‘Süresiz Eylem’ ve “Monachopsis / Cihangir Asyalı

İki akşamdır “Süresiz Eylem”i okuyorum. Bu e-kitap, Murat Emir Bey’in ‘Farzımuhal’ müstearıyla yazdığı şiirlerden oluşuyor ve “CKS” Yayınlarından çıkmış. Gah “Minnet Eyleme” diyerek aşıklık geleneğine, gah “Roza” diyerek Sezai Karakoç’a, gah  “Epik” şiiriyle Karakoçlara, “Baba ve Zindan” ile Necip Fazıl’a, “Mehru” ile Asaf Halet’e göz kırptığı görülüyor şairin.

“Süresiz Eylem” sonrasında, “Cizlavet” ve “Edebiyat Defteri”nde yayımladığı şiirleri okuyorum sonra. Bu şiirleri daha serbest formda ve nesre olabildiğince yaklaşarak, ama güçlü buluşlar ve imgelerle zenginleştirerek yazdığı görülüyor. Bu, bir yönüyle, merhum Akif’ten günümüze değin uzanan anlatımcı şiire ve biraz da Haydar Ergülen’e el sallamak anlamına geliyor. Şu kadarını belirtmekte fayda buluyorum,  onun kendi sesini bulduğu damar tam da burasıdır.

Ondaki bu çoklu benzerlik veya bu anıştırma, bir arayış olarak görülebileceği gibi, geniş okuma serüveninde, beğendiği ve etkilendiği şairlere yaklaşma çabası olarak da okunabilir. Bu noktada onun, bu ilk şiir kitabıyla ve çoğunlukla, Necatigil’in bahsettiği şiir burçlarının ilkinde, biraz da olsa ikincisinde dolaştığı rahatlıkla söylenebilir.

Necatigil, “Şiir Burçları” başlıklı o meşhur yazısında şiirin üç burcundan bahseder, malûm: Gurbet, hasret ve hikmet burcu. Gurbet burcu için mealen der ki: “Şair, eldeki imkânlarla şiirini yazar. Beğenisi sağlam temellere oturmamıştır. Sevdiği ve beğendiği şairler gibi yazar.  Onların yazdığını tekrarlar ya da geçer. Fakat arayış içindedir.”

Bu sebeple, Emir, üretmeyi sürdüren her şair gibi hikmet burcunun şiirine ya da kendi öz sesinin şiirine yürüyor denilebilir. Hatta sonraki şiirleriyle o şiiri bulduğu rahatlıkla söylenebilir. Onun ilk şiirleri kam, baksı, ozan geleneğinden kopup gelen ve ekseriyetle sazla birlikte söylenen halk şiirine yaslanır daha çok. Karacaoğlan, Emrah, Dadaloğlu’dan Aşık Veysel, Muharrem Ertaş, Neşet Ertaş ve Mahzuni Şerif’e, oradan da Feymani dahil günümüz âşıklarına kadar gelen bu söyleyiş, çok sade ve çok güçlüdür.

Bundandır ki bu alanda yeni ve güçlü söz söylemek gerçekten zordur. Günümüzde bunu, sazsız ozanlar olarak Abdurrahim Karakoç ve bir yönüyle de Bahattin Karakoç başarmıştır. Onlarla birlikte, bu çizgide eser veren nice şair de tekil olarak güzel örnekler sunmuş ve sunmayı sürdürmektedir.

Emir’in, “Süresiz Eylem” sonrasında, geleneksel şiirden kopmasa bile, daha çok serbest şiire yöneldiğini söylemiştim. Şiirlerinde trenler, istasyonlar çokça çıkar karşımıza. İnsanın yolculuk hâlini mi imler böyle, doğrusu bilmiyorum. Bildiğim bir şey var ki bir dertle dertlenmiştir o. Hangi tür şiire yönelmişse onunla günümüzde yaşanan mağduriyetleri dile getirmeyi bir sorumluluk bilmiştir kendisine. Bunu yaparken bilindik kelimeleri ve söz kalıplarını değiştirerek kelimelerle oynar. Şiir başlıklarından da bellidir bu tercih.

O, gerek nazım ağırlıklı geleneksel şiirlerinde gerekse serbest şiirlerinde, sözü, mısraları, sanki alelade şeyler söyler gibi sıralarken, yer yer öyle güçlü bir noktaya bağlar ki okunan şiire bakışı bütün bütün değiştirir, “Monachopsis”te olduğu gibi. Bazen de halk şiiri ve modern şiiri aynı başlıkta birleştirir; “entschuldigen, manzarasız pencereler ve varşova istasyonunda bir üşen/geç” buna güzel bir misaldir.

Her sanatın bir kemâl noktası olduğu gibi şiirin de vardır. O noktaya erişmek öyle herkese de nasip olmaz. Ekseriyetle vehbî, yani Allah vergisi olan sözde, kişinin okuma serüveni, yazma tecrübesi ve yaşı da etkili olur. Kimi şairler, Rimbaud gibi henüz yirmi bir yaşında doğrudan zirveyi tutarak şiiri bırakırken, kimileri de Dağlarca gibi, nerdeyse çocuk yaşta başladığı şiiri, bir asır boyunca debisini hiç düşürmeden sürdürerek noktalar. Elbette ki bunlar istisnadır.

Çoğu şair de Yahya Kemal gibi, Haşim gibi, Cahit Sıtkı gibi, ta baştan beri sağlam adımlarla ilerleyerek noktalar şiirini. Noktalar ve geride kendi sesini bulmuş eserler bırakarak öncü olur sonrakilere. Fakat neredeyse bütün ömrünü şiire adamıştır onlar. Çok dikkatli okumuş, okumakla kalmayıp onun ruhunu duymuş, ıztırabını yaşamış ve balını da tatmışlardır.

