Muvakkat Elemler, Bakî Lezzetler / Alim Sariye

İnsan, beden ve cismaniyet itibarıyla bütün varlık alemine nisbeten bir zerre hükmündedir. Akıl, vicdan, ruh ve tefekkür zaviyesinden bakılırsa yaratılmışların en eşrefi.[i] Onun dünyadaki arzu ve ihtiyaçları sınırsız, buna mukabil elde edebildiği ve kazandığı şeyler sınırlıdır. Varlık sahasında bedenen ve cismen zayıf ve güçsüz olmasına rağmen o, kainat kitabının küçültülmüş bir numunesidir.[ii] Ancak, bunca mazhariyetleri o küçük cirmi ve cismaniyetiyle ihraz etmemiştir. Allah, insanı yeryüzünde halife olarak yaratırken, özü, mahiyeti, iç donanımları ve nefha-i ilâhi olan ruhuyla, kâinattaki diğer varlıklar arasında farklı bir faikiyetle mazhar kılmıştır. İnsanı mahiyetine göre en güzel şekilde kıvama koymuş, ve mükemmel bir nizam üzere yaratmış, manen yücelerin yücesine, en büyük makamlara çıkarmış[iii] ve Cennete layık bir kıymet kazandırmıştır. Mehmet Akif’in tabiriyle: Senin mâhiyyetin hattâ meleklerden de ulvîdir / Avâlim sende pinhandır, cihanlar sende matvîdir..

Mâhiyyeti böylesine ulvî vasıflarla donatılmış ve saymakla bitmez nimetlerle serfiraz kılınmış insan, istikametini muhafaza edip Hakk’ın rızası dairesinde gayret gösterirse, arş-ı âlâ’nın sakinlerini dahi imrendirecek bir seviyeye ulaşabilir. Ne var ki, bu safveti ve samimiyeti muhafaza edemeyip yerinde kalakalırsa, aşağılara, aşağıların aşağısına düşme ihtimali vardır.[iv] İnsanın keyfiyetine göre böyle üstün dereceleri, aynı zamanda esfel-i safilîn’in karanlıklarına doğru sükut eden derekeleri vardır. Bu derecat içerisinde sürekli yukarılara doğru mesafe katedenler, birer elmas ve pırlanta gibi değerlenecek, isyan ve inkırazla kendi nefislerine zulmedip aşağılara doğru irtifa kaybedenler de kömüre inkılab edecektir.

İşte elmas ve kömürün birbirinden ayrılıp ilahî adaletin tahakkuk etmesi için, yeryüzünü bir imtihan meydanı olarak yarattı. Hazreti Adem (Aleyhisselam)den bugüne kadar bu meydan dolup dolup boşaldı. Her nefis kendi tercihini yaptı. Kimi pırlanta kıymetini aldı, kimi de kömür olmayı tercih etti. Herkes ne ettiyse kendine etti. Öteler için kim ne kazandı, neyi kaybetti Allah bilir. Halbuki bu dünya hayatı Efendimiz’in (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in mübarek beyanlarına göre bir ağacın gölgesinde muvakkaten dinlenip sonrasında orayı terketmek gibidir.[v]

Cenab-ı Allah (Celle Celâlühu) insanlığın hidayeti için peygamberler gönderdi. Onlar, Cennete giden yolları aydınlatan birer projektör misali, Allah’tan gelen vahiy ile insanların yürüdüğü güzergâhlara ışık tuttular. Vazifelerini bir ücret karşılığında değil,[vi] sadece Allah rızası için ve insanlığın dünya ahiret saadeti adına tebliğ vazifesini hakkıyla eda ettiler. Ne var ki Allah’ın en sevgili kulları peygamberler, kendilerine inanmayanlar tarafından şiddetli zulümlere maruz kaldılar. Onlar, beşerin tahammül edemeyeceği imtihanları sabırla ve nebi olmanın feraseti ile aştılar.

Hazreti Âdem, Peygamberler zincirinin ilk halkası olması hasebiyle ilk imtihanlarla karşılaşmış, şeytanın binbir türlü tuzaklarına karşı sürekli müteyakkız olmuş, yeryüzüne indirildikleri andan itibaren Hazreti Havva ile birlikte dua dua Cenab-ı Hakk’a yalvarmışlardır. Bir yandan iman ile küfür arasında sürekli cedelleşen evlatlarının kavgaları, hased ve kıskançlık girdabında duygularına yenilerek Kâbil’in Hâbil’i öldürmesiyle, yeryüzünde ilk kan dökülmüştür.

Kur’andaki Hazreti Âdem kıssası, bütün insanlığın kıssasıdır. İnsanlık imtihan için dünyaya gönderilmiştir. Asıl şeytanla mücadele burada olacaktır. Sabredip imtihanı kazananlar, çile ve ızdıraplı günleri geride bırakıp ebedi Cennet bahçelerine, şeytanın peşinde olanlar da kendi elleriyle inşa ettikleri Cehennem çukurlarına girecektir. Miraçta Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), Hazreti Âdem ile karşılaştığında o, sağına bakıp gülüyor, soluna bakıp ağlıyordu. Sağında olanlar onun soyundan gelen cennetlikler, solunda olan karaltılar da yine soyundan gelen cehennemliklerdi. O, peygamber olmanın safveti ve nesline olan merhameti sayesinde herkesin cennete girmesini diliyor, cennetlikleri gördükçe aydınlık yüzünde nebevi tebessümler açıyor, cehennemlikleri müşahede ettikçe mahzun bir edaya bürünüp yağmur bulutları gibi gözlerinden yaşlar boşalıyordu.

Ebedi saadet vaadiyle gelen Hazreti Nuh (Aleyhisselam), kavmi tarafından sürekli ölümle tehdit ediliyor, “haydi bize azabı getir![vii] diyerek inançsızlıklarını ortaya koyuyorlardı. Aynı zamanda Allah’ın emrine istinaden büyük bir gemi yapmaya başladığında kendisini alaya alıyor, müstehzi tavırlarla peygamberi rencide ediyorlardı. Tufan vakti gelince Hazreti Nuh herkesi gemiye davet ediyor, gemiye binenler kurtuluyor, fakat oğlu Kenan ve küfürde ısrar edip peygamberin gemisine binmeyenler suların altında kalarak gark oluyorlar.

            Hangi peygamber vardır ki kavmi tarafından yalanlanmış olmasın. Hangi nebi vardır ki cahillerin ithamına maruz kalmamış olsun. Hz. Hûd, Âd kavmini makul düşünmeye davet ediyor, kavmi ise onu bir peygamberde asla bulunmayacak olan mantıksız şeylerle itham ediyordu.

            Hazreti İbrahim’in dünyaya gözlerini açtığı sene Nemrut’un ilahlığını ilan ederek erkek çocukları için ölüm emrini verdiği sene idi. Annesi onu Nemrut’un şerrinden muhafaza etmek için bir mağarada gizlice dünyaya getirdi. Yıllar sonra oğlu İsmail ve Hacer validemizle beraber çölleri aşarak Bekke Vadisi’ne ulaşıyor. Kucağında Hazreti İsmail olduğu halde Hacer validemizi bu ıssız çölde yapayalnız bırakıp geri dönmek zorunda kalıyor. O bir peygamber olduğu için vazifesinin peşinden koşuyor. O dönerken ıssız sahralar, Hazreti Hacer validemizin feryatlarıyla yankılanıyor. Bütün bu sahraların sahibi, gecenin ve gündüzün sahibi, alemleri yaratan yüce Allah o masum çocuğu ve annesini en güzel nimetlerle serfiraz kılıyor.

            Aradan yıllar geçtikten sonra İbrahim (Aleyhisselam), gördüğü bir rüya üzerine oğlu İsmaili kurban etmek için yere yatırıyor. Hazreti İsmail’de derin bir tevekkül ve teslimiyet.[viii] Hiç itiraz etmiyor. Biliyorki o bir peygamber ve bütün icraatlerini Allah’ın emriyle yapıyor. Bu da Allah’ın emri olduğuna göre, vardır bunda bir hayır. Ama nasıl bir imtihanın cenderesinden geçiyorlar? Babası Azer ile ilgili yaşanan imtihanlar ve putperest bir kavimle ettiği mücadeleler meselenin farklı bir boyutu. Hz. İbrâhîm’i ateşe atmak üzere mancınığın üstüne koyduklarında, o başını göğe kaldırıp: “Allah’ım! Sen yerde de gökte de teksin. Allah bana kâfidir. O ne güzel vekîldir.” diyerek dua etti. Ateş onun için berd ü selâm[ix] oldu ve ona zarar vermedi.

            Hazreti Yakub’un oğullarıyla, Hazreti Yusuf’un kardeşleriyle imtihanı.. kardeşleri tarafından kuyuya atılan Hazreti Yusuf’un hicran dolu günleri.. Bir köle gibi satılması.. Sarayda Azizin hanımı tarafından iftiraya uğraması.. Suçsuz yere zindanlarda geçirdiği çileli günler. Farklı farklı imtihanlar karşısında sabırla mukabele etmiş, iffetine toz kondurmaktansa senelerce hapiste yatmayı göze almış ve kıyamete kadar gelecek olan bütün ehl-i imana bir hayâ timsali olmuştur.

