın, mücadelenin dili olarak görür. Arafat’ta Bir Çocuk kitabında “Bir kavganın,bir mücadelenin, çiçek açan hayatın dilidir şiir. Kavganın içinde bir nabız gibi atar ve yüceltir onu” derken Cemal Safi; “Kavga ve savaşlarda önce şairler ölür.”  Der. Attila İlhan ise şairleri yaraları olan insanların nişanesi olarak görür. “Bazıları şiir sevmez, çünkü onların yaraları yoktur, yaraladıkları vardır.”  Şairler neden şiir yazarlar sorusunun peşine düşmüşken Charles Bukowski biraz karamsar bir pencere aralar bizlere. “Şiir yazmanın insanı uçurumun kenarına sürükleyen bir yanı var. “  

       Gerçek şiirin peşine düşen izciler olarak bu mecrada en güzel örnekleri vermiş olanları tanımamızda, onları anlamamızda çok fayda var. Bu yüzden onların şiiri neden yazdıklarını, şiirde hangi manayı buldukları önemli. Yaraları olanlar şiirleri sever diyen Attila İlhan “Sanıyorlar ki, ağırlığı bu coşkuya verirlerse, ortaya has bir şiir çıkar. Yanılıyorlar. Şiir, heyecanla aklın dengesini içerir. Heyecan, duygusal düzeydeki izlenimleri yoğunlaştırırsa, akıl bilgi düzeyindeki verileri şiire katar “  şiirin matematiğine davet eder bizleri. Ataol Behramoğlu ise bir organizmaya benzetir şiiri. “ Şairin şiiri, onun kişiliğidir; bütün hayatıdır. Bu anlamda şiirsel yapının, neredeyse organik bir şey olduğunu düşünüyorum. Yaşayan, kımıldayan, soluk alıp veren canlı bir organizma.” Cahit Zarifoğlu niçin şiir yazıldığını direnmek , baş kaldırmak ile izah ediyor. “Sevgisizliğin dayatıldığı coğrafyalarda aşk şiiri yazmak bile başlı başına baş kaldırmaktır. “

Didem Madak’tan bir alıntı ile bitireyim yazımı. 

“Bilirim kim dokunsa şiire eline bir kıymık saplanacak. “

Bir Zorba Lazım Hepimize / Gökhan Bozkuş

İtiraf ediyorum. Kazancakis bugüne kadar baştan sona kitabını okuduğum ilk Yunan yazar. Sevdiğim, beğenerek dinlediğim birçok Yunan sanatçı var. Telefonumda en çok dinlenen müzikler arasında Evanthia Reboutsika var. Şu an bu yazıyı yazarken bilgisayarımda Carousel çalıyor. Geçtiğimiz sonbahar dünyaya veda eden Mikis Theodorakis yine en sevdiğim müzisyenler arasındadır. Keman dinlemek istediğimde nasıl İranlı sanatçı Farid Farjad dinlemek istiyorsam klarnet için de Yunan sanatçı Vassilis Saleas ilk tercihim olmuştur. Zorba romanı ve Kazancakis ile ilgili bir yazı yazacakken buralara neden geldim? Yunan toplumuna, edebiyatına, kültürüne karşı bir önyargım olmadığını belirtmek için. Teodoros Angelopulos filmleri ki üzerinde uzun uzun durmak gerekir. Bütün filmlerini severim ama özellikle; Leyleğin Geciken Adımı, Ulis’in Bakışı ve Puslu Manzaralar’la ilgili siz değerli okurlarıma bir tahlil sözü veriyorum. 

Uzun bir girişten sonra Zorba romanına geleyim. Yazar önsöze şöyle başlıyor: “Çok sevdiğim bir işçi olan Aleksi Zorba’nınhayatını ve yaşama düzenini yazmayı çok kez istemişimdir. Hayatımda bana en çok iyiliği dokunan şeyler, gezilerle düşler olmuştur. Ölü ya da diri insanlardan, savaşmamda bana yardım edenler çok azdır. ” Der ve ruhunda iz bırakan insanlardan birisi olan Aleksi Zorba’yı anlatmaya başlar. 

 Öyle güzel bir önsöz yazar ki Kazancakis daha en başta merak edersiniz Zorba’yı. Ve anlarsınız zorbanın bizim dilimizdeki sıfatla alakası olmadığını. Devam eder Nikos Kazancakis “Eğer bugün, dünyada bir ruh kılavuzu, Hintlilerin dediği gibi bir guru, Aynaroz papazlarının dediği gibi bir yeronda seçmem gerekseydi, kesinlikle Zorba’yı seçerdim. Çünkü, mürekkep yalayan bir insanın kendini kurtarması için neye gereksinmesi varsa, hepsi onda vardı” Nobel Edebiyat Ödülü için aday da gösterilir Kazancakis. 1957’de Nobel edebiyat ödülünü bir oyla kaybeder yazar. Ödülü kazanan Albert Camus ise “Ödül Nikos Kazancakis’in hakkı idi” der. Zorba aslında çoğu insanın olmak istediği ama bir türlü olamadığı bir karakter, bir kişiliktir. Geçmişe takılıp kalmayan, geleceği de pek umursamayan birisidir. Hayatla ilgili  öyle özgün tespitleri vardır ki okurken şaşırıp kalırsınız. Kazancakis’in Girit’te olan mezarında yazan 

“”Hiç bir şey ummuyorum,hiç bir şeyden korkmuyorum, ben özgürüm…” yazısı ile başkarakterinin duruşu birbirine çok benzer.