Şiir, en bedii edebî tür olarak Mevlânâ, Yunus Emre, Bâki, Fuzûli ve Hâfız Şirazi gibi nice Himalaya’yı başında taşır. Dolayısıyla bu alanda olmak, Tanpınar’ın dediği gibi, aslında her şair için büyük bir iddiadır. Gelgelelim, kişi nasibiyle doğar. Ve nasip de çok geniş nimetleri kapsar. Allah her sözü bir kişiye söyletmez. Öyleyse sözden de nasibi aramak gerekir. İşte, “ağlamak memleketimde ölmek kadar sıradan” diyen Emir de o nasibin eteğine sımsıkı yapışmış görünüyor.

Bu arayış ve çabasını tıpkı “Rodina” ve sair serbest şiirlerinde olduğu gibi sürdürürse, şiir dünyamızda sağlam bir yer edineceğine   inancım tamdır. Edebiyat serüveni azla yetinmez; her gönüllüden bir parça zaman değil, bir ömür ister. Zaten bu alanda ismi zikredilen her şair, yazar ve sanatçı da,  bütün bir ömrünü, gönüllü olarak yaptığı sanatına adayarak tüketmiştir. Emir’in de bu yolda ilerlediğini düşünüyorum.

İyisi mi, söze bir şiirle virgül koyalım. Biraz da olsa Hilmi Usta’nın sesini taşıyan bu şiir, zehirli bir gölge gibi üstümüze çöken zulmün soldurduğu bir güle ‘ağıt’ olarak okunabilir: “Ah Gül’su’rur/ Çıktığın sonsuza yolculuk/ Ağlayan sadece nisan değil arkandan/ Arif’an ç’ağlar durur/ ağlar durur o kimsesiz çocuk/ ki ağlamak memleketimde ölmek kadar sıradan// Ah Gül’su’rur/ Ki huzur bir sarı kaftan/ Ki yüzün ertelenmiş bayramlar avuntusu/ Ki hüzün bir ılık yağmur/ dökülür bakışlarından”

Ellerini Versen / Cihangir Asyalı

Baharımsın sen
Desem
Desen
Açılır gibi güller
Gülsen
Gülsem
Göğüm aydınlanır
Isınır kalbim
Işıklanır yüzüm
Ellerini versen

Derim ki
Güneş bana
Ay sana
Üşüyorum
Biliyorsun
Hava serin hâlâ
Buzlar bile erir
Gülünce sen
Gülümse
Geldim yanına


Gülümse
Erisin gönlümde kar
Affet
Yanardağlar da patlar
Sonrası yemyeşil
Sonrası mavi
Kumsala yüzsüren sular gibi
Kendini terk eden buhar gibi
Geldim işte yanına
Uzat ellerini


Gün gün kararsa da yaşamak
Solsa da çiçekler
Hazan olsa da bahar
Çok şükür
Sürgün kupkuru dallardan çıkar
Mehtap kapkara dağlardan doğar
Koskoca bir evren sığar kalbime
Gördün mü kendini gözlerimde
Annemin gelini
Uzat ellerini

Huzurumsun sen
Desem
Desen
Olmuyor ki sensiz
Bildim
Bilsen
Hasretlik savuşur gibi
İki nehir kavuşur gibi
Kumrular konuşur gibi sevdiğim
Ellerini versen

Yas’ın Edebî Tadı: Yas Günlüğü / Cihangir Asyalı

İnsan, yasını ve kederini içinde tutar; yüzünde taşır. Lakin her insan böyledir anlamına gelmez bu. Kimi insanlar da konuşarak rahatlamayı seçer. Hele hele şair, yazar ve sanatçılar, onu, sanatıyla ortaya koyma ve herkese mal etme konusunda pek cömerttirler. Düşünürler de öyle. Çünkü bir güç, onları bu işi yapmaya sürükler. Öyle olmasaydı başka insanların yapıp ettiklerini nasıl öğrenir, kendimizi tanıma ve doğru ifade imkânını nasıl bulurduk.

Bir sokaktan başlayarak bütün bir dünyayı içine alacak şekilde “İnsan insanın aynasıdır.” denilebilir. Bir insan, hisleriyle, sonra da fikir ve yaşantısıyla bir başka insana ışık tutar ya da bir başka insanı yansıtır. Acıda, kederde, sevgi ve sevinçte birbirimize benzememiz bundandır. “Biz bize benzeriz” sözü de buradan doğar. Birbirimize olan benzerlik genelde böyle olsa da, özelde her insanın aynasına ışık tutan ya da sesine yankı olan bir “ruh akrabası” olduğu muhakkaktır.

Bazen tevafuken karşımıza çıkan bazen de adresi elimize verilen sanatçılar olmasaydı, onların eserleri bizlere aracılık yapmasaydı, başkalarının neler yaşadığını, olaylar karşısında ne düşünüp neler hissettiklerini bu denli anlayamazdık sanırım. Belki de, yaşadığımız tecrübeleri dünyada yalnızca kendimiz yaşıyor sanır, acıların getirdiği yükü taşıma gücünü kendimizde bulamazdık. Yalnız kalırdık bir bakıma. Kendimizi anlatmak ya da anlaşılmak hayli zorlaşırdı.

