HAYATIN TEORİSİNDE KAYBOLAN KARAKTER: OBLOMOV/ Mehmet Akbaş

Oblomov, İvan Aleksandroviç Gonçarov’un sayılı birkaç eserinden en meşhur olanıdır. Gözlemci bir okuyucu bu kitabı okurken birçok kaynağa bakması ve değişik başlıklarda Google araştırması yapması gerekebilir. Çünkü Oblomov birçok bilim dalının ustaca meczedildiği bir eser. Ekonomiden felsefeye, sosyolojiden psikolojiye oradan pedagojiye birçok alana dokunur yazar. Bunun nedeni, kanımca, Gonçarov’un yöneticilik dahil devletin birçok kademesinde görev yapmasının yanı sıra babasının geniş topraklara sahip bir tüccar olmasıdır. Bu durum yazara geniş bir alanda gözlem yapma imkanı sunmuştur. Yüksek öğrenimini dilbilim fakültesinde yapan Gonçarov edebi yönünü pekiştirip yazım sanatının inceliklerine mektepli olarak vakıf olmuştur.

Eser ilk olarak 1849 yılında bir dergide Oblomov’un Rüyası başlığı ile yayımlanmıştır. Daha sonra bu taslaktan yola çıkan yazar, 10 yıl kafasında taşıdığı Oblomov’u 1 ay gibi kısa bir sürede yaklaşık 600 sayfalık bir metne dönüştürmüştür. Kitap bu şekliyle 1959 yılında basılmıştır. 

Kapitalizmin etkilerinin yavaş yavaş Rusya’da görülmeye başlandığı bir döneme denk gelen kitap ülkede büyük yankı uyandırmış elden ele dolaşmıştır. İlk bakışta tembel bir Rus soylusunun hayatta karşı karşıya kaldığı durumlara verdiği ruhsal, düşünsel ve fiziki tepkiyi anlatan bir kitap olan Oblomov; dünya edebiyat literatürüne Oblomovluk tabirini sokmuştur. Eser o dönemde Rus edebiyatında işlenmeye başlayan uyuşukluk, hareketsizlik olgularından dolayı her mecliste tartışılır olmuştur.

Başta bahsettiğimiz sosyal bilimlerin ustalıkla harman edilmesi romanlar öğretici değildir diyenler için cevap niteliğindedir. Yazar Doğu-Batı karşılaştırmalarıyla sosyolojiye, Ştolts karakteriyle ekonomiye, karşıt iki karakterin çocukluğuna inerek pedagojiye ve baş kahramanın ruhsal durumuyla psikolojiye öneriler sunmuştur. Burada benim en dikkatimi çeken nokta pedagojiye yapılan vurgulardır. Kitabın yayınlandığı 19. Yüzyıl ortalarında dünyada henüz bu noktada doğru düzgün bir sav ortaya konulmamıştır. Fakat bugün Türkiye’de pedagogların anlattığı bir çok olguya kitapta şahit olur okuyucu.

Mesela kitapta Batı ekolünü temsil eden karakter Ştolts’un çocukluk dönemi şu şekilde resmedilir. Ştolts, aşarı bir cocuk olması nedeniyle ve hemen hemen her gün evine yüzü gözü kan içinde gelmektedir. Annesi sürekli tekrarlanan bu durum karşısında ağlar, babası ise hiç bir şey yokmuş gibi davranır. Hatta daha da ileri giderek Ştolts için yaman bir oğlan olacak şeklinde ifadeler kullanır. Annesi itiraz eder bazen ezilen burnunu bazen de yüzülen dizlerini hatırlatır. Bu sefer baba burnu kanamayan çocuktan ne hayır gelir şeklinde karşılık verir. Bunları söyleyen Ştolts’un babası bir Alman’dır. Ve bilinçli bir tercih ile oğlunun sokakta hayatı yaşayarak öğrenmesini ister. Alman ekolünün yanında batıyı da temsil eden Ştolts küçüklüğünde sokakta elde ettiği problem çözme yeteneği ile hayatın her noktasında hareketli ve beceriklidir, aynı zamanda disiplinli.

