Bir Zorba Lazım Hepimize / Gökhan Bozkuş

İtiraf ediyorum. Kazancakis bugüne kadar baştan sona kitabını okuduğum ilk Yunan yazar. Sevdiğim, beğenerek dinlediğim birçok Yunan sanatçı var. Telefonumda en çok dinlenen müzikler arasında Evanthia Reboutsika var. Şu an bu yazıyı yazarken bilgisayarımda Carousel çalıyor. Geçtiğimiz sonbahar dünyaya veda eden Mikis Theodorakis yine en sevdiğim müzisyenler arasındadır. Keman dinlemek istediğimde nasıl İranlı sanatçı Farid Farjad dinlemek istiyorsam klarnet için de Yunan sanatçı Vassilis Saleas ilk tercihim olmuştur. Zorba romanı ve Kazancakis ile ilgili bir yazı yazacakken buralara neden geldim? Yunan toplumuna, edebiyatına, kültürüne karşı bir önyargım olmadığını belirtmek için. Teodoros Angelopulos filmleri ki üzerinde uzun uzun durmak gerekir. Bütün filmlerini severim ama özellikle; Leyleğin Geciken Adımı, Ulis’in Bakışı ve Puslu Manzaralar’la ilgili siz değerli okurlarıma bir tahlil sözü veriyorum. 

Uzun bir girişten sonra Zorba romanına geleyim. Yazar önsöze şöyle başlıyor: “Çok sevdiğim bir işçi olan Aleksi Zorba’nınhayatını ve yaşama düzenini yazmayı çok kez istemişimdir. Hayatımda bana en çok iyiliği dokunan şeyler, gezilerle düşler olmuştur. Ölü ya da diri insanlardan, savaşmamda bana yardım edenler çok azdır. ” Der ve ruhunda iz bırakan insanlardan birisi olan Aleksi Zorba’yı anlatmaya başlar. 

 Öyle güzel bir önsöz yazar ki Kazancakis daha en başta merak edersiniz Zorba’yı. Ve anlarsınız zorbanın bizim dilimizdeki sıfatla alakası olmadığını. Devam eder Nikos Kazancakis “Eğer bugün, dünyada bir ruh kılavuzu, Hintlilerin dediği gibi bir guru, Aynaroz papazlarının dediği gibi bir yeronda seçmem gerekseydi, kesinlikle Zorba’yı seçerdim. Çünkü, mürekkep yalayan bir insanın kendini kurtarması için neye gereksinmesi varsa, hepsi onda vardı” Nobel Edebiyat Ödülü için aday da gösterilir Kazancakis. 1957’de Nobel edebiyat ödülünü bir oyla kaybeder yazar. Ödülü kazanan Albert Camus ise “Ödül Nikos Kazancakis’in hakkı idi” der. Zorba aslında çoğu insanın olmak istediği ama bir türlü olamadığı bir karakter, bir kişiliktir. Geçmişe takılıp kalmayan, geleceği de pek umursamayan birisidir. Hayatla ilgili  öyle özgün tespitleri vardır ki okurken şaşırıp kalırsınız. Kazancakis’in Girit’te olan mezarında yazan 

“”Hiç bir şey ummuyorum,hiç bir şeyden korkmuyorum, ben özgürüm…” yazısı ile başkarakterinin duruşu birbirine çok benzer.

  Zorba 1964’te Yunanlı yönetmen Mihalis Kakoyannistarafından Alexis Zorbas adıyla sinemaya da aktarılmış. ABD –İngiltere –Yunanistan ortak yapımı olan bu 3 Oscar’lı filmin müziklerini Mikis Theodorakis bestelemiş, başrollerinde ise Anthony Quinn, Alan Bates, Irene Papas oynamıştır. Kitabı bitirir bitirmez filmi izledim. Özellikle Anthony Quinn’in deniz kenarında halayı anımsatan dansına tebessüm edeceksiniz. 