Bundandır ki, şair ve yazarlara, özellikle de düşünce ve hislerini edebiyatın altın suyuyla yoğuran, yoğurup da onu bir süt gibi sunan mütefekkir kalemlere çok şey borçluyuz. Mesela, bir insan, bütün insanlığın ortak kederi olan ölüm karşısında ne hisseder. Hele bu ölüm, çok sevdiği ve birlikte anılar biriktirdiği birinin, annesinin ölümüyse nasıl bir tavır sergiler, ne düşünür, neler söyler? Bütün bunlar, işte o birilerinin içini döküp açık etmesiyle anlaşılabiliyor ve fark ediliyor.

İşte, onlardan bir tanesi olan ve annesinin ölümü karşısında, hayattaki en büyük dayanağını kaybeden Roland Barthes’ın, satırlara döktüğü “Yas Günlüğü” ruh akrabası kimselere tutulan bir ‘ışık’ olarak böyledir. Ve mutlaka, farklı aynalarda çeşit çeşit renk ve desenlerle yansıyacaktır. Barthes, yasını içinde saklasa ve onu bir ‘anıt’bırakma düşüncesiyle başkalarıyla paylaşmayı seçmese, başka bir coğrafya ve kültürde yaşayan bir ölümlünün, ölüm karşısında yaşadığı ruh karmaşasını ve ıstırabı nereden bilebilirdik.

Anıt diyorum; çünkü bu eser bir yas anıtı. Yazarının, her şeyin geçiciliğini bildiği ve bunu ifade ettiği halde, sırf annesi hürmetine kalıcı bir eser bırakma çabasından doğuyor. “Anımsamak için mi yazmalı?” diyor, “Anımsamak için değil de mutlak olarak beliren unutmanın büyük acısına karşı koyabilmek için yazmalı.” Yani hatırlama yerine sürekli bir anma, hatta bir anıt bir abide olarak geleceğe bırakma düşüncesiyle… Sözlerini şöyle sürdürüyor, “Kısa süre sonra artık hiçbir iz kalmayacak, hiçbir yerde, hiç kimsede.” Ve ekliyor, “Anıtın gerekliliği.” Çünkü tanıklar da bir bir ölüyor.

“Yas Günlüğü” adı üstünde bir ‘günlük’ ve zaten bir günlük olarak okunabileceği gibi, bir şiir, bir düşünce ya da aforizmalar kitabı olarak da okunabilir pekâlâ. Yazarın kendisi şair sıfatı taşımasa da bir filozoftur ve edebiyatın ne olduğunu çok iyi biliyor. Ve bir okur olarak biz de cümleler boyunca ilerlerken, Bachelard’ın deyimiyle, “Okuduğumuz eserin ‘yandaşı’ oluveriyoruz.” Nasıl olmayalım, Barthes, neredeyse her cümlesiyle, kedere bile kattığı edebî tatla okurunu içerden kuşatıyor ve onu yanına almayı kolaylıkla başarıyor.

Yasın daha dördüncü gününde şöyle bir cümle kuruyor mesela: “Acı çekmiyor o artık” cümlesindeki “o” neye, kime gönderiyor? Ne anlama geliyor bu şimdiki zaman?” Çünkü “o” ölmüş. O şimdi acı çekmiyor, cümlesinde, “o” ve “şimdi”nin bir karşılığının olmadığını fark ediyor. Ölmüş biri için zaman da durmuştur yani. Nâbî ismiyle kastedilen mana gibi, “iki yok”la karşı karşıya kalıyor yazar. Ve bu durumun verdiği acıyla iradi bir yas tutmaya koyuluyor. Makul bir süre de belirliyor bunun için ve Larousse Momento’nun bir anne veya babanın yası için makul gördüğü on sekiz aylık süreyi dikkate alıyor.

Sıkı bir Marcel Proust okuru olan yazar, Proust’un annesine yazdığı mektupları nazara vererek, aslında günlüğünün çıkış noktalarından birini de ele veriyor. Satırlarını yalnızca annesinin ve yasın değil, insanın, edebiyatın ve hayata dair pek çok şeyin üzerinde dolaştırıyor. Ve “Herkesin kendi keder ritmi vardır.” diyerek, kendinin ama aslında kendiyle birlikte insanın kederini ortaya koyuyor. Sık sık çıktığı seyahatlerde, annesinin yokluğundan doğan “gönül kuruluğu” hiç bitmiyor mesela. Bir Kazablanka seyahatinde annesini düşünürken kendi kendine şöyle diyor: “Ruhlara, ruhların ölümsüzlüğüne inanmamak ne barbarlık. Maddecilik ne budalaca gerçeklik.”

Barthes, annesinin ölümünden üç, Yas Günlüğü’nü yazmasından bir yıl sonra bir trafik kazasında ölene kadar, nice sorgularla, nice soru ve cevaplarla yaşadı kim bilir, bunu bu kitaptan elbette ki göremeyiz. Fakat başka yerlerde ve zamanlarda benzerlerinin ne söylediğini anabiliriz burada. Mesela, “Ufuklar” şiiriyle Yahya Kemal, his noktasında, “Anneler ve Çocuklar” şiiriyle de Sezai Karakoç, düşünce noktasında Barthes’la ruh akrabası olur.

Yahya Kemal: “Annemin na’şını gördümdü/Bakıyorken bana sabit ve donuk gözlerle,/Acıdan çıldıracaktım/Aradan elli dokuz yıl geçti./Ah o sabit bakış el’an yaradır kalbimde” der, kederiyle benzer. Sezai Karakoç da: “Anne öldü mü çocuk/Bahçenin en yalnız köşesinde/Elinde siyah bir çubuk/Ağzında küçük bir leke/…/Kaçar herkesten/Durmaz bir yerde/Anne ölünce çocuk/Çocuk ölünce anne” diyerek psikolojik bakış açısıyla benzer Barthes’a.