Arkadaşının aksine dilimizdeki tabirle; el bebek gül bebek ve ana kuzusu olarak yetişen Oblomov, en basit bir ihtiyacını gidermek için bile birisinin yardımına ihtiyaç duyar. Çünkü çocukluğunda dadısı, annesi ve halalarının gözü İlya İlyiç’in üzerindedir. Etrafından sürekli şu sesler yükselir; Aman üşümesin, aman hasta olmasın, aman ağlamasın, aman düşmesin. Böyle bir çocukluk geçiren İlya yetişkinliğinde düşünsel kabiliyetlerin de tesiriyle tam bir uyuşukluğa salar kendini.

Tam bu noktada Oblomovluk devreye girer. İlya İlyiç’in bilinçli bir tercih ile Oblomovluğu seçtiğini söyleyenlerin sayısı az değildir. Bunun nedeni onun ileri seviyedeki hayatı çözümleme yeteneğidir. Bir işe kalkışmadan 10 adım sonrasını hesap eden hatta işin nihayette nereye varacağını doğru tespit eden bir ferasete sahiptir. İçinde yaşadığı toplumun yaşam kalıplarından haz almayan Oblomov, kendini bilinçli bir hareketsizliğe hapseder. Çünkü çevresinde tanıdığı burjuva sınıfının davetten davete koşması, eğlence kültürü ve ikiyüzlü insan ilişkileri ona göre değildir. O, hayatın anlamının bu olmadığını düşünür. Bir yerde ‘’Benim gibi yatmıyorlar ama onlar da sinekler gibi dolanıp duruyorlar, ne anlamı var bunun’’ ifadelerini kullanır.

Başka bir yerde ‘’Bastığımız yeri yoklayarak yürümeliyiz; bazı şeylerden gözlerimizi çevirmeliyiz, mutluluk elimizden kaçarsa isyan etmemeliyiz; hayat budur işte’’ ifadelerini kullanır kahramanımız. Bir ara gönül verdiği kız ile geleceğe dair mutlu hayaller kurar. Fakat o, müthiş ferasetiyle muhatabını ve kendini mutsuz bir hayata mahkum edeceğini sezerek yine bilinçli olarak bu kızdan uzaklaşır. Bana göre Oblomovluk, bir kanadı çok güçlü ama diğer kanadı küçükken yaralanmış bir kuşun yaralanan kanadını hareketsiz bırakarak kendini tek kanada mahkum etmesidir. Çünkü Oblomov hayatın teorisini çok iyi çözülmemiş ama doğru hayatı yaşamak için bu doğru teoriyi asla pratiğe geçirmemiştir. Çevresindeki hayatların ve kişilerin anlamsızlığına çok takılmış, yaptığı planları sürekli erteleyerek hayatı ıskalamıştır. Yani kırk defa ölçmüş, yüz defa ölçmüş ama hiç biçmemiştir.

Hakikat Arşı’na İmanî BİR Miraç / F. Vera Deniz

-Göklerin kapısında Nur ve Feyzi-

Güneş, Karadağ ile Hacı İbrahim dağı arasından altın gibi başını uzatmış, üçüncüleri Allah olan iki yolcuya göz kırpmaktadır. Kalplerini birbirlerine rapteylemiş, Peygamber (sav) in ayak izlerini takib ede ede yola revan bir atlı ve hemen yanında yâr-ı gârı;

“Nur ve Feyzi”…

Nur, atının üzerinde ufukları seyre dalar. Avuçlarında dünün toprağıyla yarının çatlamaya hazır kapalı tohumları saklıdır. Tohumlar Feyzi’nin yüreğine düşer. Filizlenir, neşvünema bulur.

“Yaz kardeşim!” diyecektir az sonra…

“Yaz!” 

Kalem hazırlanır.