 Romana dönecek olursak. Kazancakis’i özellikle üslubu için ayakta alkışlamak gerekir. Şiirsel bir anlatımı var. Hiç sıkılmıyorsunuz. Yer yer ümitsizliğe düşen birçoğumuzun gerçek hayatta Zorba gibi karakterlere çok ihtiyacı var. Hayatı ertelemeyen, kimseye kin gütmeyen, dans etmek istediğinde utanmayan, güldüğünde güneş gibi parlayan, ağlamak istediğinde gözlerinden tane tane inciler dökülen bu ihtiyar bize hayatın nefret etmek ve ertelemek için çok kısa olduğunu gösteriyor. Kitapta iki karakteri baskın olarak göreceksiniz. Zorba ve anlatıcı. Bir ismi yok anlatıcı olanın. Patron olarak sıfatlandırılıyor. Ahlat Ağacı filmini izleyenler  Yazar Süleyman ile toy yazar adayı Sinan arasındaki o meşhur sahneye benzer yerleri yakalayacaktır bu kitapta. İki farklı karakter var Zorba’da. Patron (anlatıcı) paradan ziyade, kitap düşkünüdür. Hayata kitaplardan, sayfaların arasından bakar. Zorba da okumuştur ama Yunus Emre’nin dediği gibi kendini bilmiş, kendini okumuş, kendini tanımıştır. 

“İlim ilim bilmektir, 

İlim kendin bilmektir, 

Sen kendini bilmezsin, 

Ya nice okumaktır

Yukarıda üslubunu çok beğendim dedim ya. Adeta yazarla oturmuş çay içiyorsunuz gibi oluyor. Descartes’ın “İyi kitaplar okumak, geçmiş yüzyılların en seçkin insanlarıyla sohbet etmek gibidir” sözlerini hatırlayalım. Elinize bir kitap alıyorsunuz ve size ümit veren bir ihtiyarla karşılaşıyorsunuz. Feleğin imbiğinden geçmiş bir ihtiyar sayfaların arasından kulaklarınıza fısıldar durur. Kitapta rahatsız edici hiçbir şey yok mu peki? Bir erkek olarak beni rahatsız eden şey kadın okurları daha çok rahatsız edecektir. Kadına bakış açısı. Hemen hemen aynı dönemde yazılan Türk edebiyatında Yılanların Öcü romanındaki Irazca’yı okuyan hatta izleyen birisi olarak kadın anlatımını ve bakış açısını rahatsız edici buldum. Irazca’daki güçlü kadın profili burada maalesef hiç yok.

Kitaptan aldığım bazı notlarla bitireyim yazıyı.

-Onları belki kurtaramayız,” diye ekledi. “Am a kurtaralım derken, biz kurtuluruz. Öyle değil mi? Bunları söylemek istemiyor musun hocam? Kendini kurtarmanın tek yolu başkalarını kurtarmak için çabalamaktır. Haydi öyleyse, öğreten öğretmen… Gel!”

-Sinirli bir halde ayağa kalktım, “Yeter artık, Zorba!” dedim. “Herkes kendi yolunu izler. İnsan bir ağaç gibidir. Neden kiraz vermiyor diye incir ağacını hiç azarladığın oldu mu? Öyleyse sus!

-Kusura bakma, patron, ben köylüyüm; çamurların ayaklara yapıştığı gibi, sözler de benim dişlerime yapışıyor; sözleri eğirip incelik haline sokamıyorum; yapamıyorum, ama sen anlarsın.

-Günün birinde bir makinist bana dedi ki: Bir lup(büyüteç) alıp içtiğimiz suya bakarsan, onun göze görünmeyen küçük küçük kurtlarla dolu olduğunu görürmüşsün. Kurtları görecek ve su içmeyeceksin. İçmeyeceksin de susuzluktan gebereceksin! Lupu kır patron! Kır namussuzu da, kurtlar hemen kaybolsun! Sen de suyu içip serinle!

– İnsan işine gelmeyeni unutur.

-Her acı yüreğimi ikiye böler patron,” dedi. “Ama o kırk yaralı yürek hemen kaynar ve yara görünmez; kaynamış yaralarla doluyum ben; onun için dayanıyorum.