“İnsan insana benzer”evet. Bir Oscar Wilde, bir Thomas Hardy ya da Herman Melville, anneci olma noktasında Proust ve Barthes’a ruh akrabası olsa da, aslında nice şiir ve şarkıda “anne” diyen şair ve sanatçılar, insanın bir anne kuzusu olduğu gerçeğini ve evrensel bir ruh akrabalığını ortaya koyarlar.Babanın yeri mahfuz olmak kaydıyla diyebiliriz ki, “anne” bir insan için vatan gibidir. Ondan herhangi bir sebeple ayrılık kederdir, gurbeti ve yalnızlığı çağrıştırır.

Sözü, Barthes’la noktalayalım: “Kıyılardan uzaklaşmışım -keder denizinin açıklarındayım, hiçbir şey düşünmüyorum. Yazı yazmak artık olanaksız.”

Cihangir Asyalı

Ağırdır Taşlar Azizdir Harfler / Cihangir Asyalı

“İnsanlar kısım kısım, yer damar damar”dır. Kimilerikimilerine üstün kılınmış. Böyle olunca, bilim, sanat, edebiyat, spor ve liderlik gibi insanı meşgul eden her alanda öncü ve seçkin nice kimseler ortaya çıkmış. Bu kimseler yaşadıkları topluma ve insanlığa değer üstüne değerler katmış, buna mukabil de ilgi görmüş, hayranlık uyandırmıştır. Kimi yerde bir şehir, kimi yerde bir millet ve hatta bütün bir insanlık onlarla onurlanmıştır. Onlar göz kamaştıran mücevherat gibi hep başlarda taşınmış, el üstünde tutulmuş ve tutuluyorlar.

Nasıl ki elmas, yakut ve zümrüt gibi mücevher taşlar,rengiyle, zarafetiyle, sağlamlığıyla ve az bulunurluğuyla hep elden ele, gönülden gönüle dolaşıp duruyorsa, şarkılara, şiirlere konu oluyorsa, meşhur kimseler de benzeri bir sevgi ve sempati seliyle karşılaşıp dururlar. Onların söz konusu olduğu yerde diğerlerinin adının bile anılmaması, evet, insanın tasnifçiliğiyle alakalıdır. Çoğu zaman, insan, ölçüyü tutturamayıp yüceltmeyi de küçültmeyi de abartır. Çünkü insandır.

Hâl böyle olunca, düşüncenin nabzını tutan şairler, bu durumu eleştirmeden edemezler: “Yalnız değerli taşlara değil ama uzun taşlara ve kalın taşlara ve yüksek taşlara ve yassı taşlara ve yuvarlak taşlara ve sivri taşlara da sahip çık konuştukları zaman. Ağırdır Taşlar” (Peter Laugesen)

Hâlbuki insana yapılan taksimatta değerler madden ve manen öyle bir dengede dağıtılmıştır ki sağlıklı bir düşünceyle herkes kolaylıkla eşitlenebilir. İhtiyaç noktasından bakınca, “Eczay-ı cihan cümle birbirine muhtaç”tır mesela. Evet, antika ile demir elbette bir değildir; fakat demirin lazım olduğu yerde de antikanın esamesi okunmaz. Ekmek ustası ile besteci, inşaat ustası ile şair, dokumacı ile düşünür yer değiştirdiğinde, ikinciler birincilerin yerini dolduramaz. Böyle olunca, her insan kendi alanı çerçevesinde bir antika veya mücevher konumuna yükseliverir; bulunduğu noktada saygıyı ve hürmeti hak eder.

Her insanın doldurduğu bir yer ve değer mutlaka vardır. Öndekilere nazaran ortada ve sonda bulunan ve de böyle olmakla önemsiz addedilen kişiler de kendi bulunduğu evrenin merkezi konumunda olabilir. Bir anne, bir baba, bir eş, bir evlat, bir kardeş ve bir arkadaş olarak boşluğu başkası tarafından doldurulamayan değerlerdir onlar da. Bu sebeple saygıya, hürmete ve muhabbete layıktırlar. Kulak vermelidir konuştukları zaman. Kıymet vermelidir çalıştıkları zaman. Selam vermelidir karşılaşıldığında; zira bir ağırlığı vardır onların da, “düştüğü yerdeki ağırlığı gibi taşın”

Ama insanız işte. Marifet iltifata ya da “iltifat marifete tabidir” ilkesince, marifet gösteren kimselere saygıda kusur etmeyiz kolay kolay. Şair, yazar, sanatçı, bilge ve ilim erbabı kimseler söz konusu olduğunda onlara iltifat etmekten, onları hürmetle başköşeye oturtmaktan geri kalmayız. Elbette böylesi lazımdır da; fakat işte bu durumda da ölçü şarttır. “Onlar A,B,C/ Çalımla kurulurlar başköşeye/ Alfabenin son harfleriyiz biz/ u,ü,v,y,z/ Kısık seslerimizle/ Biçare serçeleriz.”(Ali Akbaş)

İki grup vardır ki onlar kestirmeden ve ekseriyetle, taşıdıkları herhangi bir üstün değer olmadan öne çıkar ve başköşeye kurulurlar. Hem öyle bir kurulurlar ki bir daha o mevkiden hiçbir zaman inmek istemezler. Tepeden tırnağa bütün herkese hâkimiyet kurdukları için onların nazarında değerin ölçüsü de bozulur. Ancak ve ancak kendilerine faydalı olan, yakın duran, hürmet gösteren, itaat eden ve boyun bükenleri iltifata layık bulurlar. Bulundukları yerde kaldıkları müddetçe de millete kan kusturmaktan zevk duyarlar. “V. Ne vakit ölür? Ölse de kurtulsak. Ama V. Ölürse Y. Var. Ona ne vakit sıra gelir? Hadi Y. de öldü diyelim, Z. Ne olacak? Peki, ya A.,B.,C.? Onlar yetmez mi insanlara ölüm kusturmaya? Bu zorbaların arkası alınabilir mi?” (Salah Birsel)

Servet dışında herhangi bir vasfı olmadan önde konumlanan bir diğer grup da zenginlerdir. Onlar da derecesine göre bir küçük köyden başlayarak ta metropollere uzanan ölçekte tıpkı siyasiler gibidirler; lakin onların ömrü daha uzun, güçleri daha kuşatıcı, elleri uzundur. İstisna olarak onların içinden de seçkin kimseler çıkar; fakat varlıklarını borçlu oldukları değerleri çiğneyenler çoğunluktadır.