  Zorba 1964’te Yunanlı yönetmen Mihalis Kakoyannistarafından Alexis Zorbas adıyla sinemaya da aktarılmış. ABD –İngiltere –Yunanistan ortak yapımı olan bu 3 Oscar’lı filmin müziklerini Mikis Theodorakis bestelemiş, başrollerinde ise Anthony Quinn, Alan Bates, Irene Papas oynamıştır. Kitabı bitirir bitirmez filmi izledim. Özellikle Anthony Quinn’in deniz kenarında halayı anımsatan dansına tebessüm edeceksiniz. 

 Romana dönecek olursak. Kazancakis’i özellikle üslubu için ayakta alkışlamak gerekir. Şiirsel bir anlatımı var. Hiç sıkılmıyorsunuz. Yer yer ümitsizliğe düşen birçoğumuzun gerçek hayatta Zorba gibi karakterlere çok ihtiyacı var. Hayatı ertelemeyen, kimseye kin gütmeyen, dans etmek istediğinde utanmayan, güldüğünde güneş gibi parlayan, ağlamak istediğinde gözlerinden tane tane inciler dökülen bu ihtiyar bize hayatın nefret etmek ve ertelemek için çok kısa olduğunu gösteriyor. Kitapta iki karakteri baskın olarak göreceksiniz. Zorba ve anlatıcı. Bir ismi yok anlatıcı olanın. Patron olarak sıfatlandırılıyor. Ahlat Ağacı filmini izleyenler  Yazar Süleyman ile toy yazar adayı Sinan arasındaki o meşhur sahneye benzer yerleri yakalayacaktır bu kitapta. İki farklı karakter var Zorba’da. Patron (anlatıcı) paradan ziyade, kitap düşkünüdür. Hayata kitaplardan, sayfaların arasından bakar. Zorba da okumuştur ama Yunus Emre’nin dediği gibi kendini bilmiş, kendini okumuş, kendini tanımıştır. 

“İlim ilim bilmektir, 

İlim kendin bilmektir, 

Sen kendini bilmezsin, 

Ya nice okumaktır

Yukarıda üslubunu çok beğendim dedim ya. Adeta yazarla oturmuş çay içiyorsunuz gibi oluyor. Descartes’ın “İyi kitaplar okumak, geçmiş yüzyılların en seçkin insanlarıyla sohbet etmek gibidir” sözlerini hatırlayalım. Elinize bir kitap alıyorsunuz ve size ümit veren bir ihtiyarla karşılaşıyorsunuz. Feleğin imbiğinden geçmiş bir ihtiyar sayfaların arasından kulaklarınıza fısıldar durur. Kitapta rahatsız edici hiçbir şey yok mu peki? Bir erkek olarak beni rahatsız eden şey kadın okurları daha çok rahatsız edecektir. Kadına bakış açısı. Hemen hemen aynı dönemde yazılan Türk edebiyatında Yılanların Öcü romanındaki Irazca’yı okuyan hatta izleyen birisi olarak kadın anlatımını ve bakış açısını rahatsız edici buldum. Irazca’daki güçlü kadın profili burada maalesef hiç yok.

Kitaptan aldığım bazı notlarla bitireyim yazıyı.

-Onları belki kurtaramayız,” diye ekledi. “Am a kurtaralım derken, biz kurtuluruz. Öyle değil mi? Bunları söylemek istemiyor musun hocam? Kendini kurtarmanın tek yolu başkalarını kurtarmak için çabalamaktır. Haydi öyleyse, öğreten öğretmen… Gel!”

-Sinirli bir halde ayağa kalktım, “Yeter artık, Zorba!” dedim. “Herkes kendi yolunu izler. İnsan bir ağaç gibidir. Neden kiraz vermiyor diye incir ağacını hiç azarladığın oldu mu? Öyleyse sus!

-Kusura bakma, patron, ben köylüyüm; çamurların ayaklara yapıştığı gibi, sözler de benim dişlerime yapışıyor; sözleri eğirip incelik haline sokamıyorum; yapamıyorum, ama sen anlarsın.

-Günün birinde bir makinist bana dedi ki: Bir lup(büyüteç) alıp içtiğimiz suya bakarsan, onun göze görünmeyen küçük küçük kurtlarla dolu olduğunu görürmüşsün. Kurtları görecek ve su içmeyeceksin. İçmeyeceksin de susuzluktan gebereceksin! Lupu kır patron! Kır namussuzu da, kurtlar hemen kaybolsun! Sen de suyu içip serinle!

– İnsan işine gelmeyeni unutur.

-Her acı yüreğimi ikiye böler patron,” dedi. “Ama o kırk yaralı yürek hemen kaynar ve yara görünmez; kaynamış yaralarla doluyum ben; onun için dayanıyorum.

WordPress.com'da bir web sitesi veya blog oluşturun

Yukarı ↑