Sarma / Doktor Ekrem Yurtsever

Bir yazar ne hisseder?
Yazısının bir nefeste okunması karşısında…

Kayınvalidemin bayram spesiyali sarma dolmasıdır.
O yapraklar taze taze koparılır dalından,
En iyisinden,
Salamura yapılır.
İç hazırlanır.
Sonra o iç malzeme yaprakla buluşturulur.
Genç kızların maharet yarışması gibidir.
“Bak bak benimki kalem gibi oldu.”
“Anane hangisi daha güzel?”
“Sen söyle.”
Sonra bayram sofrasına oturulur.
2 günde hazırlanan o yemekler,
15 dakikada tüketilir…

Sabah işe erken gidiyoruz.
Güneş doğarken,
Karşı sokağın bitiminden doğuyordu güneş,
Öyle şeyler düşündüm, öyle şeyler hissettim ki!
Önce benim gözlerim kamaştı.
Ama yine de bakmaktan alamadım kendimi.
Sol elimi siper ettim.
Bakmaya devam ettim.
Hz. İbrahim’in vahiy kaynağı dışında kendisine bir tanrı arama serüvenini…
Aydan, yıldızlardan sonra,
“Hah işte buldum!”
“Bu en büyük…”
“Bu en parlak…”
“Bu olmalı.”
Diyen gözleri ile baktım.
Manzara o kadar muhteşemdi ki,
Ama o da batacaktı.
İbrahimvâri,
“Ben batıp gidenleri sevmem” dedim.
“Benim Rabbim güneşin de Rabbi olmalı.” diye düşündüm.
Elbette vahyin aydınlığı,
İmdâdıma yetişti.

Bunun için mi bu vakitler?
Rabbe dahi secde etmenin kerih görüldüğü saatlerdi,
Bu vakitler,
Güneşin en muhteşem göründüğü vakitler,
Doğarken, batarken ve tam tepedeyken,
İnsanoğlu sapmaya, sapıtmaya çok meyilli idi.
O insanoğlu değil miydi?
Hz. Musa’nın kısa bir ayrılığında kendilerine kendi elleri ile,
Bir heykelcik yapıp tapınan,
Hz. Musa da şaşırmıstı,
“Vallahi kavmim”
“Dogrusu siz çok ahmak bir kavimsiniz.” demişti.

Ama ben aptal olmayacaktım.
Sen ne kadar büyük olursan ol ey güneş!
Ne kadar parlak olursan ol,
Ne kadar sıcak…
Sen Rabbimin benim evimi aydınlatmak için bana sunduğu bir lâmbasın.
Benim evimi ısıtmak için sunduğu bir soba…
Senin için takdir edilen bir yörüngede dönüp duran…
Sonra ışığın dürülecek,
Soban sönecek.

Öyle büyüdüm ki,
Güneşin Rabbimin bana sunduğu bir lâmba, bir soba olduğunu,
Güneşin yüzüne karşı söylediğimde…
Bu kez güneşin gözleri kamaşmaya başladı,
Bir bulut aradı kendine,
Bana bakarken kamaşan gözlerine siper etmek için,
Hemencecik bir bulutu kendine siper etti.

Siz de,
Hemen bir çırpıda okuyuverdiniz.

“Güneşe öyle bak ki,
Gözleri kamaşsın”
Dizelerini…

2 günde hazırlanan sarmanın,
15 dakikada tüketilmesi gibi.

Hızlı okuma kursları düzenleniyormuş.
Bu yazılar için,
Yavaş okuma kursları düzenlenmeli…

Mutlu Âbi mi O?
Arabanın içinden beni çağıran…

Hırsız / Doktor Ekrem Yurtsever

Bir köyün tavuklarına hırsız dadanmış,

Hırsız köyden biriymiş,

Ama köylü hırsızı bulmak için ne yaptıysa,

Muvaffak olamamış.

Bulamamışlar hırsızı,

“Ben bulurum!” demiş biri,

“Yarın köylüyü köy meydanına toplayın,

Onlara diyeceklerim var.”

“Tamam.” demiş köylü bir ümit,

Ertesi gün, gün ağarmaya başlamış,

Herkes toplanmış köy meydanına erkenden,

“Ey ahali!” demiş adam

“Hepimiz biliyoruz ki içimizde bir hırsız var.

Ve biz onu bulamıyoruz,

Ama hırsızımız çok şapşal,

Aceleden üzerini silkelemeden gelmiş buraya,

Saçlarının arasındaki tavuk tüyünü hepiniz görüyor musunuz?”