Evet, gerek taşların gerekse harflerin diliyle okunsun, fark etmez, insan ve değer görecelidir. Görünen ve görünmeyen, bilinen ve bilinmeyen, madden ve manen her değer, bakan göze göre değişir. Mesela kimi harfler hem ünlü hem de seslidir. Sesi çokça çıkan ve ünlü olan o harfler azınlıkta, sessiz ve ünsüz olanlar ise çoğunluktadır. Kimi alfabelerde bir iki tane ünlü harf varken kimi alfabelerde ise hiç ünlü yoktur. Ünlülerin ya da seslilerin az olduğu alfabelerde, ünsüz ve sessizlerin yardımıyla ses üretilir, bir nevi meşveret ve demokrasi gibi. Zaten onlarda önemli olan, ün ve ses değil mânâdır.

Fakat kimi alfabelerde sesli harfler o kadar önemlidir ki onlarsız sessiz harflerin konuşabilmesi mümkün değildir. Dudak harfleri denilen “b” ve “m”’ye baktığımızda, sanki onlar tutsaktırlar. Sesleri kısılmış, lâlüebkem kesilmişlerdir; fakat aralarına konulan bir “o” ve “a” ile bomba tesiriuyandırırlar. Bu deneyim sair harfler için de geçerlidir. Görülecektir ki sessiz harfler, sesli harfler olmadan, adeta yaşayan ölüdürler. 

Tam tersi düşünülecek olursa, ünlü harfler içinde benzeri bir durum geçerlidir. Sessiz harfleri ortadan kaldırdığımızda, sesli harflerin, yabansı ve ilkel bir varlığa büründüğü, anlamlarının daraldıkça daraldığı hatta bitip tükendiği görülür. Aa (şaşkınlık,) ee (merak,) oo (hayretli sevinç,) öö (korkutma,) uu (hayranlık,) üü (ağıt…) Bu sebepledir ki, sesli ve sessiz (ünlü ve ünsüz) bütün harfler, cevher veya sıradan taşlar, biri daima diğerine lazım ve muhtaç olarak saygı, sevgi ve hürmete layıktırlar. Yine de ölçüyü tutturmak hassasiyet gerektirir.

Güle Gitmek / Cihangir Asyalı

Bir gül durur tenimde; ben bir gülde dururum.
Döverim sözcükleri, dudağımın örsünde.
oku! -okurum. oku! -okurum.
örsün de o örümcek, konsun da o güvercin,
mağaradır bu kalbim, yavaşça sokulurum.

.

‘gül! ’ de, durma; ‘gül ’ de dur!
budur usulü aşkların. durur mu?
doğar gün, tutulur gece, tutuşur güneş.
…susulur.
boşalır sağanak sağanak, nurdan bir yağmur.

.

vururum kumları yüzüme şimdi; giyinirim çölleri.
uçurumlar kuşanırım en tenha gecelerde.
durulur mu, diyorsun. -elbette ki durulur.
ve diner bu kasırga, sararım gökyüzünü;
doğrulur yüreğime, özledikçe o yağmur.

.

gün olur, bir taze bahar kurulur; gül olur.
sevinirim, sözler yetmez; sürerim gözlerime.
o gün olur… ve sonra,
an susar, zaman durur, söz kesilir sükûn ile.
açılır kapılar bir bir; giderim ‘gül’e ‘gül’e.

Zindanın Hicreti /Cihangir Asyalı

Avlu birkaç adım
Gökyüzü el kadar
İçerdeyim
Gerçek bu
“Dışarda mevsim bahar”
Dört duvar kuşatılmışlık
“Pencereler taş
kapılar demir”
Bir garip gurbetliktir
Yalnızca düşen anlar

Biliyorum
Deniz yakın
Nehir yakın
Şehir yakın
Özgürlük ne güzel şey
Hürseniz kırlara çıkın
Üstünüzde masmavi
Pürüzsüz bir gökyüzü
Açın kollarınızı
Kendinizi bırakın

İçerdeyim
Kuşları çiçekleri düşlerim
Bilirim ki
Çiçekler düşlediğimde açar
Çiçekler bilirim ki
Bir tutam sevda kokar
Gül derim sümbül derim
Sevdiğimi özlerim
Varlığımdan habersiz
Görünür geçer kuşlar

Eksilir tane tane
Kehribar yalnızlığım
Gönlüm ki gülistan
Kalbim ki huzur
Bir rüyadır sanki bu
Uyanınca kaybolur
Zindan değil sadece
Yusuf da iki hece
“Aldırma gönül”
Kedersiz yürek yoktur

Aldırma
İmtihandır
Gün yürür zindan geçer
Gördün ya
Her yer demir
İçerdedir bülbüller
Çınlasın dua dua
Ömrün sabır mevsimi
Hatıra kalsın şair
Unutulmaz bu günler

Cihangir Asyalı

Hicret ve Zindan / Cihangir Asyalı

Bir tabure durdu

Duvarın dibinde

Sonra yine 

Sonra yine

Niyedir

İç çekip dururlar

Yudum yudum eksilen 

Bardağın renginde

Tabureler hicret

Tabureler gurbet

Tabureler hasret mi

Bir ince sızıdır lakin

Yoklar durur

İçlerini

.