Hızır (AS) ile İlyas (AS)’ın âb-ı hayat suyundan kana kana içmeleri gibi ledün çeşmesinden feyizler akar yüreklerine. Kalemi yüreğinin mürekkebine batırıp yazmaya başlar sır kâtibi Feyzi… Rüzgârla çiçeklerden dökülen çiğ taneleri gibi dökülür Nur’un dudaklarından kelimeler;

“Kâinattan hâlikını soran bir seyyahın müşahedatıdır.”

 

-Göklerin Kapısında-

Mavidir sevdası Verâ’nın yeryüzüne sığmaz, semaları boylar. Gâh güneşin göğü terk edişine ağlar, gâh bir kuşun kanadına tutunup, sonsuz mavilikleri cevelân eder. Hisleri hayale, hayali kaleme havale eder…

Bu dünyaya gelen her misafir gibi o da Hâlık’ını tanımak, bilmek ister. Gizli hazine idi bilinmeyi istedi ve kâinatı yarattı Allah. Hak hazine, bütün kâinat tılsımsa eğer ve ilk vahiy “Oku!” ise kâinat kitabını okumaya, bakmanın ötesinde görmeye başlamak gerek. “Görünen”,”görünmeyen”e tanıklık eder. Kâinata sadece ruhun penceresi olan beden gözü ile değil sanki bütün duygularına birer beden verilmiş de, her bedenine hassas bir göz takılmış gibi, kalp gözü ile iman penceresinden, gönül gözü ile muhabbet penceresinden, merhamet gözü ile şefkat penceresinden, akıl gözü ile hikmet penceresinden bakar seyyah ve misafiri.

Haydi gel!  Mis kokulu rayihaların rüzgârıyla, zamanın içinden geçip eşlik edelim Nur ile Feyzi’ye. Göklerden bir seda işitildi bile…

“Bana bak! Aradığını sana bildireceğim.”

Feyzi ve Nur göklerin sesine kulak kesilir. Zahirden bâtına açılan perdeler hafifçe kıpırdanarak sûret’in ardındaki nazlı ‘hakikat’ göz kırpmaya başlar. Hz Ali mihmandarlığında maddeden mânaya kutlu bir yolculuk başlar. 

Zamanın altın ilmeklerine tutunup göğe doğru sevinç üveyikleri gibi yükselirler. Adeta bir sırrın izini sürercesine yedi kat göğü keşfe çıkarlar. Hür maviliğin bittiği yere kadar varırlar. Dünya öyle küçülür öyle küçülür ki denî olur. 

Zamanın çatladığı çizgiden evrene akarlar. Sonra bir Kehkeşan’ın içerisinde bulurlar kendilerini. Sanki sema bir deniz, samanyolu da bu denizde bir ada gibi görünür. İnsanoğlu iki trilyon galaksiyi keşfedebilmişse de nice bilinmezler gizlenir sema denizinde. Dünyamızdan binlerce kat daha büyük yıldızları ve gezegenleri görürler. Tüm bunları birbirine çarpmadan ve direksiz tutan bir Zât’ın azametini zihinlerinde tesbih ederler. 

“Yedi kat gök, yer ve bunların içindekiler O’nu tesbih eder. O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur, fakat siz onların tesbihlerini anlamazsınız. Şüphesiz O Halimdir, Gafurdur.”İsra Suresi:44

Bin ayet güler yüzlerine. Bin ayet şahit sözlerine… 

Güneşi görürler kendisini yakarken etrafını yaşatan. Yıldızlar adeta gökyüzüne serpilmiş çiçekler gibi göz kırpar seyyahlara…

Ayın gümüş ışıkları altında dünya semalarından inerler hece hece göklü misafirler.   Yaz der Nur. Yaz kardeşim Feyzi!