            Efendiler efendisi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) daha çocuk yaşında yetim ve öksüzlüğün acısını tatmış, dedesinin ve amcasının himayesinde gelecek günlere tutunmuştur. Peygamberlikle serfiraz kılındıktan sonra en başta en yakınındakiler olmak üzere Mekke’deki kabilelerce hor ve hakir görülmüş, her fırsatta itilip kakılmış, Allah’ın evi olan kâbede başı secdede iken o mübarek başa deve işkembesi konulmuş, dakikalarca öyle kalmış, cennet kokulu Fatıması feryatlarla koşarak babasının yanına gelmiş, o küçücük elleriyle bir taraftan işkembeyi kaldırmaya çalışıyor, bir taraftan hıçkırıklar arasında; babacığım ne oldu sana? diyordu. Allah aşkına hangi çocuk babasının bu halini görmek ister? Hangi baba böyle bir durumda iken evlatlarıyla karşılaşmak ister? O bir taraftan Fatımasının gözyaşlarını silerken; Korkma kızım, Allah senin babanı zayi etmeyecek ve koruyacaktır.[x]

            Gün gelecek zulüm ve işkenceler iyice artacak, Mekke’de yaşamak dayanılmaz hale gelince, Müslümanlar Allahın emriyle hicret yollarına düşüp Medine’ye gideceklerdi. Kafile kafile çölün kavurucu sıcaklarında sahabe efendilerimiz doğup büyüdükleri beldeyi terketmek zorunda kalmış Medineye doğru yola koyulmuşlardı. Gün geldi Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), Hazreti Ebubekir (radıyallahu anh) ile beraber yola çıktılar. Yolda efendimiz dönüp dönüp hüzünle Mekke’ye bakıyor sanki birşeyler söylemek istiyordu. Son defa dönüp baktı ve: Ey Mekke! vallahi kavmim bu ayrılığa sebep olmasaydı senden ayrılmak istemezdim.[xi]

            Bütün peygamberler çetin imtihanlardan geçtiler. Nebiler, sıddikler ve daha sonra gelen peygamber yolunun salihleri muvakkat elemler yaşasalar da, ebedi lezzetlere, Hakk’ın rıza ve rıdvanına vasıl oldular.

            İçinde bulunduğumuz bu firkat asrında bu davaya omuz veren peygamber yolunun kutlu yolcuları, bidayettekilerle beraber aynı kaderi paylaşıyor, sadece Allah dedikleri için, Onun rızası istikametinde fedakarca, mertçe, hakkı hakikati haykırıp, firavunların önünde diz çökmedikleri için ve Allahtan başka hiç kimseden korkmadıkları ve kimseye boyun eğmedikleri için, türlü türlü işkencelere maruz bırakılmış, onbinlercesi işinden ve mesleğinden uzaklaştırılmış, kadın-çocuk, yaşlı-hasta demeden binlerce masum zindanlara atılmış, binlercesi vatanından koparak hicret yollarına düşmüş, Meriç Nehrini geçerken suda boğulan insanlar, ailelerinden uzaklarda gurbet topraklarına defnedilmiş, nice çocuklar annesiz-babasız, nice anne-babalar da çocuklarına hasret gitmiş, çocuklarına hasret analar sütlerini toprağa sağmışlar, nice güzel insan demir parmaklıklar arkasında ruhlarını teslim etmişler.

            Bunca zulüm ve işkencelere rağmen sabredenler, sahabeler gibi imanın zirvesine doğru yürüyenler kazanacaktır inşaallah. Tarihte bunun yüzlerce misali var. Bediüzzaman’ın ifadesiyle; “ömrüm harp meydanlarında, esaret zindanlarında yahut memleket hapishanelerinde, mahkemelerinde geçti. Çekmediğim cefa, görmedim eza kalmadı. Divan-ı harplerde bir cani gibi muamele gördüm. Bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım.[xii]

            Yıllar önce kürsüden gönüllere taşan “Hey Gidi Günler” nidalarını gözyaşlarıyla dillendiren asrın hatibi, geçmişte yaşanan çileli günlere, sarmaş dolaş olduğumuz, makam mansıp hesaplarının yapılmadığı, birbirimiz içinde fani olduğumuz, beraber ağlayıp beraber gözyaşlarımızı sildiğimiz, samimiyet gamzeden sinelerimizle birbirimize hasret yaşadığımız, şöhret nedir bilmediğimiz gariplik günlerine duyulan özlem ve iştiyakı dile getiriyor. Sonrada “hey gidi günler, sizler ne kadar uzaklarda kaldınız. Bizler ne kadar büyüdük, sizler ne kadar küçüldünüz” derken, aradaki mesafeyi, hasreti, özlemi terennüm ediyor.

            Şimdi dönüp maziye baktığımızda, rahat ve rehavetle geçen zamanlar ruhlarımıza elem verirken, çekilen çileler ve sıkıntılar lezzet veriyor. Mazideki meşakkatli günler, bugün ruhlarımızda tatlı bir esintiye dönüşüyor. Bu çileli günler de elbet geçecek. Dua ve namazla sabredeceğiz. Ve bir gün geriye dönüp baktığımızda muvakkat elemler gitmiş, bakî lezzetleri kalmış olacak.

Alim Sariye


[i] İsrâ/70

[ii] Sözler 72

[iii] Tin/4

[iv] Tin/5

[v] Tirmizî, Zühd, 44, 2377

[vi] Şuarâ 109

[vii] Hûd/32

[viii] Saffat/102

[ix] Enbiya/69

[x] Müslim, Cihad, 107

[xi] Heysemî, Mecmâu’z-Zevâid, 3/283

[xii] Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, Isparta Hayatı, Tahliller

Bir İkindi Vakti / Alim Sariye

Bir İkindi Vakti

Bir ikindi vakti güneş guruba doğru meylederken, kızıl renklerin billur tayfları arasında, derin bir tefekkür tufanında, sandalımın küreklerini hızla çekiyorum güneşe doğru. Heyhat, zaman o kadar hızlı geçiyor ki, yetişmek imkânsız. Saatin yelkovanı, kalbimin ritmleri gibi hızla atıyor. Heyecanla güneşe doğru yaklaştıkça, o benden uzaklaşıyor. Kuşlar, akşam serinliğinde, kıpkırmızı bulutların arasında, gümüş gibi parıldayan kanatlarıyla, günün son uçuşlarını yapıyorlar. Kürek çeken kollarıma yorgunluk çöküyor yavaş yavaş. Arkasından hüzünle baktığım güneş, devasa cüssesiyle dağların siluetleri arasında kaybolup gidiyor. Etrafta derin bir ölüm sessizliği. Har taraf karanlık. Kuşların kanat sesleri duyulmuyor artık. Sanki berzah âleminden bir misal yaşanıyor.

Sandalımı kıyıda bırakarak yorgun bedenimle geriye dönüyorum. Kulaklarımda sadece cırcır böceklerinin sesi ve mehtabın ışıltıları ile dalgaların üzerinde raks eden yakamozların enfes görüntüleri. Gözlerimi bir an olsun ayırmadan bu manzarayı temâşâ ediyorum. Her dalga, üzerindeki ışıklarıyla bir kere görünüp kayboluyor, ardından başka bir dalga, üzerindeki ışık parıltılarıyla zuhur ediyor ve o da kaybolup gidiyor. Belki bir günde milyonlarca dalgalar, lisan-ı halleriyle bizlere kısacık bir dünya hayatını ve arkasında ölümü hatırlatıyorlar.

Bir seyyah gibi yoluma devam ederken, uzun ve geniş bir köprüde buluyorum kendimi. Gece ve karanlık olduğundan köprünün ay ışığında parlayan demir korkuluklarını ve altta akıp giden suyun üzerindeki kabarcıklarda oluşan ışıkları görüyorum sadece. Köprünün demirlerine yaslanarak derin bir düşünceye dalıyorum tekrar.

Üzerinde durduğum köprü, ölüm ve dirilişlerin mekânı olan yeryüzü olarak tecessüm ediyor. Milyonlarca su kabarcığı, libas gibi kuşandıkları kamerin nurlarıyla köprüye doğru ilerliyorlar. Hedefe ulaştıklarında ışıkları sönüveriyor. Her bir su kabarcığı bir beden ise, üzerlerinde ışıldayan ziya, nefha-i ilâhî olan ruhu bizlere işaret ediyorlar.