Hırsız telaşla elini başına götürmüş.

“Gel buraya bakalım hırsız efendi!”

Demiş adam,

Hırsıza bi güzel meydan dayağı çekmişler.

Geçen bir toplantıya katıldım,

Münafıkların özellikleri anlatılıyordu,

Elim gayr-i ihtiyarî saçlarımın arasına gitti…

Acımadı Ki / Dr Ekrem Yurtsever

Yazarlara kelime avcısı diyorlar

Tam doğru değil,

Kelime?

O kolay iş.

Eve gider,

Ardı kelimelerle dolu,

Kapıyı aralar,

Tam sonuna kadar açamasan da,

Dökülen kelimelerle,

İşini görürsün.

Önemli olan duygu avcılığı,

Hani duygularımız vardır,

Kimse görmesin isteriz,

Kimse bilmesin,

Yıllar sonra,

Bir duygu avcısı,

Ortaya çıkarınca onu,

Sadece bize ait sandığımız o duyguyu…

Değişik bir hisle hisleniriz,

Biraz hayret, biraz hasret, biraz elem, biraz sevinç…

Müzeleri keşfetmiş insanoğlu,

O duyguyu,

Bir sonraki nesillere aktarmak için,

Bir çamurlu pantolon,

Bir çamurlu ayakkabı,

Bir pantolonu çamura batır çıkar,

Koy müzeye.

Öyle değil işte!

O çamurun ifade ettiği mânâ çamurdan çok fazlası…

Tenkil muzesi.

Babanız Meriç Nehri kıyısında bata çıka saatlerce yürümüş,

Bu bir pantolon değildir artık,

Bir belge…

Kazanılan şeylerin çok da kolay kazanılmadığını,

Sonraki nesillere anlatan bir belge…

Bir de…

Hepimizin başından geçen bir olay vardır:

Bir otorite…

Kişiliğini tamamlayamamıs bir otorite,

Yükselme basamaklarını tamamlayamamış bir otorite,

Bâzen yaşca sizden büyük bir arkadaş,

Pazuları sizinkinden daha güçlü biri,

İskence eder size,

Çimdik atar önce,

Siz acınızı belli etmek istemezsiniz,

Yüzünüzün mimiklerini belli etmek istemezcesine,

Acımadı kii!, acımadı kii!

Dersiniz.

Acımıştır aslında.

Siz acımadı ki dedikçe,

O, azdıkça azar,

Tekme, yumruk,

Siz her defasında acımadı ki,

Dedikçe,

O, iyice insanlığından çıkar,

Rükû ettirmektir amacı,

Etrafında binlerce rükû edenler gibi…

Başaramaz,

Başaramadıkça kudurur,

Kudurdukca çıldırır,

Güç sahiplerine yetmez gücü,

Fakire, zaife, kadına, bebeğe, hamileye yeter.

İnsanın insana yapmayacağı işkenceleri reva görür…

Siz de her defasında “Acımadı kii!”

Dersiniz.

Sonra,

Sessizde,

Karanlıkta,

Secdede,

Boşalırsınız birden,

Aslında çok acıdı…

Dost / Doktor Ekrem Yurtsever

Hani yeni biri katılır meclisinize

Herkes merak eder

Nasıl biri diye

Bilgili mi bilgisiz mi

Zengin mi fakir mi

Canayakın biri mi soğuk mu

Arkadaşlık kurulabilir mi

Hangi ihtiyacımız olursa onu arayabiliriz

Yanlış bir şey söyleyip mahcup olmayalım

Falan…

Birden bir telefon geliyor.

Emirler yağdırıyor çalışanlarına

3 milyon doları banka havalesi yapın

Akşama kadar kasada biriken 5 milyon doları da şu şahsa elden teslim edin…

Şaşırıyorsunuz

Çekiniyorsunuz biraz da

Arkadaşlık kurmasam mı acaba?

Ama sonra yine size dönüyor

Aynı sıcak aynı cana yakın tavırlar.

Tereddütlerinizi gidermek ister gibi…

Ben kendim yeni geldigim ortamlarda

Uzunca bir suredir bu bakışlara muhatap oluyorum.

Doktor ama

Nasıl biri ki acaba?…

***

Meal okurken ben de böyle bir dost edindim.