“Ey şiddeti zuhurundan gizlenmiş! Ve azamet-i kibriyasından ihtifa etmiş olan Kadîr-i Zülcelâl!”…. Senin Rububiyetinin haşmetine ve herşeyi icad eden kudretinin azametine zâhir delalet… ve hadsiz semavatı ihata eden hâkimiyetinin ve her bir zihayatı kucağına alan rahmetinin hadsiz genişliklerine kuvvetli işaret…

 Hz Ali (ra) ın rahlesinde Ramazan ayının da bereketiyle Ayetül Kübra’nın telifine başlanmıştır. Artık sır kapısı aralanmış, Nur’dan Feyzi’ye ilahi hakikatler katre katre akmaktadır. Katre ve ırmağın aslı deryadandır. Derya ise Vahdettendir. Vahdet saf su gibidir. Su, girdiği kabın rengi ile görünür. Hakikatler,  kabı ilim ve takva olan Feyzi’nin kalbine ığıl ığıl akar. Feyzi hakikat sırlarına mazhar, nur sırlarına kâtib olur. 

Bir kez daha bakarlar Allah’ın rahmetine ayna olan gökyüzüne. Nasıl da kucaklamıştır tüm varlığı sevgi ve şefkat ile… Gözler ân olur içimizdeki göklere, ân olur semadaki göklere açılır. Bazen de kaçılır gökyüzüne, yeryüzünden bunaldıkça… 

Göklerin fısıltısını ve mâna ezgilerini duyan Feyzi Râd kapısında yeniden yazmaya koyulur.

“Kâinattan hâlikını soran bir seyyahın müşahedatır”

 

Umulur ki her insanın gönlünde bir gökyüzü olsun. Öyle bir gönül ki tüm insanlığı sevgi ile kucaklayabilecek enginlikte olsun.

Temsili Bir Resim /Bülent Doğan Cihangir Asyalı’ya

içimde demirden kocaman bir pencere
ve kalbime saplanan parmaklıklar küçüle küçüle
aydınlığa açılan bir kapıdan çıktım
üzülme!
daha önce de ayrıldık seninle..

nereye gittiğimi bilmeden yürüdüm
içimde bitmeyen kavimler göçü
kaç gün sürdü, kaç sürgün..
sarı çiçeklerden güneşler yapan
ve o güneşin gölgesinde saklayan
mahzun bırakmadı bizi…

temsili bir resim çiziyorum
karanlığa..
geçip gitti güvercinlerin en sessizi
çocukların en kimsesizi..
bıçaktan daha çok acıtan,
içimdeki panayır alevler içinde..
tanıdık bir hüzün arıyorum
kendi rengimde..

bir dost ışığı
“hadi gülümse”
ne kadar özlenmiş bir cümle…

önce yosun gözlerin sonra”hasan boğuldu”
geliyor aklıma
kaç hasan!
boğuldu meriç, suyunda..

bugün “nasılsın” diye sorma
bir yanım akif bir yanım nazım
şiirler de olmasa çok yalnızım..
özgür olmak mı sensiz kalmak mı
kararsızım..
kelepçe yok kollarımda..

elini avuçlarımın içinde unuttuğun günlerdi
zeytin çekirdeğinden yaptığım tesbihe
söylediğim türküler öpülesi ellerineydi.
üzülme!
daha önce de ayrıldık seninle..

   oğlum, kızım, memleketim 
   elbet bir gün döneceğim.
   ayrılık kol saati değil ki
   durdurup zamanı geleyim...

Girdap – Adem Yağmur

Uzun süredir titreyen dudakları ile nemlenen gözlerinin birlikteliğine engel olmaya çalışıyordu. Yorgun bir kış akşamının bulutları gibiydi gözleri, iyice kararmış ve dolu bir bulut, başka bir bulutun dokunmasıyla anında boşalacak.


Derdinin büyüklüğü gözlerindeki bendi güçlendirmiş gibiydi. Bu bent yıkılmamalıydı, aksi halde bütün duyguları sele kapılacaktı. İçine doğru akan nehrin gürültüsünü sadece kendi duyuyordu. Başkalarının haberdar olması belki de derdini büyütmekten öteye gitmeyecekti.

Kendi kendine konuşmak istediğinde, her zaman sığındığı koylara gider, karşı kıyılara seslenirdi. İçinin tenhalarında gizledikleri gözlerinden yağar, tuzlu sularıyla yıkanan gözlerinden hissederdi varlığını.