Bu uzun köprünün üzerinde yürürken yeni bir günün ortasında buluyorum kendimi. İlk defa temaşa ettiğim sokaklar, geniş caddeler, rengarenk bahçeler, ağaçların üzerinde cıvıl cıvıl öten kuşlar, çantalarını omuzlarına asmış okuldan evlerine doğru koşturan çocuklar, beli bükülmüş ihtiyarlar, delicesine raks eden gençler, loş sokaklar, nuranî mescidler.. Birden ezan sesleri yankılanıyor her bir köşebaşından. İlahî davet var minarelerin şerefelerinden. Haydi namaza!, haydi felaha!.. Bu hitap insan olana. Bu hitap bana. Hemen kollarımı sıvayıp şadırvanın başına koşuyorum. Buz gizi sular, yüzümde, ensemde, kollarımdan ayaklarıma akarken, susuz kalmış bir çiçeğin suyla buluşması gibi, yeniden hayat buluyorum adeta. Allah’ın huzuruna çıkmanın şerefiyle, insan olmanın izzetiyle, bedenim ve ruhum tarifsiz bir muhabbetle doluyor. Beni muhatap olarak kabul eden Rabbime karşı şükranla iki büklüm oluyorum.

Perde perde açılan muhteşem manzaraları seyrederek yoluma devam ediyorum. Vakit ikindiyi gösteriyor. Bir koca çınarın altında oturmuş ezanı bekliyorum. Sararmış bir yaprak, dalından koparak yere düşüyor ve rüzgarda savrulup gidiyor. Tıpkı vakti gelince ruhunu rahmana teslim eden insanlar gibi. Ekseriyetle elli yaşını geçmiş herkes için mevsim, hazan mevsimidir. Nasıl bu mevsimde bütün ağaçlar ve bitkiler sararıp solar, insan da, ikindi kızıllığında guruba doğru meyleden güneş gibi, sararıp solan yapraklar gibidir. Gün gelir bir rüzgar eser ve dalından koparak süzüle süzüle toprağın bağrına düşer. Kimi Tuba ağacı gibi Cennete rüşeym salar, kimi de kör ve sağır yaşadığı için, zakkum gibi herbir yaprağı nâra dönüşür.
Rabbim bizleri razı olduğu kullarından eylesin..

Alim Sariye

Mısır’ın Bağrında Üç Emanet / Alim Sariyye



Sabiha Gökçen Havaalanı’ndan mavi göklere doğru yükselirken, son kez baktım İstanbul’a. Dönüşü meçhul bir gidişin hüznüyle el salladım son kez. Tam on yedi yıl yaşadığım bu şehirde, bütün anılarım gözümün önünden geçti birer birer. Çocuklarım ve eşimin beni uğurlarken balkondan el sallamaları ve hayalimdeki mütebessim çehreleri siliniverdi bulutların arasında. Pamuk tarlalarını anımsatan, bembeyaz bulutların üzerinde bir yolculuk başladı gurbete doğru. Tarif etmekte zorlandığım bir yalnızlık sardı ruhumu. Acaba bir daha dönebilecek miydim doğduğum, büyüdüğüm, okuduğum, sevdiğim bu topraklara.? Acaba bir kere daha bir semaverin başında dostlarla muhabbet edip demli çaylarımızı yudumlayabilecek miydik?
Zihnimi meşgul eden istifhamları cevaplamak ve ruhumu teskin etmek yine bana düştü. Her ne olursa olsun, her nerede olursak olalım, her birimiz gittiğimiz yerlerde ülkemizin temsilcileri değil miyiz? Bütün manevi ve ahlakî değerlerimizi, hamiyetperverliğimizi, insanımızın dünyanın dört bir yanında eğitim adına ortaya koyduğu civanmertliği, hakperestliği, insanca yaşama ve yaşatma mefkûresini anlatmalı, duygularımızla, davranışlarımızla, beyanlarımızla ortaya koymalı değil miyiz? O halde ne gam, ne keder? Rabbim, gideceğimiz beldeleri bizlere hayırlı kılsın, bizleri de oraların ahalisine hayırlı eylesin ve onlara sevdirsin.
Böyle bir yakarıştan sonra ruhumu tatlı bir huzur kapladı. Sahabe efendilerimiz aklıma geldi birden. Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) vefatından sonra her biri dünyanın dört bir yanına dağılmışlardı da geriye dönen olmamıştı. Bir bayrak gibi İslam’ın nurlu çehresini bütün kıtalara taşımışlardı. Bu asrın dertli hatibinin ifade ettiği gibi, bu bayrak gele gele bize kadar gelmiş ve bu emaneti cihanın her bir köşesine ulaştırmak, bizlere bir hedef olarak verilmişti.
Farklı duygu ve düşünceler arasında, yaklaşık iki buçuk saat süren yolculuğumuz, bulutları yararcasına, Kahire’nin yüzyıllar ötesinden siluet gibi yansıyan, enfes tarihî manzaralarını tamâşâ ederek havaalanına indik. Kasım ayında olmamıza rağmen, ılık bir havası vardı buranın.
Bir ev kiralayana kadar, değerli bir hocamızın evinin teras katında kalacaktık. Bu teras, Kahire’deki hatıralarımızın ilk durağı, adeta bir botanik bahçesi gibi, asma çiçekleri, kaktüs, karpuz, nar, mango ve farklı farklı ağaç ve bitkilerden müteşekkil, ahşap kameliyesi, mutfak, kitaplık, banyo-tuvalet ve bir odadan ibaret mütevazı bir mekandı. Bir taraftan yapacağımız işleri planlıyor, bir taraftan da benim gibi kiralık ev arayan bir kaç arkadaş ile birlikte ev arıyoruz. Türkiye’de bıraktığım ailem, buraya gelmek için, benim ev tutup eşyaları yerleştirmemi bekliyorlar. Nihayet inşaatı bitmek üzere olan güzel bir bina bulduk. Diğer arkadaşlarla birlikte birer dairesini kiraladık. Birkaç hafta sonra yeni binamıza geçtik. Zaruri olan fırın, buzdolabı, çamaşır makinesi gibi eşyaları, çocukların yataklarını aldık ve bir iki halı sererek oturulacak hale getirdik. Komşularım, daha önce tanıdığım, herbiri kendi alanında oldukça mahir değerli arkadaşlarım idi. Böyle güzide insanlarla aynı binada komşu olunca, ailece gurbeti hissetmedik diyebilirim.
Burada, Türkiye’den ve dünyanın farklı yerlerinden gelmiş çoğunu tanıdığım çok değerli kişiler vardı. Bunlardan biri de rahmetli Ali Bayram Abi idi. Evinin bir iki sokak ötede bize yakın olduğunu öğrenince, eşimle beraber ziyaretine gittik. Sağlık problemlerini hissettirmemeye gayret gösteriyor ve ilk günlerin heyecanıyla unutulmaz hatıralarını gözyaşları eşliğinde, sanki anıları yeniden yaşıyormuşçasına anlatıyordu. Konuşurken gözleri hep uzaklardaydı. Karşımda mücessem bir tarih oturuyordu. Kim bilir bir sinema şeridi gibi gözlerinin önünden ve zihninden neler neler geçiyordu. Kazakistan Almatı’da başlayan gurbet serüveni, orada insanlığa hizmet adına gece gündüz demeden koşturması, verdiği ikramlarla, sofrasında farklı insanları bir araya getirmesi, gurbet ellerde toprağa defnettiği yol arkadaşları, Kazakistanda gençlerin ve çocukların bir baba şefkati gibi onun gölgesine sığınmaları. Devlet idareciler ile diyalogları, cesareti ve sorunları çözmedeki engin mahareti . Hasret köprülerini inşa ederken aktif rolünü en iyi şekilde icra etmesi.
Azerilerin Qara Yanvar dedikleri Sovyet birliklerinin Bakü’ye girerek ikiyüze yakın insanı öldürdükleri “Kara Ocak” katliamından sonra, Ali Bayram abi Zaman Gazetesi aracılığıyla Azerbaycan’a yardım kampanyası organize eder, “komşusu açken tok yatan bizden değildir” hadisiyle ilgili makalesi sürmanşet olarak yayınlanır ve yüz kamyondan fazla yardım gider. Haydar Aliyev ile diyalogları ve Aliyev’in memnuniyet ve vefa ile mukabelede bulunması.
Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın ilk referans mektubunu Nursultan Nazarbayev’e iletmesi için Ali Bayram abiye teslim etmesi, onun diyalog adına ne kadar etkili olduğunu göstermektedir. Onun, farklı coğrafyalarda eğitim adına ortaya koyduğu hizmetleri inşaallah kitaplar halinde yazılacaktır diye ümit ediyorum.
Ali Bayram abi, adanmışlık ruhuna sahip olma halinin hakkalyakîn mertebesi, önce sebeplere riayet ve sürekli dua ve gözyaşıyla Hakk’a müteveccih haliyle, sağlık problemlerine rağmen, burada da her hayırlı toplantıda hazır bulundu. Sürekli ümit aşıladı, tecrübe ve tavsiyeleriyle yol gösterdi. Her sohbetini dualarla taçlandırdı. Bu zaman zarfında birçok kişi yakınlarını kaybetti. Fakat hiç kimse Türkiye’deki yakınının cenazesine iştirak edemedi. Burada gıyaben cenaze namazları kılındı, hatimler okundu. Tıpkı Kazakistan’da Ali Bayram abinin gölgesine sığınan gençler gibi bizler de, onun gölgesinde hep umut solukladık yıllarca.
Ama birgün bir haber aldık ki Ali Bayram abi ruhunu rahmana teslim etmiş. Hepimiz evinde toplandık, hatimler okumaya başladık derken evin önünde cenaze namazını kıldık. Kahire’de kendisine tahsis edilen yere, memleketinden ve akrabalarından uzak, bir garib olarak defnedildi.
Her şeye rağmen hayat devam ediyordu. Günü geldikçe birçok arkadaş, kimi ailesiyle, kimisi ailesini burada bırakarak daha sonra bir araya gelme ümidiyle, başka ülkelere hicret etmek zorunda kaldı. Bu gidişler, ah bu ayrılıklar.. hele şu masum çocukların gözyaşlarıyla vedalaşmaları.. belki bir daha görüşememe kaygısı.. ah gurbet, sen ne yaman birşeysin.
Ve birgün Enes kardeşimizin vefat haberiyle herkes sarsılır. Enes, ömrünün baharında, gök mavisi gözleriyle gencecik bir küheylan. Henüz el Ezher Üniversitesinde geleceğin ümidi, çalışkan talebelerden. Üzücü bir kaza neticesinde hayatını kaybeder. Ailesi Türkiye’de, onların gelmesi bekleniyor. Bu ne büyük acı. Evlatlarının cansız bedenlerini koklayarak gurbet ellerde toprağa verdiler ve Enes’lerini burada bırakarak mahzun ve kederli olarak geriye döndüler.
Bu ölümler, sahabi efendilerimizin ölümlerine ne kadar da benziyor. Hicret diyarlarında, hiçbir dünyevi menfaat beklemeden, Hakk’ın yüce adını cihanın herbir köşesine ulaştırma gayesiyle, nefesinin yettiği yere kadar koşturmak ve kalb ritmlerinin durduğu yerde küheylanlar gibi yığılıp kalmak. Yoksa siz, “kardeşlerim” diye müjdelenen melekler misiniz?
Yine bir kuşluk vakti uykuyla uyanıklık arasında bir haldeyken, eşim ağlayarak yanıma geldi ve Beyhan Abla.. dedi. Beyhan Abla vefat etmiş. Sanki rüyada duyduğum bir sesleniş gibi geldi bana. Bir an önce oraya gidelim dedi. Alelacele giyindim ve eşimle beraber evlerinine gittik. Dışarıdaki kalabalığı görünce, inanmak istemediğim bu habere inanmaktan başka çarem kalmadı.
Beyhan abla ve eşi Fikret beyi yıllar öncesinden tanıyordum. Istanbul Libadiye’deki evlerinde kaç defa iftar sofrasında bir araya gelmiş, Fikret abinin hatıralarını dinlemiştim. Onun sofrasının letafeti ve düzeniyle misafirlere ne kadar ehemmiyet verdiğini eşime defalarca anlatmışımdır. Yıllar sonra tekrar burada bir araya gelmek nasip oldu.
Burada da evi ve sofrası misafirlerle doldu taştı. Hastalıklarından dolayı sürekli doktor kontrolünde olmasına rağmen, arkadaşlarıyla beraber bütün hayırlı işlerde hep ön önlerde oldu. Eşi ve büyük kızı Kanada’da, oğlu Amerika’da, kendisi ve küçük kızı burada kalmışlardı. Kanada’daki aile birleşim işlemleri bittiğinde ailece Kanada’da buluşacaklardı. Neredeyse üç senedir eşinden ve evlatlarından uzak kalmıştı. Nihayet işlemler bitmiş ve Kanada’ya biletler alınmıştı. Artık gün sayıyorlardı küçük kızıyla beraber. Yıllar sonra kavuşacaklardı. Son gecesinde bayanlar Beyhan ablanın evinde toplanmışlar, çay içip sohbetler yapmışlar. Durumu gayet iyiymiş. Fakat takdîr i İlahî, sabah namazından sonra evladının gözleri önünde ruhunu rahmana teslim eylemiş. O da evlatlarından, eşinden ve akrabalarından uzak, bir garip olarak Rabb’ine kavuştu.
Cuma namazının akabinde, cenaze namazı kılındı. Buradaki bütün dost ve arkadaşların katılımıyla kabristana gidildi. En son mezara indirilirken ablaların kollarında küçük kızını getirdiler ve yıllardır sırdaş, yoldaş arkadaş olduğu annesine son bir defa baktı. Hıçkırıkları yürekleri dağladı. Her ne kadar arkadaşları yanında olsa da yapayalnız kalmıştı. Daha birkaç sene önce kalabalık bir aile iken, şimdi gurbet ellerde tek başına idi. Bir iki hafta sonra ablası geldi ve annelerini burada bırakmak zorunda kalarak, başka bir gurbet diyarına gittiler. Gurbet içinde gurbet, hasret içinde hasret.
Birkaç sene içinde Mısır’ın bağrına üç emanet bıraktık. Onlar melekler gibi tertemiz uçup gittiler. Kısa hayatlarını hayırlar ve güzelliklerle doldurdular. Üçünden de Allah ebeden razı olsun, Cennetiyle mükâfatlandırsın, Firdevsiyle mesrur kılsın..