Beyaz beyaz bulutlar geçti

Avlunun üstünden

Kuşlar geçti

Ve düşler…

Kuşlar uzaklarda

Küçücük simsiyah lekeler

Gökyüzü deli mavi

Leke leke tespihlerdir

Kuşların gözleri

Gözleri kuşların hayal mi

Çünkü hayaller

Bulutlar misâli

Alır gider uzaklara

Tespihleri

.

Sıra sıra bardaklar durdu

Avlunun içinde

Terlikler durdu

Tespihler

Ve zeytin çekirdekleri

Bardaklar kırmızı sıcak

Zeytinler sarı

Terliklerle dolu avlu kenarı

Terlikler aşağı

Yukarı

Terlikler içeri

Dışarı

Çekilir duvarlardan aydınlık

Kapanır kapı

.

Akşamdır

Toplanırlar cümle cümle yanyana 

Kıpır kıpır hepsinin dudakları

Hemingway,YaşlıAdamveDeniz / Cihangir Asyalı

Hemingway, sosyalizmin en şaşalı döneminde, Castro’nun ülkesi Küba’ya gider. Bu, ikinci gidişidir ve Havana yakınındaki küçük balıkçı köyü Cojimar’a yerleşir. Burada dostluğu, doğallığı ve cenneti bulmuştur. Ömrünün geri kalanını geçirdiği bu toprakları romantik bir coşkuyla tarif eder: “Küba, kuru esen rüzgâr, güneşli bir gökyüzü, balıkçılarla dostluk, yemyeşil ağaçlar, yeniden keşf edilen çocukluk, Gulf Stream’ın sıcak ve bereketli suları, yani yeryüzünde son kalan vahşi topraklardan biri… son cennet,” der.Tabii olarak, kendisine Nobel ödülünü kazandıracak eserini Cojmar’ı mekân kılarak burada yazar. İhtiyar balıkçı karakterinide, sahibi olduğu “Pilar” isimli yatın kaptanı Gregoria Fuentes’ten esinlenerek oluşturduğu söylenir.

Hemingwayiçin,“Küba’da Tanrı’yı buldu…”denir.Çünkü baş yapıtı kabul edilen “Yaşlı Adam ve Deniz “de, Santiago ismi, Hazreti İsa’nın havarisi Aziz Yakup’un adı, balıkçılıkta havarilerin mesleğidir. Şayet bu benzerlik, bir “aşırıyorum” olsa bile, yine de hoş bir çağrışım olarak kabul edilebilir. Şunu en baştan söyleyeyim ki alegorik eserler apayrı bir zevk ve apayrı bir zenginlik olsa da, bu eser kesinlikle alegorik değildir. Evet, sadedir; fakat başarıyı bu sadelikle yakalamıştır. Büyük mesajlar vermez ve altı çizilecek büyük sözler sarf etmez. Yazılan ve söylenen ne ise eser de odur. Şöyle bir düşününce, ihtiyar bir balıkçı ve küçük bir çocuk etrafında başlayıp biten bir eserden daha fazlası da beklenemez zaten. Beklenemez; çünkü kahramanın sahip olduğu bilgi ve donanımla çelişir bu.

Esere yakından baktığımızda, olay şöyle gelişir: İhtiyar balıkçı Santiago, seksen dört gün, hiç balık avlamadan kıyıya döner. Kendine yardımcı olarak aldığı Manolin adlı çocuk, kırk gün boyunca avdan eli boş dönünce, ailesi tarafından alınarak başka bir tekneye verilir.” Salao: Kör talih ” işte. İhtiyar adam şansını denemek için bir kez daha okyanusa açılır. Gulf Stream sıcak su akıntısına kapılarak bir kılıç balığını takibe koyulur ve dram da böyle başlar.Yaşlıdır. Yalnızdır ve artık hayata ve işine tek başına yetmemektedir. Hep söylenir: “Keşke çocuk yanımda olsaydı.”

Tedbirsiz çıktığı her halinden bellidir. Aslında uzağa gitme niyeti de yoktur, sıradan bir av yapıp kısa sürede dönecektir.İşler planladığı gibi gitmez. Keşkeler peşpeşe sıralanır.“Keşke Manolin de yanımda olsaydı”, “Keşke tuz alsaydım”, “Limon alsam ne iyi olurdu”, “Biley taşımın yanımda olmasını isterdim; ama hiç birisini getirmedim,” der ve kendini paylar: “İhtiyar, yapmadığın şeyleri düşünmenin sırası değil.”Sonra durup:“Hem, insan yaşlanınca, yalnız kalmamalı…” cümlesini kurar. Yine de büyük bir mücadele ve zorluk içinde avını yakalamayı başarır. Tekneye bağlar. Açlık, yorgunluk ve tükenmişlik içinde dönerken köpek balıklarının takibine takılır.

Bu yönüyle eser, yaşlılığın, yalnızlığın, yorgunluğun ve tedbirsiz işin psikolojisini de gözler önüne serer. Evet, hırs vardır, azim vardır ,pişmanlık vardır. Başarısızlıkla alay edenlere gösterilen bir zafer de vardır. Fakat nasipte yoksa büyük bir emek ve zafer bile ellerimizi bomboş bırakır. İnsan ne kadar çalışıp didinirse didinsin, ne kadar çabalarsa çabalasın, nasibi ancak elde ettiği kadardır. Yaşlı adam, “Yendiler beni Manolin,” dese de, kazanmak her zaman bir şeylerin sahibi olmak değil, bazen direnmek, bazen de sadece bir işi neticeye kavuşturmaktır.