Destanlaşan Sevda – Ağrı Dağı Efsanesi / Derya Hekim

Sevdalılarını sınamayan sevda yeryüzünde açmamıştır daha. İlk karşılaşmanın, buluşmanın, ilk paylaşımlarının heyecan ve mutluluğu ile bağ kurulur. Bu bağ daha önce yaşanmamış farklı bir mutluluk doğurur. Her an sevdalısını görmek, sesini duymak ister bir damla içmiş olan bile. Bir de sabır ile, yokluğu ile, sevdalının aldanışı ile sınar kişiyi. Ahmet ile Gülbahar’da böyle sınanırlar. Her adımı geçerde birinin fedakarlık olarak kabul ettiğini diğeri aldatılma olarak kabul eder. Böylece sevdaları  destana dönüşür.  Sevdalıların biri kuş olur diğeri taş olur. Dilden dile anlatılır durur yıllardır. Bu destanı ilk babamdan dinlemiştim. Bir zamanlar iki sevdalı varmış. Zalim mi zalim bir bey bu sevdaya pek kızmış. Bey bu karşı mı gelinir. Bir dediği iki olmasın istermiş. Böylece Ahmet ve Gülbahar’ın destanı anlatırlırdı bizlere. Sevdalı olan sözüne sadık olur diye ders çıkarırdık. Bir de zalim olursan ister bey ol ister halktan biri sonun hep hüsran olur. Dersimizi böyle alır destanın kahramanlarına hayranlık beslerdik. Ahmet’e  kızardım ‘Senin için fedakarlık yapmış ne demeye sevdanı yarım bıraktın?’ diye. Gülbahar’a derdim ‘Gidiyorsa kendi kaybeder. Seni anlamayan oydu.’ Haksızlığa uğrayan Gülbahar’dı benim gözümde. Çok destan dinledik böyle. Hepsinde de sevdalılardan biri destanlaştırdı hikayelerini. Anladım ki kavuşurlarsa sadece sevda olacaktı yaşadıkları. Ne zaman ki sevdalılardan biri ruhunun ufkuna yürüdü işte o zaman sevdaları destan oldu. İsimleri baki kaldı.

Gelenek göreneklerimize bağlı bir toplumuz. Hele doğuda doğup büyüdüyseniz her işte, her sözde bir adab-ı erkânın öne çıktığını görürsünüz. Bunlar bana bazen çok sıkıcı görünürdü. Bazen de pek komik gelirdi. Bir örnek vereyim, daha küçüktüm bir kız istemeye şahitlik ettim. Kız hakkında söz sahibi olan amca vekil tayin edilmşti. Kızın yerine konuşur, sorular sorardı. Bu durum sinirlendirmişti. Çünkü ben evlenecek olan kızın söz hakkının olması gerektiğini ve ne istiyorsa kendisinin söylemesini doğru buluyordum. Ama öte yandan gelen misafire hürmet pek hoşuma giderdi. Köylerde divanı olan bir oda bulunurdu. Misafir gelen erkek tarafı divana buyur edilirdi. Kız tarafı yer minderinde bir köşede edep ile otururdu. Misafir varsa küçük büyük farketmez o divan onlar içindi. Misafir yoksa evin büyüklerine hizmet ederdi. Evlenecek genç bir köşede oturmuş sessizce bekliyordu. İlginç olanı gencin ailesine soru sorulmamasıydı. Kimin çıraklığını yapmışsa o ustaya sorular yöneltiliyordu. Usta da iki taraf arasında hakem gibi adil konuşmaya çalışırdı.  Aileler anlaşacak orta yolu bulunca ikramlar gelirdi. Bizim oralarda kahve verilmezdi.  Dışardan gelene önce sofralar kurulur bir vakit namaz birlikte eda edilir. Sonra çay içerken konuşulurdu. Konu tatlıya bağlanıyorsa tatlılar ikram edilirdi.İşte bizim vazifemiz de burada başlardı. Mahallenin  çocukları tellallar gibi tatlı dağıtıp duyururlardı bu hayırlı işi.

Gülbahar ve Ahmet’in hikâyesi de böyle bitsin istemiştim çocuk aklımla. Onlarında tatlısını dağıtsın çocuklar. Onlarla beraber sevdalarına sahip çıkmış bunca insanı Gülbahar’ın taşlaşmış hali değilde sevinci karşılasaydı. Som mavisi kuşun güzelliğini, onların  çocuklarında görselerdi. Destanlar mutlu sonla bitmiyor işte. Zalime karşı güçlü duruşları ile dilden dile dolaştı sevdaları. Ahmet haklıydı Gülbahar  kadar; Gülbahar haklıydı Ahmet kadar. Babasının zulmüne şahitlik etmişti. Ahmet nefes alsın yeterdi.  Zindan, dünyası olsun istemesi sevdasındandı.  Ahmet’in kuş oluşu da, Gülbahar’ın taş kesilmesi de sevdasındandı.