Alim Sariye
30.09.2021

Kızıl Alevler / Alim Sariye

Şimdi yangın yeri
Yaşadığım o yerler
Mazlumun bağrına düştü
Kızıl alevler
Dört bir yandan yükselirken
Feryad u figân
Ne ürperten sessizlik
Lâl kesilmiş bülbüller.

Umar mıydık ışık taşırken
Cihanın her köşesine
Sis çöksün semaya, ümitler savrulsun
Görmez misin yurdumda
Bir baştan bir başa leyl-i matem,
Zulmet zulmet üstüne..
Umar mıydık yürekler yansın kavrulsun.
Şimdi yangın yeri
Yaşadığım o yerler

Alim Sariye

Dikenli Yollar / Alim Sariye

Sırtımızda ardan bir gömlek, ayaklarımızda prangalar. Omuzlarımızda emanet küfeler, gözler yorgun ve uykusuz. Uykuya dalıp yumurtaları kırarız endişesiyle devamlı yürüyoruz uykusuzluğa inat. Kalplerimiz güvercin kalbi gibi rikkatli, gözlerimizde buğu buğu hazan yağmurları. Canlarımız dudağımızda, gözlerimiz ufukta.. Çıktık dikenli yollara, bir daha geriye dönmemecesine. Akabe’de olduğu gibi ellerimiz birbirine kenetlenmiş. Söz vermişiz Allah’a, bu emanetleri arızasız bir şekilde geleceğin ışık tayflarına emanet etmeye..

Her köşe başında, şeytanın binbir tuzak kurduğu bu yollarda bir vefa insanı olabilmek, avuçlarında kor ateşler taşımak gibidir. Bu ateşler yürek yaksa da, sabır ve metanetle dişini sıkıp, “Hakk’ın hatırı alîdir” düsturuyla yürüyenler, elbet birgün Allah’ın lütfu ile sahîl-i selâmete çıkacak, çilesini çektikleri mihnetli günleri yad ederken yürekleri hafiften burkulsa da, rıza ufkuna ulaşmanın süruruyla mest olacaklar. Zira nebiler de bu dikenli yolların en aziz yolcuları idi. Binbir çile ve ızdırapla karşı karşıya kaldılar. Asla yılgınlık göstermediler. Allah’ın yüce kudretine sığındılar ve hikmetle yol aldılar. Gün geldi bu dikenli yollar onlar ve onların arkalarında yürüyenler için bir cennet koridoru ve bir peygamber yolu oldu. Cayır cayır yakmak için atıldıkları alevler, onlar için berd-u selâm oldu. Diğer yandan bu dünyayı oyun ve eğlenceden ibaret zannedip boğazlarına kadar levsiyata gömülü çakırkeyf yaşayanlar ise her bir adımda dikenlere takılıp yüreklerini kanatırken, isyan ve inkar vadilerinde acınası halleriyle, adım adım yokluğu tadacakları ölüme doğru sürüklendiler.

Nice aşina çehreler bilirim bu yollarda.. dünya adına hiç bir varlığa sahip olmayan, sadece yaşatmak için yaşayan. Yerini, yurdunu terkedip, dünyanın farklı coğrafyalarında Cenab-ı Allah’ın yüce adını duyurma aşk ve heyecanıyla koşturup duran. Bu uzun yolların ancak kulluk şuurayla aşılabileceği bilinciyle sürekli uyanık kalıp metafizik gerilime geçen. Elinde avucunda ne varsa bir başkasıyla paylaşan. Bütün insanlığı sevgiyle bağrına basacak kadar geniş bir yüreğe sahip nice gönül insanları bilirim. Ocaklar gibi yanar da gam izhar eylemez. Daima dua, zikir ve tefekkürle gerilmiş, buğu buğu gözleri herşeyi anlatır. Başkalarının elemleri ile hüzünlenir, sevinçleri ile mesrur olur.