Söyleyemediği sözleri biriktirmenin ne faydası olacaktı. Doğru bulmadığı kelimeleri kullanınca çok üzülürdü. “ Güzel kelimeler biriktirmeli aksi halde sahip olduğun kelimelere dönüşürsün.” derdi babası.

Yalnızlığını hissedebileceği bir yanı bile yoktu. Yaşadığını bilmek sadece kendinden ibaret kalarak mümkün müydü? Kendi girdabında boğulmak. Düşünceler, düşünceler…
Eski yara…
Keşke zaman dursa, o an hiç yaşanmamış da her şey bir rüya olsaydı. Hani insan bazen rüyadayken rüya gördüğünü fark eder de kendi kendine uyanır ya, öyle bir şey olsa ve uyansam dedi. Bölünmüş uykularla, güneşi olmayan gündüzlere dönüşen geceler. Uyuyabilse belki her şey daha güzel olacak. Uykusuzluk, gözlerini mesken eyleyip kendinde dinlenmeye başladığından beri, gecelerin bütün seslerine aşina olmuştu.
Zamanın uğramadığı gözlere sahipti sanki. Duygularını yansıtamayan aynalar misali…

Akşamın alacası gökyüzünü ve denizin rengini değiştirmeye başlamıştı. Gözleri sahile vuran her dalgayı yokluyor ama kulakları dalgaların sesini duymuyordu. Ağlamanın kendisini hafifleteceğini biliyor birçok kez ağlamak için kendisini zorlasa da bu konuda
başarılı olamıyordu. Gözlerinde düğümlenen bir sancı vardı ve bu sıkıntı onun ruhunu çarmıha gerilmiş gibi acılar ülkesinde gezdirip duruyordu.

Ağlama duygusunu bastırmak istiyor bundan dolayı titreyen dudaklarını ısırıyor, gözlerini kapatarak içini çekiyor. Olabildiğince kendini tutmaya çalışıyor ama içindeki göle büyük bir dağ yıkılmıştı bir kere. Yıkıntının çıkardığı ses kalbini zorluyor, şakaklarını zonklatıyor. İçine yıkılan dağın taşırdığı duygular ruhunu ıslatmaya yetmişti. Ruhunun en tenha noktalarına kadar tesir eden, burnunun direğini sızlatan tarifsiz bir acı yaşıyor, ne yapacağını  tam olarak bilemiyordu. Elleriyle dağdan geriye kalanları düzeltebilse biraz nefes alacak. İçinde fırtınalar esiyor, ruhu sağa sola yalpalıyor ama o dengede durmak için kendini zorluyordu. Yıkılmamak elde değildi…

Gözlerini bir noktaya kilitliyor ama orada ne olduğunu fark etmiyordu. Baktığı yerlere içinde büyüyen ateşi boşaltmaya çalışıyordu. Yağmur öncesi fırtınaların savurduğu duygular her yeri yıkıp talan ediyordu. Bir ağlasa sonra dinse
yağmur, her şey süt liman olacak ama olmuyor… İçindeki çöküntü, gözyaşından daha yakıcı bir iksire dönüşüyor ve ruhunu ince dertlere salıyordu.

Gök, bütün evren yıkılıyormuş gibi gürledi. Kapkara korkunç bir şey zihnini işgal etti. Hemenardından bir sağanak boşaldı.  Çakan şimşeği gözünden çıkan bir ışıltı takip etmişti. Islak yüzünü ve hüzünlü gözlerini gizlemek için ellerini yüzüne kapattı. Ağlıyordu, evet ağlıyordu. Gözyaşına direnen bir göz kapağı yoktur galiba…

Sakin ol diye bir ses duyar gibi oldu fakat ağlamaya devam ediyordu. Etrafında biri var mıydı yoksa bu ses kendi iç sesi miydi bilemedi ama bana dokunma ne olur dedi. Dokunursan yıkılırım, bilirim ki tutacak biri var bu yüzden yıkılırım ne olur bana dokunma!