İhtiyarbalıkçı, denizle ve denizin aynası gökyüzüyle hep iç içe olduğundan, düşüncelerini de bu istikamette dile getirir. Deniz, bir kadındır daha çok. Büyük ve arsızlarından başka, bütün kuşlar çilekeştir gözünde. “Okyanus böylesine vahşi ve acımasız iken zavallı kuşlar niye böyle narince ve güzel yaratılmış acaba?” diye sorması bundandır. İşte bu noktada, okyanus, dünyayı, narin kuşlar da küçük insanları çağrıştırır. Uçan balıkları, biricik arkadaşı olarak pek sever Santiago. Aç kaldığı demlerde onlarla beslenir. Aynı zamanda pek lezzetli bulur onları. Tabii, bu bir çelişki değil, tamamen insani bir şeydir.

“Yaşlı Adam ve Deniz”, uzun hikâye formatında kısa bir roman olarak, Simyacı, Şeker Portakalı, Sol Ayağım, Yeni Yıl Şarkısı, Hacı Murat ve Toprak Ana…gibi meşhur eserlerle ortak bir aileye kolayca dahil edilebilir. Şu var ki Hemingway, bu küçük romanıyla adeta bir bardak suda fırtına koparmıştır. Sözü, ihtiyarın gördüğü bir düşle sonlandıralım; zira bu düşte, pes etmeyen ve yılgınlık göstermeyen kendi azmi vardır: “Derken uzun sarı kumsalların ve alaca karanlıkta suya inen ilk aslanların düşünü görmeye başladı. Arkadan başka aslanlar da sökün etti. Yerin hemen üstünde, çenesini küpeşteye dayamış, aslanları, onların gittikçe çoğalışını seyrediyordu. Mutluydu.”

Cihangir Asyalı

Hicret ve Tecrit / Cihangir Asyalı

Düştüm

“Kendi göğümden 

kendi duvarlarıma”

Ben özdüm sürüldüm

Kabuk beni sandınız

“Yere düşmekle altın

kıymetten düşmez” ama

Niyedir 

Kolayca aldandınız

Düştüm

Kerbela’dır

Kuyular derin

Toz benim köz bende

Hem de kül

Yağmur gerek bana

Ve de gül

Bana yağmur 

Ya da sözlerin

Düştüm

Beni seçtiler

Balığın karnı gece

Kuyudur zindandır

“Ey yâr Senden dönmezem”

Yolum pak

“Lâ ilâhe illâ ente…”

Lütfeyle Lütfeyle

Düş gibi bitsin çilem

Düştüm

Ve öğrendim

Yanlış demişler lakin 

Gerçek şu

Düşenin de dostu var

Alnım ter 

Gözümde rüya günler

Korkum yok

Yağdıkça yağsın kar

Düştüm

“Kendi göğümden 

kendi duvarlarıma”