( Yaşar Kemal’in Ağrı Dağı Efsanesi kitabından esinlenerek kaleme alınmıştır.)

Derya Hekim

Hemingway,YaşlıAdamveDeniz / Cihangir Asyalı

Hemingway, sosyalizmin en şaşalı döneminde, Castro’nun ülkesi Küba’ya gider. Bu, ikinci gidişidir ve Havana yakınındaki küçük balıkçı köyü Cojimar’a yerleşir. Burada dostluğu, doğallığı ve cenneti bulmuştur. Ömrünün geri kalanını geçirdiği bu toprakları romantik bir coşkuyla tarif eder: “Küba, kuru esen rüzgâr, güneşli bir gökyüzü, balıkçılarla dostluk, yemyeşil ağaçlar, yeniden keşf edilen çocukluk, Gulf Stream’ın sıcak ve bereketli suları, yani yeryüzünde son kalan vahşi topraklardan biri… son cennet,” der.Tabii olarak, kendisine Nobel ödülünü kazandıracak eserini Cojmar’ı mekân kılarak burada yazar. İhtiyar balıkçı karakterinide, sahibi olduğu “Pilar” isimli yatın kaptanı Gregoria Fuentes’ten esinlenerek oluşturduğu söylenir.

Hemingwayiçin,“Küba’da Tanrı’yı buldu…”denir.Çünkü baş yapıtı kabul edilen “Yaşlı Adam ve Deniz “de, Santiago ismi, Hazreti İsa’nın havarisi Aziz Yakup’un adı, balıkçılıkta havarilerin mesleğidir. Şayet bu benzerlik, bir “aşırıyorum” olsa bile, yine de hoş bir çağrışım olarak kabul edilebilir. Şunu en baştan söyleyeyim ki alegorik eserler apayrı bir zevk ve apayrı bir zenginlik olsa da, bu eser kesinlikle alegorik değildir. Evet, sadedir; fakat başarıyı bu sadelikle yakalamıştır. Büyük mesajlar vermez ve altı çizilecek büyük sözler sarf etmez. Yazılan ve söylenen ne ise eser de odur. Şöyle bir düşününce, ihtiyar bir balıkçı ve küçük bir çocuk etrafında başlayıp biten bir eserden daha fazlası da beklenemez zaten. Beklenemez; çünkü kahramanın sahip olduğu bilgi ve donanımla çelişir bu.

Esere yakından baktığımızda, olay şöyle gelişir: İhtiyar balıkçı Santiago, seksen dört gün, hiç balık avlamadan kıyıya döner. Kendine yardımcı olarak aldığı Manolin adlı çocuk, kırk gün boyunca avdan eli boş dönünce, ailesi tarafından alınarak başka bir tekneye verilir.” Salao: Kör talih ” işte. İhtiyar adam şansını denemek için bir kez daha okyanusa açılır. Gulf Stream sıcak su akıntısına kapılarak bir kılıç balığını takibe koyulur ve dram da böyle başlar.Yaşlıdır. Yalnızdır ve artık hayata ve işine tek başına yetmemektedir. Hep söylenir: “Keşke çocuk yanımda olsaydı.”

Tedbirsiz çıktığı her halinden bellidir. Aslında uzağa gitme niyeti de yoktur, sıradan bir av yapıp kısa sürede dönecektir.İşler planladığı gibi gitmez. Keşkeler peşpeşe sıralanır.“Keşke Manolin de yanımda olsaydı”, “Keşke tuz alsaydım”, “Limon alsam ne iyi olurdu”, “Biley taşımın yanımda olmasını isterdim; ama hiç birisini getirmedim,” der ve kendini paylar: “İhtiyar, yapmadığın şeyleri düşünmenin sırası değil.”Sonra durup:“Hem, insan yaşlanınca, yalnız kalmamalı…” cümlesini kurar. Yine de büyük bir mücadele ve zorluk içinde avını yakalamayı başarır. Tekneye bağlar. Açlık, yorgunluk ve tükenmişlik içinde dönerken köpek balıklarının takibine takılır.