Fakat bütün bu güzelliklerin ve iyiliklerin, insanlık adına insanca davranmanın bir bedeli vardır. Bidayetten bu güne Allah’ın davasına omuz vermiş bir insan yoktur ki zulme, hakarete maruz kalıp derdest edilmesin. Peygamberler ve onlara tabi olanlar için çile ve ızdırap, yolun kaderi olmuş. Geçmişte nasıl zindanlara atılıp işkencelere maruz bırakılmışlar, başka beldelere sürgün edilmişler ya da aç susuz bırakılıp ölüme terk edilmişler ise bugünün kahramanları da türlü türlü iftiralara maruz kalmış, kadın-erkek, yaşlı-çocuk demeden kimileri zindanlara atılmış, kimileri de vatanlarından uzaklara sürgün edilmişler ya da işlerinden, mesleklerinden uzaklaştırılarak açlığa ve ölüme terk edilmişler.

Ama geceler asla ebedi değildir. Şafak sökün edince güneşin gamzeden ışık tayflarıyla karanlıklar sona erer, kuşların cıvıltısıyla ortalık bayram yerine döner. Kar-kış, tipi-boran.. gün gelir yerini bahara terk eder. Bahar, sıcacık meltemiyle, rengarenk desenleriyle, dağların ve ovaların çağlayıp coşmasıyla inanmış gönüllere inşirah salar. Kışın soğuğuna sabredenler, baharın lezzetleriyle mest olurlar. Karanlıkları ebedi zannedip sövenler, sabaha kavuştuklarında pişmanlıkla dizlerini döverler. Muvakkat elemler, zulümler elbet bir gün bitecek. Alev alev yanma pahasına, hakkı tutup kaldıranlar, kor gibi avuçlarında tutanlar, daha dünyada iken bunun mükâfatını göreceklerdir. Onlar ötelere uçarken, görevlerini ifa etmenin ve Hakk’a itaatin izzetiyle, onuruyla, tertemiz sineleriyle, vuslata doğru kanat çırpacaklar.

Ey dost! Kalbinin ve vicdanının sesini dinle. Şu koca kainatta cereyan eden hadiseler Cenab-ı Hakk’ın hikmetiyle icra edilmektedir. Bizler mahdud ilmimizle bu ilahî maksatları bilemeyiz. Biz, Kur’ân-ı Kerim ve sünnetin ışığında esbaba riayetle mükellefiz. Ana kaynaklarımızdan iyi beslenebilirsek hadiselerle baş edebiliriz. Eğer şu kısacık dünya hayatında inandığın değerlerden dolayı sıkıntı çekiyorsan, sana düşmanlık edenler tarafından baskı görüyorsan, bütün bunlara sabredip dimdik ayakta durabiliyorsan, doğru yoldasın demektir. Çünkü burası inananlar için bir imtihan meydanıdır. Bütün peygamberler, sıddıklar, salihler bu çileli yolda sarsılmadan yürümüşlerdir. Bu firkat asrında tahammül edilmesi zor hadiseler karşısında sabırla yoluna devam edenler arasında, takılıp yolda kalanlar da var. Başına gelen gaileler karşısında sabır ve şükürle mukabele et!
Asıl endişe etmesi gerekenler, bir eli yağda, bir eli balda, sıkıntılardan ve baskılardan uzak çakırkeyf yaşayanlar. Bunca mazlum ve mağdur karşısında lal kesilmiş, rahat ve rehavet düşkünleri akıbetlerinden endişe etsinler ve tir tir titresinler.
Evet bu meydan imtihan meydanı, bu dikenli yollar çile ve mihnet yolları. Varsın yollar dikenli olsun. Yeterki bizleri ebedi dostlara, Cennet’e ve Cemâlullaha ulaştırsın.. Amin.

Alim Sariye

Bir Yadigâr / Alim Sariye

Soğuk bir şubat akşamı; bir elimde kahverengi valizim, diğer elimde yıllara meydan okuyan sırt çantam. Sokak lambalarının titrek ışıkları altında uçuşan beyaz kelebekler misali, ince ince savrulan kar taneleri eşliğinde, yerdeki ayakkabı izlerinde donmuş buzların çıtırtısıyla yürüyorum. Bir tarafta kulaklarımda uğuldayan rüzgarın sesi, bir taraftan üzerine hevesle bastığım buzlatın çıtırtısı. İsmini koyamadığım bir melodinin nakaratları gibi her adımda solgun notalar. Hava öylesine soğuk ki, on dakikalık mesafe sanki bir saat gibi geliyor bana. Nihayet, yeni meskenim olacak öğrenci yurdunun kapısındayım ve anne kucağı gibi ruhumu saran sıcacık atmosferinde yeni arkadaşlarımla tanışma faslı başlıyor.

Kuşburnu ve kavak ağaçları arasında üç katlı mütevazi bir mesken burası. Bir öğrencinin en verimli şekilde derslerine çalışıp, huzurla dinlenmesi için dizayn edilmiş mükemmel bir ortam. Kütüphanesi, ibadethanesi, yemekhanesi, revir ve altlı üstlü ranzalardan müteşekkil istirahat odaları ve derslikleri olan, öğrencilere tahsis edilmiş, hayırseverlerin gayretleri ve himmetleriyle faaliyetlerini sürdüren bir ilim yuvası.

Yatsı namazından sonra, mütalaa için bir araya geldiğimiz sınıflarda derin bir sessizlik hakim. Herkes kendi dersine odaklanmış kemâl-i hassasiyetle konular tekrar tekrar gözden geçiriliyor, adeta zamanla yarışarak aydınlık yarınlara hazırlanıyorlar. Derslerini ve ödevlerini bitirenler uyku için odalarına çıkıyor. Uykusuzluğa direnen bir iki öğrenci kütüphanenin rafları arasında yeni bilgiler avlama peşinde. Ama yorgun gözler daha fazla dayanamıyor ve onlar da uyku için odalarına giderlerken bir öğrenci kalıyor sınıfta bir de ben. Arasıra benim de gözlerim kapanıyor fakat ödevlerimi bitirmeden yatmamaya kararlıyım.

Bir taraftan diğer arkadaşımı göz ucuyla süzüyorum. Önünde açılmış bir kaç tane kitap, elinde ahşap cetvel ile bazı satırların altını çiziyor, bazen de küçük not defterine birşeyler yazıyor. Masadaki yeşil plastik kabın içinde biraz su var. Suyun içinde beyaz bir mendil. Arasıra mendilin suyunu iyice sıkarak yüzünü, alnını ve enselerini ıslatarak zindelik kazanmaya çalışıyor, bir müddet sonra gözleri kapanmaya başlayınca aynı işlemi tekrar ediyor. Sabrına vurgun olduğum insan, bu nasıl sabır? Yanına gidip tanışmak istiyorum ama, öylesine konsantre olmuş ki, onun bu ahengini bozmak istemiyorum. Onu böyle gördükçe benim çalışma azmim daha da artıyor.

Kitaplarını toplayıp ayağa kalkınca hemen yanına sokulup selam veriyor ve kendimi tanıtıyorum. Başka bir şehirden geldiğimi, artık burada kalacağımı söylüyorum. Mütebessim çehresi ve memnuniyet izhar eden edasıyla o da kendisini tanıtıyor:
—Adım Yadigâr. Lise ikiye gidiyorum. Ben de başka bir şehirden geldim buraya. Yarın burada mütevelli heyetinin toplantısı var ve ben onlar için bir hazırlık yapıyorum.
Meğer aynı yaşta ve aynı sınıftaymışız. Konuşmalarındaki sadelik ve duruluk, tebessümündeki vakar ve ciddiyet, yüzündeki samimiyeti görünce, sanki gencecik bedeninde yetişkin bir arifin ruhu var zannedersiniz.

Ertesi sabah birer ikişer misafirler gelmeye başladılar. Bir müddet sonra yurdun önü tamamen arabalarla doldu. Yadigar misafirleri kapıda karşılıyor, onu gören yaşlı amcalar “Yadigar Hoca” diyerek boynuna sarılıyor ve alnından öpüyorlar. Büyük salondaki kanepelerde oturacak yer kalmadığı için daha sonra gelenler yerde oturmak zorunda kalıyorlar. Yurt müdürü İbrahim bey kısa bir konuşma yaptıktan sonra Yadigar’ı yanına çağırıyor ve misafirlere bir iki kelam etmek ister misin? diye soruyor. Yanaklarında kızıl alevler, alnında yağmur taneleri gibi ter. Estağfirullah hocam, siz nasıl münasip görürseniz.. Beyaz gömleğinin yakasına mikrofonu iliştiriyor, besmele ve dualarla konuşmasına başlıyor.