Sessizce ağlarken vücudunun titremelerine engel olmaya çalışıyor ama gözlerine söz dinletemiyordu. Dudaklarından dökülemeyenler artık gözlerinden dökülmeye başlamıştı.

Hayat devam ediyor …/ İbrahim Sayar

(Siir tadinda bir hikaye)

Burası dünya
Ömür ince bir hat
Ölüm yaşam arası
İdrak edilmez heyhat
İkindi akşam arası
Kısacık bir hayat.
Herkes kendi işinde
Sevinçli, kederli…
Gelişinde-gidişinde
Amansız ülfet…
Hissetmeden yaşıyoruz
Sırtımızda külfet
Mecburen taşıyoruz
Bir yokuşta
Bir inişte
Bazen öyle
Bazen böyle
Devam ediyor işte…
Ölenler çürümede,
Doğanlar büyümede…
Yer bakır,
Gök çakır,
Hayat devam ediyor
Düzeninde tam-takır
Yıllar durmuyor
Devran değişiyor
Yollar durmuyor
Sevenler kavuşuyor
Kullar durmuyor
Toprakla buluşuyor..
Ama
Hayat devam ediyor
Mevsim ılık,
Yol kalabalık,
Yine bir sabah erken
Böyle kaptırmış düşünüyorken
Oynaşan
Üç köpek yavrusu gördüm.
Umarsız koşuşturmadalardı…
İçimi bir umut sardı
Hayat devam ediyor dedim
Gülümsedim…
Ye’se rağmen
Aşka rağmen
Nefrete rağmen
Hayat devam ediyor…
Üç kaygısız köpek

Kalbimi okşadı
Baktıkça yavrulara
Hayat yumuşadı
Öyle oynaştılar, gezdiler
Olacağı elbet bilemezdiler…
Ansızın!
Bir çığlıkla durdu dünya
Tekerinde bir kansızın…
Hiç bir can böyle ezilmezdi
Bari dönüp
Ne ezdiğine baksaydı
Yüzündeki gamsız ifadeyle
Ardına bakmadan öyle
Suratını asıp gitti
Duymamış gibi çığlığı
Gaza basıp gitti…
Bir adım
Atamadım
Çarpıldım
Sendeledim..
Derin bir nefesle
Kendime geldim
Ve anladım
Hayat devam ediyor
Yavru öylece yerde
Diğer ikisi başında
Belki de gözyaşında
Kokladılar akan kanı
Hani
Ağlatırlar insanı…
Son bir titremeyle can verdi
Ve…
Bir hayat daha sona erdi.
Apansız
Hesapsız
Zamansız
Bir oyun ortasında…
Kalkar mı diye beklediler
Etrafında emeklediler
Sonra anladılar
Bir daha kalkmayacak yerinden
Birer birer zıplayın üzerinden
Gittiler…
Ve oynaşmaya devam ettiler…
Hayat devam ediyor…
Kim bilir!..
Bugün ölenler kimdi
Kim bilir!..

Yeni bir yavru doğmuştur şimdi
Ölenler çürümede
Doğanlar büyümede
Gelenler gidiyor
Bir nefes boşluk bırakmadan
Hayat devam ediyor
Hem de ardına bakmadan
İbrahim Sayar

Baba / Halil Şerbet

Hani bana hep öğüt verirdin, “alma” derdin!
Bana ait olmayanı bugün aldım baba…
“Kul hakkından bir dirhem dahi çalma” derdin!
Bugün felekten bir gün çaldım baba…

Kendi halimizde oturduk garip kuş gibi,
Ne ekmeğim ekmeğe benzer ne aş gibi,
Yediğim kursağıma oturdu koca taş gibi,
Sanki zakkum zehiriyle doldum baba..

Sen sılada hasret, ben bu gurbet elde,
Manen boğuldum gözünden akan selde,
Beni sıladan ayırana isyan etme gel de,
Mazinin acısına tekrar daldım baba..

Gönlünde yara, elinde baston, siyatik dizle,
Oğlunun yolunu beklerken hep dört gözle,
Her zaman olduğu gibi, hayalde rüyada izle,
Yine gurbet elde takıldım kaldım baba..