Bu yönüyle eser, yaşlılığın, yalnızlığın, yorgunluğun ve tedbirsiz işin psikolojisini de gözler önüne serer. Evet, hırs vardır, azim vardır ,pişmanlık vardır. Başarısızlıkla alay edenlere gösterilen bir zafer de vardır. Fakat nasipte yoksa büyük bir emek ve zafer bile ellerimizi bomboş bırakır. İnsan ne kadar çalışıp didinirse didinsin, ne kadar çabalarsa çabalasın, nasibi ancak elde ettiği kadardır. Yaşlı adam, “Yendiler beni Manolin,” dese de, kazanmak her zaman bir şeylerin sahibi olmak değil, bazen direnmek, bazen de sadece bir işi neticeye kavuşturmaktır.

İhtiyarbalıkçı, denizle ve denizin aynası gökyüzüyle hep iç içe olduğundan, düşüncelerini de bu istikamette dile getirir. Deniz, bir kadındır daha çok. Büyük ve arsızlarından başka, bütün kuşlar çilekeştir gözünde. “Okyanus böylesine vahşi ve acımasız iken zavallı kuşlar niye böyle narince ve güzel yaratılmış acaba?” diye sorması bundandır. İşte bu noktada, okyanus, dünyayı, narin kuşlar da küçük insanları çağrıştırır. Uçan balıkları, biricik arkadaşı olarak pek sever Santiago. Aç kaldığı demlerde onlarla beslenir. Aynı zamanda pek lezzetli bulur onları. Tabii, bu bir çelişki değil, tamamen insani bir şeydir.

“Yaşlı Adam ve Deniz”, uzun hikâye formatında kısa bir roman olarak, Simyacı, Şeker Portakalı, Sol Ayağım, Yeni Yıl Şarkısı, Hacı Murat ve Toprak Ana…gibi meşhur eserlerle ortak bir aileye kolayca dahil edilebilir. Şu var ki Hemingway, bu küçük romanıyla adeta bir bardak suda fırtına koparmıştır. Sözü, ihtiyarın gördüğü bir düşle sonlandıralım; zira bu düşte, pes etmeyen ve yılgınlık göstermeyen kendi azmi vardır: “Derken uzun sarı kumsalların ve alaca karanlıkta suya inen ilk aslanların düşünü görmeye başladı. Arkadan başka aslanlar da sökün etti. Yerin hemen üstünde, çenesini küpeşteye dayamış, aslanları, onların gittikçe çoğalışını seyrediyordu. Mutluydu.”

Cihangir Asyalı

Leylan / Mavi

Serap’ın Kürtçesi “leylan’dır. Adını “Leylan” koysalardı, onu ilk gördüğüm anda kavuşamayacağımızı anlardım mutlaka. Ben Serap’ın leylan olduğunu iş işten geçtikten sonra anladım. Adı “Mürüvvet” olsaydı farklı olur muydu, bilmiyorum. Ya da “Vuslat”? Yine de ben Leylan’ı sevdim, serap olacağını bile bile. (Sf. 21, Leylan) 

Ocak 2020’de Dipnot Basimevinden çıkan 300 sayfalık Selahattin Demirtaş imzalı bir roman ”Leylan”.. 

Kendinizi tam bir hikayenin içine çekilmiş heyecanla devam ederken yazar sizi bir hikayeden alıp birinci hikayenin silik kahramanlarından biri olan Netice isimli karakterin kalemiyle bambaşka bir hikayenin ortasına sokuyor. Yani yazar ince bir ustalıkla aslında iki hikayeyi birbirine bağlamış oluyor. 

İlk bölümde bizlere romanda başkahraman Diyarbakır delikanlısı Kudret, Kudret’in kavuşursa tüm büyüsünün bozulacağına inandığı, bu sebeple ne kendisinin evlendiği ne de başkasıyla evlenmesine izin verdiği büyük aşkı Serap, Kudret’in en yakın arkadaşları Süphan ve Kemalettin eşlik ediyor. Bu kısımda hem Kudret’in Serap’a olan aşkını hayranlıkla izliyor hem de bir Kürt çocuğunun yaşadığı zorlukları siyasi bir dilden uzak olarak bir çocuğun gözünden izlenimliyoruz. 