Ruhlara inşirah veren bir musikînin en tatlı nağmeleri gibi, pes perdesiyle başlayıp tiz ile biten, duygu yüklü notaların serencamı ile tekrar pes durağında hitama eren, beden dilinin hitabetle bütünleştiği böyle bir zerafet karşısında herkes mest oluyor, bu yaşta böylesine bir kabiliyet ve zekanın iman ve aksiyonla ruhlarda hasıl ettiği hakikatlere şahit oluyorlar.

Yadigar hoca şahadet parmağını yukarıya kaldırarak sohbetine devam ediyor; Yarın hesap gününde biz gençlere soracaklar; Büyükleriniz sizin okumanız için bütün imkânlarını seferber ederken sizler vazifenizi yerine getirdiniz mi? Dur durak bilmeden çalışıp, sizden sonra gelecek nesillere zemin hazırladınız mı? Yüce Allah’a karşı kulluk vazifenizi hakkıyla ifa ettiniz mi? Ailenize, milletinize ve vatanınıza karşı ilmen ve ahlaken hayırlı birer insan olmak için gayret gösterdiniz mi?
Siz büyüklere de soracaklar; Bütün imkanlarınızı bu neslin kurtuluşu için seferber ettiniz mi? Okuma imkanı olmayan talebelerin elinden tuttunuz mu? Dersaneler, yurtlar, üniversiteler açtınız mı? Dünyanın bir ucudan diğer ucuna bu insanlık hizmetini götürdünüz mü?
Eğer siz de bizler de bu sorulara müsbet cevap verebilirsek kurtulduk demektir. Şayet vazifelerimizi aksattıysak sırtımızda büyük bir vebal var demektir. Fakat bu âlî heyet görevini layıkıyla yapıyor ki bugün burada böylesine güzel bir çatı altında bizleri bir araya getirmiş. Allah’a şükürler olsun.

Ah Yadigar hocam! Yıllar ne çabuk geçti. Küçük bir kamyonetin arkasında seninle beraber birkaç talebe ile köy köy, kasaba kasaba dolaşarak zeytinyağı topladığımız günler. Ramazan ayında Yeniköy’de Mehmet abinin narenciye bahçesinde ağaçlara tırmanarak mandalina topladığımız zamanlar. Bekir abinin kiraz bahçesinde çeşmenin başında yaptığımız iftarlar. Kurban bayramı telaşesiyle fakir fukaraya et ulaştırmak için ölesiye koşturduğumuz dönemler. Kadir abinim üzüm bağındaki sohbetler ve orada kılınan namazlar, cırcır böcekleri eşliğinde hep beraber yaptığımız tesbihatler, dualar..
Ben şimdi yalnızlığın cenderesinde, mazinin unutulmaz besteleri hep dudaklarımda.. penceremin buğulanmış camlarını silip uzaklarda uçuşan martıları seyrediyor, akşamları bulutların arasında bir kaybolup bir ortaya çıkan mehtabı temaşa ederken, kendi kendime mırıldanıyorum. İnanıyorum ki şu anda benim seyrettiğim mehtabı Yadigar kardeşim ve bütün dostlarım seyrediyorlar. Selam dostlara..

Alim Sariye

Dev Aynası / Alim Sariye

Aynanın karşısında, dakikalardır hayran hayran süzüyorsun kendini. Başını bir sağa çeviriyor, bir sola, bir üstten bakıyorsun, bir alttan. Yüzünde laubali bir sırıtma. Var mı benim gibisi? elimi sallasam ellisi. Bütün anneler, kızlarını senin için doğurmuş sanki. Bir kaş göz işaretin yeter. İstediğini alır, istemediğini red edersin. Ama sana göre, seni red edecek birini henüz doğurmamıştır analar.

Ucuz marketler zincirinden aldığın saç jölesini itinayla kafana sürüp, ellerinle bastırarak, dana yalamışçasına saçlarını yana yatırdıktan sonra, dayıoğlunun sana hediye ettiği güneş gözlüğünü takıp, bedenine iyice dar gelmeğe başlamış gri montunu da zorlayarak giyiyor, fermuarını birkaç denemeden sonra yarısına kadar çekebiliyor ve aynaya son defa bir göz atıp tekrar sağa ve sola dönüyorsun. Önden yapıştırdığın saçların normal görünse de arka taraflarını sorma gitsin. Minibüs durağına giderken köşedeki büfeden en ucuzundan bir paket sigara alıp montunun sol iç cebine koyuyorsun. Biraz sonraki seremonide lazım olacak.

Minibüste oturacak yer olmadığı için ayakta iki büklüm olarak şehrin meydanına zor atıyorsun kendini. Ama minibüsten inişini tarif edemem. O ne letafet, ne nezaket. Saçlarını ve gözlüğünü ellerinle bir daha kontrol ediyorsun. Göbeğini saklamak için iyice karnını içeriye çekiyorsun. O sigarayı çıkarışın, muhtar çakmağını birkaç defa çaktıktan sonra sigarayı yakışın, hele hele o dumanları yukarılara üfleyişin. Meydana teşriflerinizi henüz fark etmedi hiç kimse. Sen de hafif hafif gözlerinle kolaçan ediyorsun etrafı. Az sonra insanlar seni fark edecek ve seni Brad Pitt zannederek imzalı resim isteyecekler. Ama aradan yarım saat geçmesine rağmen kimse fark etmedi seni. Belki gözlüklerini çıkarsaydın tanırlardı. Bu nasıl bir hayal kırıklığı. Sonra otopark duvarının dibine çöküp, dişlerini gıcırdatarak yarım paket sigarayı içiyorsun oracıkta.

Varoş mahallesinde fakir bir ailenin haşarı oğlanı imajını kamufle etme gayretleri daha ne kadar devam edebilir? Ailenin bütün imkanlarını senin okuyup hayatını kurtarman için seferber ettiği halde sen, defalarca okuldan kaçarak ya sinemaya, ya futbol maçlarına, ya da senin gibi diğer kaçkınlarla beraber metropolün karanlık ve gizemli sokaklarında volta atıp en değerli zamanlarını törpüledin acımasızca. Etrafında onca güzellik varken, türlü türlü entrika ve kaoslarla dolu karanlık menfezlerde huzur ve sükunet aradın. Sen, hayaller aleminde yaşıyorsun. Herşeyi oyundan eğlenceden ibaret zannediyorsun. Cehaletin düşünmene engel oluyor. İçindeki manevi boşlukları mülevves şeylerle doldurup, nefsini geçici zevklerle avutmak istiyorsun.

Öylesine kaptırdın ki bu hayal alemine, kendini başkalarından ayrıcalıklı gördüğün için sanki bütün hastalıklar ve ölümler hep başkaları içindir. Depremler, felaketler, trafik kazaları başkalarının kaderidir. Hep başkalarının çocukları vatan için şehit olur. Fakirlik ve yaşlılık sana göre değildir. Mektep-medrese görmediğin için olayları anlama ve yorumlama sıkıntısı çekiyorsun. Mürekkep yalamış birilerinin yanında dut yemiş bülbüle dönüyor, fikirle mukabele edemediğin için küfürle ve şiddetle kavgaya sebep oluyorsun.

Müsbet manada sığınacak bir yerin olmadığı için, siyaset cereyanına kapılarak taraf olduğun tarafın fanatik bir savunucusu oluyor, karşındaki bütün değerleri tahkir ediyor, herkesi düşman görüyor, tutunduğun zeminin yok olup gitmesi endişesiyle tir tir titriyorsun. Bu korku sende hastalık haline geliyor ve narsist biri olarak sürekli saldırgan kavgacı ve iftiracı olarak toplum nezdinde güvenilirliğini kaybediyorsun.

Televizyon dizilerindeki renkli hayatlar, senin için önü alınamaz bir tutkuya dönüşmüş. Kendini ve hayatını oradaki karakter ve hayatlarla özdeşleştiriyorsun. Fakat bu diziler tamamen bir oyundan ibaret. Zengin, genç ve yakışıklı iş adamları, konaklardaki lüks hayatlar, lüks arabalar, kadınlar, ziynet eşyaları, uçaklar, tatiller, emek vermeden köşeyi dönmeler.. Ama senin hayatın ve varlığın gerçeğin tamamen kendisi. Don Kişot’un yel değirmenlerine kılıç sallaması ne kadar gerçeklerle bağdaşmıyorsa, senin de kendini dizinin içinde bir karakter olarak kabul etmen, rüyada Mississippi’de oltayla balık avlaman gibidir.