Mesajlari cok sıcak

Çok cana yakın

Çok samimi

İnsanı rahatlatıyor

Günün her saati O’nu arayabileceğim sıcaklığı veriyor.

Kendi yarattığı kullarının nankörlüğünü paylaşıyor benimle.

Başlarına bir felaket bir musibet geldiğinde nasıl O’na sığındıklarını

Ama felaket geçince nasıl da çarçabuk O’nu unutuverdiklerini…

Sonra peygamberlerinden bahsediyor.

Emir verdim diyor yeryüzüne:

Ey arz suyunu yut

Gökyüzüne:

Ey sema suyunu kes

Sular çekildi diyor

İş halloldu

Gemi de dağa oturdu.

İnkar edenler helak oldular.

Tereddüt geçiriyorsunuz bir an…

Doğru bir arkadaş seçtiğime emin miyim

Çok güçlü…

Ya ben de bir yanlış yaparsam

Tereddüdünüzü biliyor ezelden…

Yeniden bütün sıcaklığı ile sarıveriyor sizi…

Beni her zaman ve her yerden arayabilirsin diyor

Gece saat 03:00’e kadar ve sabah 03:00’ten sonra müsaitim

O kadar iyi geliyor ki…

Sanat / Doktor Ekrem Yurtsever

Şairler, yazarlar, müzisyenler, ressamlar, sanatkârlar,

Bir harf getirirler bize.

Bir kelime,

Bir nota,

Bir resim,

Bir fotoğraf

Karşı dağların ardından…

Hani yaratmıştı yüce Yaratıcı bizi,

Meleklerin dahi imrendiği yücelerin yücesinde.

Sonra bırakıvermişti,

Aşağılara doğru,

Kim nerede tutunacak diye,

Görmek için…

Bir de şeytan musallat oldu.

Bizi daha da aşağılara çekmek için…

Paçamızı bırakmayan,

Nefis de cabası…

İşte yazarlar, şairler, müzisyenler, ressamlar, sanatkârlar,

Eserleri ile,

Kalbimize dokunurlar,

Dokunurlar da,

Daha yukarılarda tutunmamıza çabalarlar,

Ya da tırmanmamıza…

Ama her zaman olmaz ki bu.

Ya güneşin doğuşu,

Ya kabaran bir deniz,

Ya yüzümüzü yalayan bir rüzgâr,

Ya ipince kabuğunu soyup ağzınıza attıgınız,

Bir mandalinanın ağzınıza doluşuveren lezzeti,

Sanatçının ilhamlarını coşturur da

Karşı dağların ardından getirirler bize bir şeyler…

Uzun zaman oldu.

Sanatçılar eser vermiyorlar.

Eser verip kalbimize dokunmuyorlar.

Dokunup da yücelerin yücesine giden yolda,

Bize destek olmuyorlar…

Ufuktan güneşi doğuramam.

Denizleri dalgalandıramam.

Rüzgârı meltem şeklinde estiremem.

Ama istersen,

Bi koşu,

İki kilo mandalina alıp geleyim…

Sen Yoksan / Doktor Ekrem Yurtsever

Hani iki yeşil ağacın arasında

Bir ağaç vardı ya

Yaprakları mürdüm demiştik

Sen gittikten sonra

Baktım ona

Mürdüm değilmiş

Siyah gibi bir şey

***

Mürdümse bile

Seninle baktığımız zamanki gibi değil

Ensar – Muhacir / Doktor Ekrem Yurtsever

Biz cemaate girdiğimizde

Yaramaz, sokakta cilli oynayan çocuklardık

Başımızı okşadı

“Kur’an okurken ağlıyorsunuz.” dedi bize

Belki Kur’an bile okumuyorduk ki

Etrafımıza bakındık

“Kim o Kur’an okuyan ki!” der gibilerden

Hemi de ağlayan…

Önce Kur’an okumaya başladık

Koca adam

O’nu yalancı çıkarmamalıydık.

Evet artık Kur’an okuyorduk ama

Ağlamıyorduk ki!

Gittik sorduk

“Biz Kur’an okuyorduk ama ağlamıyorduk ki…”

Ufka doğru baktı

Gözünden bir çift gözyaşı süzüldü

Yanındakiler “Sen ne yaptın?’ der gibi baktılar

Ne yapmıştık ki?

“Ağlıyorsunuz, ağlıyorsunuz…” dedi.