‘’ Beş yıl boyunca anlatılan derslerin çeyreğini bile anlamamıştık. Bunu sınıfın geneli için söylüyorum. Biz üçümüz o çeyreği de anlamamıştık. Yedi yaşındaki bir Türk çocuğunu İstanbul’un göbeğinde Çince eğitim yapan ilkokula gönderdiğinizde ne kadar matematik, hayat bilgisi ve Çince öğrenebilirse biz de o kadar öğrendik işte.’’ 

Okul ve ev hayatında iki dilliliğin getirdiği zorluklar, Türkçe ve Kürtçe arasındaki farklılıklar benzerlikler, ve en önemlisi de doğuda ayrım yapmaksızın insan olmanın önemini vurgulayan gencecik bir öğretmenin çocukların gönüllerine nasıl girdiğine şahitlik ediyoruz. Esprili bir dilin hakim olduğu birinci kısımda bol bol gülümsemeye de hazır olun. Ne de olsa hikaye bıçkın delikanlı Kudret’in anlatımıyla bizlere ulaşıyor. 

‘’Aşk’ın Kürtçesi ‘’evîn’’dir. Ve senin evin dünyadaki en güvenli yerindir’’ diyor Kudret ve Serap’a olan aşkını ve kavuşmayı istememesini şöyle açıklıyor okuyucuya: 

‘’En hesapsız, en çıkarsız, en saf halimle sevdim onu. Bendeki bu saflık biterse aşkımın da biteceğine inandım. Aşkım bitmesin diye de korurum bu yönümü. Sonraları bu benim için yaşam tarzına döndü. Hep uzaktan, platonik sevdim onu. Aşkımı itiraf etsem, kavuşsak, buluşsak veya evlensek aşk biter dedim.’’ 

Kudret’in ve dolayısıyla diğer kahramanların sınıf arkadaşı olan ve sınıfta bolca esprisi yapılan Netice birgün yazdığı kitabı üç eski sınıf arkadaşına getirir ve böylece birinci hikaye ikinci hikayeye bağlanır. 

Ikinci hikayede bizleri Nusaybin’li devrimci ve profesörlüğü engellenmiş Bahtiyar, Bahtiyar’ı bu kutlu yolda yarı yolda bırakmış olan can dostu Celal, üniversitede tanıştığı sonradan nörolog olan ve hayatını Bahtiyar ile birleştiren Sema arasında geçen ve sonradan hikayeye dahil olan yan karakter gibi görünen fakat her birinin ana karakter gibi işlendiği Zeliha, Mutlu ve Linda ile tanıştırıyor.

Diyarbakır’dan İstanbul’a, oradan Zürih’e ve son olarak Nusaybin’e uzanan hikayede Celal karakterini, kendi davasını kişisel heves ve mevki uğruna satmasının iç hesaplaşmasını yaparken buluyoruz. 

Çoklu bilinç ortamı olarak adlandırılan, sağlıkta bir devrim olan iki beyni birbirine bağlayıp birbirlerine düşüncelerini aktarma tedavi yönteminin konu alındığı kısımları büyük bir ustalıkla bizlere anlatan yazarın bu kısımlar için uzun araştırmalar yaptığı ve konuya olağanüstü bir hakimiyeti olduğu gözlerden kaçmıyor. 

Her iki hikayede de yazarın verdiği mesajlar hiçbir zaman romanın edebi yönünün ve kitaptan aldığınız lezzetin önüne geçmiyor. 

Yazarın bu romanı yazarken hapishane ortamında olduğunu düşünecek olursak, ve yaşadığı psikolojiyi de göz önünde bulundurursak, kusursuz bir roman ortaya çıkarmasını tebrik etmek gerekir. Kitapta yer yer esprili argo dili kullanan yazar, baskısız kendi düşüncelerini de karakterler vasıtasıyla okuyucuyla paylaşmış. Kitap sizi o kadar tüm karakterlerle bütünleştiriyor ki, kendinizi bir sayfa daha bir sayfa daha deyip kitaba devam etmekten alıkoyamıyor; her karaktere ayrı ayrı bürünüyorsunuz. 

Sizlere son olarak kitabın arka kapak sayfasında yazılı olan bir alıntı ile veda edip kendimi roman karakterlerinin arasına salıyorum… 

‘’ Bu hayatta her şeyiyle güvenebildiğiniz en az bir kişi olmalı. Yoksa kendinizi hep yalnız hissedersiniz. İnsanların çoğu yalnızdır o yüzden, yapayalnız. Yaşananlar kelepir bir hayatın ikinci el versiyonu gibidir. Yaptığınız hiçbir şey size ait değildir, benliğinize, özünüze… Hayatınız, tümüyle güvensiz bir ortamın mecburen size yaptırdıklarından ibarettir. 