Oturduk şöyle bir kenara garip garip,
Verdiğin nasihatleri beynimde derip,
Gönlümün kanaviçe kasnağını gerip,
Sineme batırdım iğneyi, deldim baba..

Arkamda dururdun Kurt Baba Dağı gibi,
Şimdi yollarım bağlandı basiret bağı gibi,
Hastayım, sensiz betim benzim ağı gibi,
Senin hasretinle sararıp soldum baba..

Ah bir bilsem hatamı, ne ise suçlarımı,
Hırsımdan koparttım sinir uçlarımı,
Başımda kalan bir tutam saçlarımı,
Ağlayarak ellerimle yoldum baba..

Ne seni anladım ne de bir gün dinledim,
Yaptığım hatalardan inim inim inledim,
Senin yokluğunda hayalini ünledim,
Yaş kemale erince anladım, bildim baba..

Özlemin beni hep çıkmazlara salıyor,
Aklım da yüreğim de hep sende kalıyor,
Seni bir daha görememezlik aklımı alıyor,
Hasretinden deli divane oldum baba..

Bu dertli başım daha neler görecek?
Bu felek yine başıma ne çoraplar örecek?
Bu ızdırap bu çile daha kadar sürecek?
Böyle yaşamaktan artık yıldım baba..

Yıllarca firkatli sadrında yaşadım hapis.
Sinemdeki iyi niyetler oldu habis.
Rüyalarım karabasan; düşlerim kâbus,
Bu takıntılarla uykularımı böldüm baba..

Dertlerim katmer oldu, üst üste katlar,
Söylediğin sözler, ettiğin altın nasihatlar,
Senin bilgilerine Oxfordun dekanı çatlar,
İcazet aldığın okulu buldum baba..

Kırk senedir gurbette ne rock, ne de caz,
Bilirim Neşet’siz türküler sana vermez haz,
Sinemi dağladı ağlayarak dinlediğim hicaz,
Hayalen kendimi yanına saldım baba..

Bugün güne hasretinle başladım,
Gönlümü senin hayalinle coşladım,
Sabaha kadar hep seni düşledim,
Bu gece de uykumu böldüm baba..

Anlat artık çektiğin acıları, saklama,
Çocukken ben de aldım birazcık saklıma,
Muzipliklerin, şakaların geldi aklıma,
İçim kan ağlayarak güldüm baba..

Mazilerden doldurdum, çektim sürüyerek,
Ağladı, inledi yüreğim, matem bürüyerek,
Elimde bavulum ağır çekimde yürüyerek,
Kalabalıklar içinde, yanlızlığa geldim baba..

Dönerim diye hep hayal ederken bir gün,
Daha ne kadar devam edecek bu sürgün?
Umutlarım berzaha yaklaşıyor günbegün,
Ben yaşarken ölüm ölüm öldüm baba..

Tuzak mı Bilmiyorum / Hüseyin Arif Bozabalı

Sanırım ben yazmaya bağımlıyım
Yapamıyorum onsuz
Ya da bir tuzağa düştüm
Yapamadığımı sanıyorum onsuz

Yazmak şeytanın bir oyunu mu?
Anlayamadım henüz
Belki de beni okumaktan uzaklaştıran
Dost sandığım bir düş

Okumayıp yazmak ne de kolay bir iş
Soru şu ki: Okumayan yazabilir mi?
Ya bir tuzak ya da değil
Ama unutma, okumayan bir zamandan sonra yazabilmiş değil!