Sonra, yıllar sonra 

Kur’an okurken ilk gözyaşı süzülürken gözümden

O ânı hatırladım

Üşenmemiş çekinmemiş

Aynı şeyi söylemişti bize

Dile kolay kırk yıl…

Şimdi bize

“Ensar” diyor

“Muhacir” diyor

Ve sen    ……….   hanım

Bunları sorguluyorsun

Sorgulama!…

Bırak öyle kalsın

Onlar biliyorlar mı ki?

Başlarına konan talih kuşunu

O öyle diyorsa öyledir!

Kurcalama fazla…

Denilenin hakkını vermeye calışın

Sonradan çıkıyor.

Bittecrübe sabittir

Ne Kur’an okuması!

Ne ağlaması!

Sokakta cilli oynayan çocuklardık biz…

Utandım / Doktor Ekrem Yurtsever

Bir parça uzaklaşmak istedim insanlardan

Kendimle başbaşa kalmak

Kur’an’ımla

Eski günlerdeki gibi

Rabbimle hasbihal etmek

Aldım elime kalemi

Harf harf kelime kelime

Meal çalışıyorum

O’nu tanımaya, bilmeye çalışıyorum

O’nun bana anlattıklarından yola çıkarak

O’nu anlamaya çalışıyorum

Kamer Suresi çıktı karşıma

Kıyametin dehşetini anlatıyor

“Gözleri düşkün düşkün kabirlerinden çıkarılacaklar” diyor

Ayetler kısa kısa

Kelimeler çok vurucu

Bir çoğu Türkçe’mize de girmiş kelimeler

Dehşeti ile ters orantılı 

Anlaması çok kolay

“Ne kadar kolay anlaşılıyor” diye düşünüyorum

“Ne kadar tenezzül etmiş

Ne kadar anlaşılır ve kolay ifadeler” diyorum

Sonra Nuh’un kavmine geçiyor

Kavminin O’na neler çektirdiğinden bahsediyor

Ve Nuh Tufanı’nı anlatıyor

İster istemez

“Konudan konuya atlamıyor mu?”

diye düşünüyorum

Birden o da ne?

Yeni bir ayet

‘Kur’an’ı çok kolaylaştırdık bir öğüt olarak

Fakat ibret alan mı var’

Bu benim

“Ne kadar kolay” diyen benim

“Sonra daldan dala atlamıyor mu?” diyen

Daldan dala atlamasaydı

Benim kafamdaki bu soruya da

Olumlayarak cevap vermiş olmazdı ki

İrkildim

Etrafıma bakındım

Suçlu suçlu

Ne düşündüğümü

Nerden bilmişti ki?

Güldüm sonra

Aptallığıma

O, Allah’tı

Elbette her seyi bilirdi, duyardı

Gizlediğimizi, açıkladığımızı

İçimden geçirdiklerime de hakim olmalıyım diye düşündüm

Utandım

Çok utandım

Yine O’nun ayetleri ile yalvardım O’na

“Rabbenâ lâ tuâhiznâ innesîna ev ahta’nâ”

“Rabbimiz bizi açıkladıklarımızdan ya da içimizden geçirdiklerimizden dolayı sorumlu tutma”

Değmişti

İnsanlardan azıcık uzaklaştığıma

Yine O’nun kapısını çaldığıma

Hiç mahcub etmedi beni

Hiç yüzüme vurmadı

Ayrı kaldığımız günleri

Sarıp sarmalayıverdi hemen

Rabbimm!

İyi ki varsın…

Nasip / Doktor Ekrem Yurtsever

Saat 04:00 dedi mi

Kuşlar konar pencereme

Sabah degil akşam dört

Kaçırmam onların geliş saatini

Ekmek kırıntıları

Koyarım onlar için

Gün boyu biriktiririm

Onların rızkını

Atmam çöpe

Bir gün gecikmişim

Beşte koydum

Gitmişlerdi

Gelmediler

Bekledim bekledim ama

Gelmediler…

“Nasibin bu kadarmış.” dedim

Kendi kendime

Hayıflanarak

İçimdeki ben

“Nasipleri demek istedin herhalde.” dedi

“Hayır.” dedim

Bilerek söyledim

Nasibim bu kadarmış…

Okundu / Doktor Ekrem Yurtsever

  Bir dostum, yeni okuduğu bir yazım üzerine bana iltifatkâr şeyler söyledi

Oysa yazım yeni ddeğildi. Müşterek bir platformda daha önce birkaç kez yayınlanmıştı.