Saf çocukluk halinizden geriye kala kala yüzünüzde ”memur gülüşü”, dudaklarınızda ”gammaz öpüşü” kalır. Öptüğünüz yer kirlenir, güldüğünüz zaman herkes incinir. Elinizde etrafı yeşil dantelli beyaz bir mendil de yoksa temizleyemezsiniz hiçbir yerinizi. Ben Serap’ı böyle sevdim, en saf halimle, uzaktan.’’

Vebanın Çağrıştırdığı  / Derya Hekim

Albert Camus – Veba

Korkunç olan insan mı hastalık mı? Ya da hasta olmaktan korkup hastalıklı düşünceleriyle boğulmuş insan mı? Ya da duygularını tanımlayamamış kişi mi? İnsanı çıkmaz sokaklara sokan hissiyatlar mı? İnsan hiç hissetmeden yaşasaydı nasıl olurdu? Mesela korkuyu bilmeseydi, acıyı tanımlamasaydı, sevmek nedir hiç tanışmamış olsaydı, şefkatle hiç yolu kesişmemiş olsaydı yine de her dönem hortlayacak veba illetine tutulur muydu?

Veba bu sadece bedende yaralar doğurmaz, ateşler içinde kıvrandırıp sayıklamalar arasında hülyalara daldıran mikroptan ibaret değil ki. Her dönemde başka türlü doğdu. Her veba yavaş yavaş işler kentlere. Kiminde farelerle başladı can almaya. Kemirgen sokak aralarında hatta daha kirli kanalizasyonlarda beslenerek yayıldı.  Kısa sürede kentin sakinlerinin iğretisi ile tepkiler doğdu. Nerden nasıl geldiği bilinmeyen vebaya karşı alınacak önlemlerin de adı yoktu ilk zamanlar. Ama nasıl can aldığı öğrenildiğinde sevdiklerine son kez dokunamamanın acısını yaşatmıştı. Toprak acıyı hafifletir derler. Ölen kişinin ardından yakınları toprağına dokunarak konuşurlar. Toprağın insan enerjisine olumlu yönde etki ettiği aşikar. Ölümü de kabullenir kılması bir gün son durağın kendisi olduğunu hissettirmesinden geliyordur belki. Fakat veba da ölülerine başlarda uzaktan veda etme şansı verilmişti. Daha sonraları da artık bu mümkün olmadı. Cansız bedenine dahi vedayı çok gören bir illet insanları delirme eşiğine taşımıştı.  ‘’Tamam! Hepimiz delireceğiz orası kesin’’ derken haklıydı Cottard. Fakat değişmez bir gerçek vardı her acıyı unuturdu insan. Hatırlamak için yavaşlar unutmak için hızlanır ifadeleriyle bütün süreç özetlenir gibiydi. Anne çocuğundan doğan boşluğu hiçbir şeyle dolduramayacağından o anda hep takılı kalacaktı. Anne zamanın bu kısmında hep yavaş hatta durağan yaşayacaktı. Zamanla bu hayatına da sirayet ederdi belki. Fakat bir çocuğun acılar içinde kıvranarak ölümünü izlemek de insanı durdurup kendini hesaba çektirecek bir işti. Ve bütün her şey unutulsa da bu anlar zihinde donup kalacak hayatı koşarak yaşarken bir şekilde durduracaktı. Her evlat hayatının zorlu anlarında annesinin koynuna saklanmak ister. En güvenli limanın orası olduğunu bilir. Kaç yaşında olursa olsun annenin şefkat dolu bakışları huzurla doldurur kalbini. Darmadağınık düşüncelerini toplamayı sağlar. Bir nevi hasta ruha antibiyotik gibidir. Kitap da o kadar çok duygu var ki saatlerce konuşulabilir.  Bir hastalıkla yola çıkıp toplumun aksayan yönlerine yapılan vurgular çok etkileyiciydi. Kişinin yaşamında bir yerlerde veba salgının benzerinin olduğunu düşündürüyor. 