Haydi gel! seninle Kız Kulesi’nin karşısında oturup çaylarımızı içelim. Şöyle etrafımıza dikkatlice bir bakalım. Şahit olduğumuz bunca güzellikler bize ne anlatıyor? Bu denizler, martılar, su üzerinde yüzen kocaman gemiler, tam karşımızda inci gerdanlık gibi dizilmiş yüzyıllardır tarihe maydan okuyan devasa mabetler ve camiler. Şadırvanlarında buz gibi sularla taptaze abdestlerini alarak bu camileri dolduran binlerce, yüzbinlerce insanlar. Minarelerden günde beş vakit dalga dalga kainata yayılan ezanlar. Bu denizlerin derinliklerinde yaşayan çeşit çeşit ve rengârenk canlılar. Semanın derinliklerine doğru muhteşem bir mizanla dönüp duran kehkeşanlar. Bütün bu sistemlerden bize bahseden Kur’ân-ı Hakîm bizlere neler anlatıyor? Zindanlarda suçsuz yere ömür tüketen masumlar, çocuklarına hasret, sütlerini toprağa sağan anneler, yurtlarını yuvalarını terk edip hicret yollarına düşenler bize neyi anlatıyor.? Unutma bu dünya adalet üzerine dönüyor. Eğer adalet yoksa herşey yerle yeksan olacak demektir..!

Alim Sariye

İlk Göz Ağrım / Alim Sariye

Uzun süredir okumak isteyip bir türlü fırsat bulamadığım Cengiz Aytmatov’un “Gün Olur Asra Bedel” kitabını okumaya karar vermiştim. Masamda küçük bir tabakta Kırgızların meşhur siyah kuru üzümü ve duble bardakta Türk çayı. Ortam tamamen müsait. Kendimi olaylara ve mekanlara öylesine kaptırmışım ki, galiba bu kitabı bu gece bitiririm diye düşünüyorum. Bir taraftan da bizim çocuklar Monopoly oynamak için yere sofra serer gibi oyun platformunu sermişler, fakat oyun için bir elemanları eksik. Kendi kendime eyvah bunlar beni oyuna çağıracaklar diye düşünürken;
—Baba bu oyunu oynayabilmemiz için bir kişiye daha ihtiyacımız var, bizimle oynar mısın? dediler. Ben bu oyunu bilmiyorum ki dediysem de fayda etmedi, biz sana öğretiriz diyerek bana yer açtılar. Neyse oyuna başladık fakat bir müddet sonra onlar arayı açmaya başladılar. Peki birinci olan ne kazanacak? diye sorduğumda, birinci olan birşey kazanmayacak fakat kim sonuncu olursa, yarın kahvaltıyı o hazırlayacak. Maksat hasıl olmuştu. Belli ki kahvaltıyı ben hazırlayacaktım.
Vakit epey geç olmuş. Horozlar sabah namazı için ötmeye başlamışlar bile. Gözlerim satır aralarında bir kapanıyor bir açılıyor. Bir taraftan yabancı dil için aldığımız derslerin tekrarını yaptım, sabah namazı, tesbihat derken güneşin ilk ışıkları flamboyant ağaçlarının kıpkırmızı çiçeklerinde yansımasıyla oluşan muhteşem manzara eşliğinde kahvaltı hazırlıklarına başladım. Patatesleri kaynattım ve incecik kabuklarını soyarak kare şeklinde parçalara böldüm, kavrulmuş soğanlara toz biber, salça, tuz ve değişik baharatlar ekleyerek kızgın ateşte harmanladım. Ocağın üstünde fokurdayan demliği demledim. Peynir, zeytin, reçel, yumurta derken mütevazi bir kahvaltı masası hazırladım. İşin en zor kısmı, ev ahalisini kaldırıp kahvaltı masasına oturtmak. Allahtan beni fazla uğraştırmadılar.
Kahvaltı sırasında sosyal medya haberlerini takip ederken, değerli bir kardeşimin deklanşöründen yansıyan, köyümüzün resimleri arasında yukarıda paylaştığım fotoğrafı görünce: Ah ilk göz ağrım dedim. Yıllar seni ne kadar yıpratmış. Nasıl da meydan okumuşsun yalnızlığa ve kimsesizliğe. Karaahmet Köyü İlköğretim Okulu. Bahçesinde cıvıl cıvıl talebelerin koşturduğu günler geldi aklıma. Kavuniçi rengin ve bembeyaz çerçeveli pencerelerinle her çocuğun ilk göz ağrısı olmuştun.
Seni en son 2004 yılının Ağustosunda, yani 17 sene önce görmüştüm. Kalbimin atışlarını bastıra bastıra gelmiştim sana. Beni hatırladın mı? diye sorduğumda, hiç cevap vermemiştin bana. Ben de gözlerimi kapatmış, belki arkadaşlarımın seslerini duyarım diye dakikalarca beklemiştim ama duyduğum tek ses, sessizliğin sesi ve kulaklarımda uğuldayan rüzgarın sesiydi. Hiç kimse yoktu. Ne talebeler, ne Azmi hoca, ne Mehmet hoca, ne de Binnaz hoca. Sadece ben ve benim gibi harabeye dünmüş sen vardın. Camlar sökülmüş, badanalar dökülmüş, pencere yerlerine tenekeler çakılmış. Sınıflarda ot ve saman yığınları. Taşımalı eğitime geçildikten sonra, Anadoludaki birçok okul gibi senin kaderine de yapayalnız kalmak düşmüştü. Bilmemki daha kaç sene dayanabileceksin?
Yıllar önce, bir bahar akşamı Azmi hocam ve arkadaşları babamı ziyarete gelmişlerdi. Ben henüz okula başlamadığım halde harfleri öğrenmiş, adımı ve soyadımı yazabiliyordum. Onlar çaylarını içerlerken ben bir kağıt üzerine bazı şeyler yazarak kendisine verdim. Bana; aferin, kimden öğrendin bunları? Yarın hemen okula gel tatile kadar dersleri takip et dedi. Ertesi gün okula gittim ve tatile kadar epey birşeyler öğrendim. Heyecanla okula başlayacağım günleri iple çekmeye başladım. Babam önlüğümü, çantamı ve kalemlerimi almıştı. Neyse yaz tatili bitti ve benim okul kaydımı da yaptırdılar. O zamanlar simsiyah önlüklerimiz vardı. Hatta okulun tahtası bile siyahtı ve biz “kara tahta” derdik. Tahtamız ve önlüklerimiz siyah olsa da, bütün öğrencilerin siması bembeyaz güvercinler gibi apaktı.
Yukarıdaki fotoğrafta solda gördüğünüz iki pencerenin olduğu yer dördüncü ve beşinci sınıflara aitti. Sağdaki üç pencereli kısım, birinci, ikinci ve üçüncü sınıfların karma eğitimle okuduğu büyük sınıftı. Sınıfın ortasında büyük bir soba vardı. Kış aylarında nöbetçi öğrenci okula erken gider, sobayı yakar ve temizliğini yapardı. Ayrıca her gün sırayla poğaça yapılır ve öğrencilere dağıtılırdı.
Kışın aniden kar bastırır ve okulun yolu kapanırdı. Fakat büyüklerimiz hemen işe koyulur ve tahta küreklerle okula kadar patika yollar açılır, o daracık geçitten okula giderdik. Hiç unutmam bir gün ellerim o kadar üşümüştü ki, sınıfa girer girmez ağlamaya başladım ve hemen sobanın başına koştum. Meğer sobaya tutmamak gerekiyormuş ve Binnaz hocam ellerimi avuçlarının içinde üfleyerek ısıtmıştı. O kadar şefkatli ve yardımseverdi ki, babamla benim yalnız yaşadığımızı bildiği için, okulum bitene kadar her gün okul çıkışında yemek, pilav, salata türü şeyler hazırlar ve bunları babanla beraber yiyin derdi.
Mehmet hoca talebelerin başarısını artırmak için, birincilik, ikincilik ve üçüncülük madalyaları hazırlar, her gün kim hak ettiyse ona takar, her öğrenci o madalyanın birini takabilmek için var gücüyle çalışırdı. Azmi hocanın takdire şayan plan ve programları, başarıya giden yolda ve gelecekte üniversite ve mastır alanında hedefe ulaşmanın metodolojisini daha işin başından itibaren uygulamaya koymuş ender eğitimcilerden biriydi.
Bu harabeye dönmüş binadan nice öğretmenler, hukukçular, emniyet amirleri, başarılı iş adamları, mühendisler ve yazarlar çıktı. Bizler için bir gurur abidesi oldun. Sen yüzlerce talebeyi bağrına bastın. Ne olur boynunu bükme! mahzun olma.!
Görüyorsun ömür dediğin ne kadar kısa. Ölüm ne kadar yakın. İzleri mazide kaybolmuş hatıralar, zamanlar, mekanlar ne kadar uzak. Kaybettiğimiz nice dostlarımız var. Bunlara sen şahitsin. Bir daha kavuşmaya zaman yetmiyor. Aramızda sıra dağlar, okyanuslar var. İhtimal, bizim kavuşmamız için de zaman yetmeyecek..!