Işıklarını Kaybetmeyen Şehir / Mehmet Şahin Keskin

Şimdi her yer harabe, yıkık bir de
Söz baykuşlara emanet dört bir yanda

Korku surları yükseliyor ufuklardan nicedir
Nicedir çeşmelerden bulanık akıyor sular

Bu hengâmeyle giderken devran kendi yoluna
Cefayı ve kahrı yüklenmiş cılız omuzlar

Sırtlarına binmiş kanat çırpanlar var.
Öylesine kirlenmiş ki bu diyar; ziftten öte

Var mı bir yerlerde kendi olarak kalan?
Ben yorgun bir kalem; hançeremden şekva dökülür,

Bana aittir gitmelerim, gelmelerim, sitemlerim.
Bakmayın bana, eksilmesin tebessümleriniz,

Sizi görünce kucak açsın ufuklar ve mavera
Işıklarını kaybetmeyen şehir olsun yürekleriniz*

Sevdamın Kayıp Aşkı / Zehra Azize Erten

Bir İstanbul silueti gözbebeklerimde
Balzac’ın kalemi dolaşsa
Bu yerlerde

Yitik kelimeler sayfalarda sıkışmış
Rüzgâr okuyor
Rüzgâr dokunuyor
Satırlarda
Yitiğime

Eski zamanlarda yaşamış bir yazıcı köle
Elinde papirüsler
Aklında aşkım
Kalbinde ben
Çırpınıyorum
Çaresizce

Nilüferlerin arasında
Bir gece
Yürürken sessizce
Hanımeli kokuları gelir
Bir meltem kanadında geceme

Gözlerim mahmur
Dudaklarımda ismini bilmediğim bir nağme

Kenar köşeye
Gizlenmiş sevda sözleri
Papirüslerde

Yüzüme gülen
Nazenin bir yasemen
Damıttığım sevda süzülür sabahlara
Gecelerde
Sabahlar gecenin yükünü bırakır
Yavaşça güne

Bir tapınak yılanı
Ataları şahit eski medeniyetlere
Sıcağın koynunda düğüm düğüm
Zehrini taşır içinde

Ege’nin göz değmemiş bir köyünde
Zeytinlerde saklı hayat nefesi
Bulutlardan akan ak zambaklar
Ellerimde gelincik kokusu
Gözlerimde çimenlerin buğusu

En keskinini ağırlarım
Yüreğimde defnelerin
Üzerimde efil efil titreyişi
Beyaz elbisemin

Arenadan geçiyor omuzları düşmüş bir aslan
Gücün gölgesi altında kalan
Bir tapınak mermerinde
Serinletip başımı
Okudum anıtlarda
Kalbi yaralı bir gladyatörün

Anlamını yitirmiş kahramanlığını
Üzerinden tarih geçmemiş bir aşkı
Kumlarda yazılı ölülerin masalı

Arenadan geçiyor omuzları düşmüş bir aslan
Gücün gölgesi altında kalan

Gladyatörler sıçrıyor kumlarda
Hayatlar yitiyor kumlarda
Ben bir tapınağın beyaz mermerine dayayıp başımı
En keskinini ağırlarım Yüreğimde defnelerin
Üzerimde üfül üfül titreyişi
Beyaz elbisemin

Ellerimde geceden kalma sevda kokusu
Geceden kalma müjganlar çimenlerde
Geceden kalma bir ay belli belirsiz tepemde

Tapınağın dibinde
Yıldızlar dolu ceplerimde
Sevdamın kayıp aşkıyım
Papirüslerin köşesinde

Saklı Bahçemin Çiçekleri / Ömer Dilbaz

Ey yar dağıtma Sümbüllerimi,
Leylakların arasından zor topladım.
Estirme gonca bahçemin güllerini,
Onları gül-ü yare sakladım.
İncinme hemen,
Sevdanın bahçesinden senin için,
Nergis kokulu çiçekler sakladım.
Ne de hoş sevdaymış bu,
Ey yar ,
Senin sevgini beş iklim son bahara sakladım.
Ey yar ıslandın mı gönlümün hazan yağmurlarında,
Yağmurları ben gözyaşlarından sakladım,
İsteme benden gecenin narına akıttığım gözyaşlarımı,
Onları en sevgiliye sakladım…
Üzülme hemen,
Bulutların arasından senin için .
Gözlerine yıldızlar topladım.
Ne hoş sevdaymış,
Ey yar,
Senin sevdanı ilahi aşka nardüban eyledim…

WordPress.com'da bir web sitesi veya blog oluşturun

Yukarı ↑