Kıştır bu

Gece ayaz gün serin

Derim ki

Düşerek doğrulur insan

Düştüm 

Bana düşen gösterin

Kaybolan Işıltı / Cihangir Asyalı

Otuzunda Kadın
“Bir yaş vardır ki, insanlar kendini beğenmişliğin verdiği aldatıcı sevinçlerle yetinmek zorundadır.”der Balzac. Bahsedilen yaş, kadınlar için de erkekler için de otuzolsa da, aslında, kişiye ve çekilen çilelere göre ileri veya geriye gidebilir. Peki, niçin otuz? On sekizinde başlayan gençliğin pırıltısı, otuz yaşa gelince söner de ondan. Şayet, rahat ilerleyen bir hayatımız varsa, kendini beğenmişliğin verdiği o aldatıcı sevinçler kırka kadar da sürebilir. Zaten kırk yaş, zaruri bir dönüşüm yaşıdır. Kabullenmek zor olsa dabu gerçek değişmez.
İnsan için en zor şey, herhalde kendi hakikatini fark etmek ve kabul etmek olsa gerek. İnsan, kendine hayran olmaya meyilli yaratılmış çünkü. Gösterişe, iç beğeniye ve övünmeye düşkün olması bundandır; servet ve şöhret tutkusu da öyle. Rahat yaşamak, ışıltılı ve görkemli bir ömür sürmek arzusu çepeçevre kuşatır onu. Aslında bu, cennette sunulacak nimetlere bu dünyada sahip olma aceleciliğinden ileri gelir. Elde etmesi kolay olmayan bu imkânlar için pek çok insan, ömrünü tüketse de, bazıları,zengin, şöhretli veya makam sahibi kimselerle evlenerek en kestirme yoldan ona kavuşmayı tercih eder. Eder etmesine de, tıpkı şöhret gibi, bu dahi zehirli baldır.
Evet, evlenmek hayatın zaruretidir. Sevmeye ve âşık olmaya fıtri bir eğilimi olan insan, zamanı gelince,seveceği ve kendini feda edeceği bir eş arayışına girer. Aradığıyla karşılaşmak, karşılaşılsa bile kavuşup kavuşamama problemi vardır. Çünkü zihinler, ilk olarak, idealize edilmiş medyatik suretlerle karşılaşmış ve onlarla dolmuştur. Kız olsun erkek olsun, evleneceği kişinin o ünlülerden veya benzerlerinden olmasını ister. Fakat çoğu kez medyada karşılaşılan o kurgu güzellerle gerçek hayatta karşılaşmak zordur. Ta en başta, ilk karşılaşmalarda ‘elektrik alamama’nın temelinde de bu vardır. Bundan dolayı, pek çok insanın bulduğu, aradığı olmaz.
Bazen iki kişi birbirini beğenerek, bazen de biri diğerini gözünde büyüterek evlenir. Her evlilikte, çatışma dönemleri illa gelir. Ve sanki adi bir mesele gibi, hemen ayrılık zilleri çalar. Hele bu, iki ünlünün evliliği ise, boşanma gecikmez. Şöhretli veya mevki sahibi insanlarla evliliklerde, Balzac’ın, “Şöhret, uzaktan güneş gibi parlak ve ısıtıcı, yanına yaklaştığınız zaman dağ zirvesi gibi soğuktur.” cümlesindeki soğukla karşılaşmak hiç de şaşırtıcı değildir. Yine de, bu tür evliliklerin ışığına ve sıcaklığına koşan çoktur ve donma pahasına da olsa aldananı eksik olmayacaktır. Tıpkı Julie gibi.
Peki, Julieda kim, diyeceksiniz? O, klasik romanın babası kabul edilen Balzac’ın “Otuzunda Kadın”ıdır. Küçük yaşta öksüz kalan Julie, evlilik çağına gelmiş güzel bir kızdır. Gözünü kör eden aşkı sebebiyle baba nasihatini dinlemeyerek Napolyon’un subaylarından Victor ile evliliği seçer. Bu evlilik onu Aiglemont markizliğine yükseltir lakin mutlu kılmaz. Hayal ettiği gibi aşktan sevgiye değil, aşktan toplumsal bir ödeve, oradan da acı ve ıstıraba sürüklenir. Babası, hayat tecrübesine dayanarak, çok değil, on yıl sonra bu durumu yaşayacağını söylemiştir. Fakat olan olacak ve o, yazarın deyimiyle, kökünü kara bir böcek kemiren güzel bir çiçeğe dönecektir.
Julie’nın durumu, Yazarın ifadesiyle şöyledir:“İnsanlar, duygular, dünya üzerinde masalımsı düşünceler uydururlar. Sonra da, hayal ettikleri bulunmaz özellikleri pek böncesine, birinin üzerine konduruverirler, buna kendileri de inanırlar. Seçtikleri adamda onların sevdiği işte bu hayali yaratıktır. Gelgelelim, daha sonra, iş işten geçip de felaketin içine gömüldüler mi, öylesine süsledikleri o aldatıcı görünüş, ilk tapındıkları put iğrenç bir iskelet oluverir.” Ama iş işten geçmiştir. Aytmatov’un, “Mutlu evlilikler vardır ama azdır.” sözünün bir yanı buraya bakar.
Ünlüler veya yüksek zümre insanları, sair halkın gözünde rüya gibi bir hayat sürse de gerçek öyle değildir. Bunu bir başka usta romancı, Elif Şafak şöyle dile getirir: “Ünlülerin başkalarının gözündeki imajları ile yalnız kaldıklarında ortaya çıkan kişi arasında kapanmaz gedikler vardır hep. Bazen en yakınları bile anlayamaz bu bölünmüşlüğün derinliğini.” Şafak, güçlü bir örnekle, “Gilda” karakteriyle ünlenen ve pek çok mutsuz evlilik yapan Rita Hayworth’le pekiştirir sözünü. Vitrinde olmanın kadın tarafını temsil eden Hayworth’ün şöhretten dili epey yanmıştır ve söylediği söz unutulacak gibi değildir: “Bütün erkekler Gilda ile evlendi. Ama sabah benimle uyandılar…” Sonuç: Elbette ki mutsuz evlilik, erken ayrılık.
“Otuzunda Kadın”, olayların tahmin ettiğimiz bir hat üzerinde akıp gideceğini beklerken çok çabuk ve ustaca geçişlerle yepyeni mecralara açılan ve okuru şaşırtan masalsı bir kitap. Balzac, hayata, tecrübeye ya da ‘vitrindekiler’e dair gerçekçi gözlemleri ve tespitleriyle, kurduğu hikmet dolu cümleleriyle bir yazardan ziyade sanki bir bilge olduğunu düşündürür. Geçmişe bakan yönüyle krallar, günümüze bakan yönüyle de siyasiler üzerine tespitlerini okuduğumuzda, romanın yazılma sebebinin aslında bu konu olabileceği akla gelir. Yazar, kırsal kesimden gelmiş bir entelektüel olarak, ihtişamlı bir şekilde göz önünde duran ve bulunduğu yeri hak etmeyen soylu, varlıklı veya muktedir kimselerle bu eser vasıtasıyla hesaplaşır gibidir. Çünkü çağlar geçse de dünyada değişen bir şey yok.
Bazen gözlemci olarak, bazen de içinde yer alarak, “Her eserde kendimizi, toplumumuzu, dönemimizi okumamız.”, yazarların insanı yakalama başarısıyla ilgilidir. Klasikleri ve yazarlarını farklı kılan da budur aslında. Erken yaşta ölmesine rağmen, yüz otuz civarında eser bırakan Balzac’ın,yalnızca öne çıkan romanları değil, “Otuzunda Kadın”ı da, değerli bir ilgiyi hak ediyor. Şayet, okumanın teselliye dönüştüğü bir ortamdakarşıma çıkmasaydı, belki de hiç fark etmeyecek ve okumaktan mahrum kalacaktım. Bereket ki öyle olmadı.

Cihangir Asyalı

WordPress.com'da bir web sitesi veya blog oluşturun

Yukarı ↑