Alim Sariye

Ey Gönlü Kırığım! / Alim Sariye

Sen, yürüdüğünde baharlar yürürdü ardından, çiçekler yürürdü. Ayak bastığın kurak topraklar çemenzare döner, ellerini semaya kaldırıp dua dua yakardığında gözyaşlarınla beraber rahmet sağanağı boşalırdı mis kokulu bahçelerine. Bülbüller en mutena bestelerini icra ederlerdi rengarenk çiçeklerin arasında tebessüm eden nadide güllerinle.

Uğradığın her mekân huzurla dolar, beraber çay yudumladığınız dost meclislerinde farklı bir atmosfer oluşur, duruşundaki zerafeti ve letafeti süzen bakışlar, senin dudaklarından dökülecek tatlı beyanlara pürdikkat kesilirdi.

Hangi eve misafir olsan, orası dolup taşar, çocuklar ve gençler oyunlarını yarıda bırakıp sana koşarlardı. Belki hepsinin idealinde senin gibi birisi olmak vardı. Onlara hediye olarak verdiğin kitapları tekrar tekrar gözden geçiriyor, bazıları da senin şiirlerini ezberleyip ev ahalisine okuyordu. Kabına sığmayan bu haşarı çocuklar tamamen değişmiş, tıpkı senin gibi konuşmaya, senin gibi oturup kalkmaya başlamış, kısa zamanda anne babaları ve mahalledeki yaşlılar tarafından takdir edilen munis, akıllı çocuklar olmuşlardı.

Yaz tatillerinde gençlerin başıboş kalmaması için, derme çatma bir yeri yeniden dizayn eder, orasını adeta kütüphaneye çevirir, öğrenmeye muhtaç bu taze dimağlar menfi cereyanların etkisine kapılmasın diye üzerlerine titrer, onlara ilmî, ahlâkî, edebî dersler yapar, tarihimizi, ecdadımızın fedakârlıklarını ve manevî değerlerimizi, bu dünyaya gönderiliş gayemizi, vatanımıza ve milletimize olan vazifelerimizi öğretir, bir deniz feneri gibi onların yollarını aydınlatırdın.

Seni seven herkes biliyorki senin gaye-i hayâllerin var. Sen, bu hayallerin uğruna aileni, akrabalarını, doğup büyüdüğün yerleri terkedip, hasret ve hicran yudumlayarak gurbet yollarına düştün. Çünkü bir gayesi ve mefkûresi olanlar diyarlarını terk etmeliydi, tıpkı peygamberler gibi, onların izinden yürüyen salihler gibi, tıpkı atını Atlas Okyanusu’na süren Ukbe bin Nafî gibi. Karşısına okyanus çıkıp yol bitince ‘’Allahım karşıma derya çıkmasaydı, Sen’in yüce adını deniz aşırı ülkelere de götürecektim’’ der. Sen de bir zamanlar atının üzerinde kıtalar dolaşmış, diriliş muştuları sunmuştun.

Şimdilerde bakıyorum da kendini yalnızlığın ve kimsesizliğin kollarına bırakmış, gözlerin dolu dolu maziye hasret çekiyorsun. Bir deli rüzgar ve fırtına bahçeleri talan etmiş, bülbüllerin yokluğunda her tarafı saksağanlar kaplamış, köprüler yıkılmış, yollara zift döküp yakılmış, Taif’in çılgın çocukları gibi, gözü dönmüş kitleler gül tutan ellere taş atıp duruyorlar. Varsın atsınlar. Herkes karakterinin gereğini sergiler. Nihayetinde onlar hüsrana uğrayacak, kaşı gözü yarılanlar bir imtihan cenderesinden geçerek Hakk’ın rızasına ulaşacaklar inşaallah.

Hadi gel! bir kere daha bismillah diyelim yola koyulalım. Çoğu gitti azı kaldı. Kim bilir Cenab-ı Hakk, Hazreti Musanın asasına mucizevi bir vazife gördürerek denizleri yarması gibi, Hazreti Yunus’u bir semeğin karnında muhafaza ederek onu sahil-i selamete çıkarması gibi, yakın bir gelecekte bu kadar muzdarib sineyi, kadını, çocuğu, yaşlısıyla, gurbet diyarlarında her türlü çile ve ızdırap karşısında sabırla, metanetle dimdik duran masum ve masumelerin hatırına, umulmadık bir anda sahil-i selamete çıkarsın.

Alim Sariye

Garipler Diyarı / Alim Sariye


İnsan, ruhlar aleminden anne rahmine, mahiyetini ihatâ edemediği bir sırlı mekâna, oradan dünya hayatının mebdei olan çocukluğa, hayatın esrarını ve gayesini yeni yeni idrak etmeye başladığı gençliğe, fakru zaruret içinde bir başkasına muhtaç ve nisyanla malul ihtiyarlığa ve kabir, berzah, haşir meydanından cennet veya cehenneme uzanan bu uzun yolun garip bir yolcusu. Öyle bir yol ki Yunus’un deyimiyle: Bu yol uzaktır menzili çoktur, / Geçidi yoktur derin sular var.
Bizler, bu diyar-ı gurbette ve bu imtihan arenasında binbir çile ve ızdırapla gerilmiş bir sürü öksüz. Ebedi istirahatgâhımıza gitmek için urbalarımıza doldurduğumuz azıklarımızla ve bize hediye edilen yirmi dört altın ve seyahat biletlerimizle bu istasyonda arâm etmiş, bizleri ebetlere taşıyacak şimendiferi intizar ediyoruz. Sanki bir ağacın gölgesinde muvakkaten dinlenecek kadar kısadır dünya hayatımız.Burası bir imtihan meydanı olduğu için çile ve ızdıraplarla yoğruluruz çoğu zaman. Bazen yerin altındaki mağmalar şiddetle infilak eder ve yanardağları delerek ortalığı Cehenneme çevirirler. Bazen nehirler, denizler ve okyanuslar sularını geri çeker ve bu devasa dalgaları tsunami şeklinde insanların yaşadığı beldelere boşaltarak ne var ne yok herşeyi azgın sulara sürüklerler. Bazen de insanlar, derin uykularındayken veya herkes kendi işiyle meşgul iken, yeryüzü lerzeye gelir, yerin altındaki fay hatlarının gayz ve şiddetle kırılıp parçalanmasıyla her bir taraf beşik gibi sallanmaya başlar ve koca koca binalar yerle bir olur. Nice melek yüzlü canlar beton yığınları altından kurtarılamayarak ötelere uçarlar. Her şey unutuldu derken, gökyüzünü kaplayan simsiyah bulutlardan, ateş çakan şimşeklerin, kulakları sağır eden uğultularıyla bir tufan belirir, ağaçlar köklerinden sökülür, bağ ve bahçeler bütün semereleriyle derin sulara gark olurlar.
Acaba baharı ve pırıl pırıl güneşli günleri görecek miyiz diye düşünürken, bu defa bir virüs kasırgası bütün insanlığı esaret altına alır, milyonlarca insan çaresizlik içerisinde ruhlarını teslim ederken, meydana gelen ekonomik krizler tüm insanlığı olumsuz yönde etkiler.
Bazen çaresiz hastalıklara mübtela olur, bazen en yakınımızdakilerin hastalıkları belimizi büker, hiç beklemediğimiz bir anda bir yakınımızın vefatıyla irkiliriz. Bazen de iflas eder, elde avuçta ne varsa hepsini kaybederiz. Hayat debeddül ve teğayyürden ibarettir. Her an bir değişim ve dönüşüm yaşarız.
Semavî ve arzî afetler bizim takatimizin üzerindedir. Bu felaketler bizim ne kadar aciz ve zayıf olduğumuzu gösterir ve her şeyi yaratan, bütün alemleri evirip çeviren, gaybı bilen ve herşeye gücü yeten Kadir-i Zülcelal’e iltica eder, dua dua ondan istimdât ederiz.
Bizler biliyor ve inanıyoruz ki; asıl ebedî yurdumuz, Cemâlullah ile müşerref olacağımız, nebiler, sıddikler ve salihler diyarı olan Cennet yurdu. Bediüzzaman’ın ifadesiyle “Sen burada misafirsin ve buradan da diğer bir yere gideceksin. Misafir olan kimse, beraberce getiremediği bir şeye kalbini bağlamaz.”
Garipler diyarı dediğimiz bu dünyada musibetler, hastalıklar ve sıkıntlılar Allah’ın takdir ettiği şekilde tecelli edecektir. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurdular ki: Bu dünyada, sanki gurbete gitmiş bir gün yuvasına tekrar dönecek biri gibi ol veya gelip geçici bir yolcu gibi ol.
Madem bu dünya bir misafirhanedir, öyleyse bir misafir gibi yaşayacağız. Dökmeden, kırmadan, kötü söz söylemeden, bizlere takdir edilen her şeye rıza göstererek, ihlas ve tevazu ile ötelere uçarken, tertemiz ve samimi niyetlerimizle nihayetsiz bir aleme kanat çırpacağız inşaallah.

Alim Sariye

WordPress.com'da bir web sitesi veya blog oluşturun

Yukarı ↑