Daha da ilginci o kişinin o yazıyı daha önce de okuduğunu söylüyordu telefon.

Yani daha önce de mavi olmuştu yazı.

Peki değişen neydi?

Alıcı mı?

Hayır alıcı da  aynı kişiydi.

Öyleyse değişen neydi?

Değişen, alıcının alıcılarıydı.

                            .

                            .

Mahpustaki sevdiğine mektup yazar, sevdiği.

Gardiyan da okur o mektubu.

Gardiyanın anladığı

Mektubun alıcısının anlayacağının zekatına bile ulaşmaz

“Niye mürekkep dağılıyor ki bazı yerlerde?” diye kafa yorar gardiyan…

Telefonda o yazı açıldığı zaman okunmasa bile okundu yazıyor ya; telefonda mesaj mavi oluyor yani.

Gerçekten okunduğunu test eden bir mekanizması olsa ‘Gerçekten okundu’ diye bir şık olsa mesela.

Hem okunmaktan okunmaya fark var.

Neler onlar?

Kuranın ifadesi ile ‘akletmek’

İsimden fiil türetilmiş.

Akıl onun isim hali.

Akletmek akılla yapılan şey…

Düşünmek yani.

‘Düşündü’ mesela.

Tedebbür etmek.

‘Kafa yordu.’

‘Vakit harcadı.’

‘Tekrar tekrar okudu…’

04 00’de yazılıyor ya bu yazılar

02 00’de mi okunmalı acaba?

Öyle iki dünyevî iş arasına sıkıştırılmadan.

Sonra… 

‘Hissetti’

Gardiyan hissetmez meselâ.

Oysa oradaki her bir kelimenin asıl anlamından öte 

Ne anlamları vardır.

Ne anıları…

‘Burnunun direkleri sızladı.’

‘Ince ince ağladı.’

‘Höyküre höyküre ağladı.’

Kaşesini basar geçer gardiyan.

O kaşe bile ne kadar klişedir.

“Mahkum mektubudur. Görülmüştür.”

Bazen gardiyan bile ‘anlar’ okuduğunu.

Bir gözyaşı damlar kâğıda.

O zaman anlar mektubun muhtelif yerlerinde mürekkebin neden dağılmış olduğunu…

Gardiyanın mahkûmun mektubunu okuduğu gibi okuyordum ben de Rabbimin bana gönderdiği mektubu, 

Bir gün ‘Allah sizin düşmanınızı biliyor. O ne guzel vekil ne güzel yardımcıdır.’

ayetine gelince dayanamadım.

Balkona çıkıp saatlerce ‘höyküre höyküre’ ağladım.

Çok doluktum…

Okumak…

Kur’an’ı…

Allah, Cebraile vahyediyormuş da siz de oradaymışsınız gibi

Ya da Cebrail, Hz. Muhammed’e (sav) vahyederken siz de oradaymışşınız gibi

Ya da Hz. Muhammed(sav) cemaatine aktarıyormuş da siz de oradaymışsınız gibi

okuyun ya da dinleyin…

Başka bir gün bir dostumun babasının cenazesine katılmıstım.

Tesadüf olamazdı. Mevtanın adı ile adım aynıydı.

İmam kara kuru biriydi

Cemaat dağılmadan mevtaya sormaya başlamıştı. Rabbin kim?  Dinin ne?

Faslından sonra imam devam etti.

Ses tonu çok etkileyiciydi.

Ya Ekreeem!  Gözlerini nerede kullandııın?

Ya Ekreeem! Aklını nerede kullandııın?

Ya Ekreeem! Ellerini nerede kullandııın?

Bunların hepsi tesadüf müydü?

Höyküre höyküre ağlamaya başladım.

Başsağlığı faslına geçince bana da “Başın sağolsun” diyorlardı.

Mevtanın oğlu bile ağlamıyordu.

Dönüş yolunda tabutu yerine teslim etme görevi benimdi.

Tabutla aynı arabaya konmuştuk.

Zıhnimde tabutun içine yerleştirdim kendimi.

Yol boyunca ağladım…

Ne dersiniz Whatsapp’a  teklif etsek mi?

Açtı.

Gördü.

Okudu.

Akletti.

Tedebbür etti.

Anladı.

Hislendi.

Burnunun direkleri sızladı.

İnce ince ağladı.

Höyküre höyküre ağladı…

Seçeneklerini de mi ilave etseler…

WordPress.com'da bir web sitesi veya blog oluşturun

Yukarı ↑