Veba gibi ağır bir mücadeleden çıkarken sevdiklerini toprağa teslim etmiş kişinin iç alemindeki yıkım ise kitaptaki son vuruştu. Güçlü bir hamle ile bitti diyebilirim. Kendisinden çok uzakta olan sevdiğini özlerken iyi ki burada değil diye kedini rahatlatması sadece geçici oyalanmadan ibaretti. Veba zamanlarında omuz omuza mücadele verdiği dostunun son anlarına kadar yanın bulunmak ve birkaç saatte artık olmayışına şahitlik etmek karısının ölümünü kabullenmesini kolaylaştırmıştı. Her veba sabahın ilk saatlerinde yenilmiş hissi ile zafere ulaştığını zannettirir insana. Akşama doğru ayağının altından yer kubbeyi çekerde gömer içine. Fakat ne yazık ki veba bu  deyip tebrikler ödüller bekleyenin yanında havai fişeklerle kutlamalar yapıp ölülere karşı kadeh kaldırıp ardından yemek yemeye gitmek kadar kolay arkada bırakılabiliyor. Kısacası insan akıllanmıyor.

Dönüşüm Kitap Analizi / Mavi

Yazar: Franz Kafka

Kitap ismi: Dönüşüm

Yayınevi: Karbon Kitaplar

Sayfa sayısı: 62

Çevirmen: Ahmet Cemal

Eserin Yazıldığı Tarih: 1912

Kafka’nın en önemli eserlerinden biri olan Dönüşüm kitabının konusu dilden dile dolaşır. Bir sabah odasında uyanan Gregor kendini yataktan doğrulup işe gitmeye çalışan kocaman bir böcek olarak bulur. Gayet ilgi çekici bir giriş ama kitap bu kadarla kalmıyor. Kesinlikle okunması gereken, içinde bulunduğumuz toplumu, aile yapımızı ve aslında en başta kendimizi sorguya çektiren bir kitap. Dönüşüm 3 kısımdan oluşuyor ve özellikle Can Yayınlarının basımını okumanızı tavsiye ederim ki o baskının sonunda bir de son söz kısmı ve Kafka’nın yazdığı mektuplar yer almakta. Bu kısım kitaba son noktayı koyuyor.

Kitabın ilk bölümünü okuduğunuzda aklınızda Kafka’ya, Gregor’a ve dahi ailesine sormak istediğiniz binlerce soru birikiyor.

Mesela Gregor’un o sabah uyandığında dönüşüm yaşayıp bir böcek olmasına şaşırmayıp işe gitme telaşesine girişmesinde ben bir okuyucu olarak Gregor’u kollarından tutup sarsmak istedim. Hey kendine gel, hangi işten bahsediyorsun? Aynanın karşısına geçip kendine bir baksana önce demek istedim. Sonra Kafka’nın neden başka bir hayvan değilde bir böceği bu dönüşüme layık gördüğünü düşündüm.

Bu durumu hiç tereddütsüz kabul eden bir tek Gregor değil tabii ki, ailesinin de bu durumu kabullenmesi, ona uygun yemekler vermesi, evde gördükleri bu böceğin Gregor olduğuna inanmaları ve dahi Gregor’un patronu. Herkes çıldırmış olmalı dedim içimden.

Kitabın belki de ana teması olan çıkarcı ilişkileri Samsa ailesi üzerinden harika bir şekilde eleştiren Kafka, yeri geldiğinde musluğun suyunun kesilmesiyle insanların size ne derece katlanabileceğini çok uzağa gitmeden aile içinden kısa öykü olarak gözler önüne sermiş. Düşünsenize, hiç sevmediğiniz bir işi yapıyorsunuz ama bunu aşkla şevkle yapıyorsunuz. Tek motivasyonunuz ailenize ait ve sizin üzerinize yıkılmış olan bir borcu ödemeye çalışmak. El üstünde tutuluyorsunuz, kimse karışmıyor size fakat bir süre sonra bu fedakarlığınız ”zaten yapmak zorunda” olarak algılanmaya başlıyor. Peki bir gün bu borcu ödemeye, ailenize bakmaya mecaliniz kalmazsa?  Tam da burada Freud’a kulak vermemek elde değil. Sigmund Freud der ki:  İnsanlar sizi eskisi gibi kullanamadıklarında, değiştiğinizi söylerler… İşte bu değişim ile Gregor’un dönüşümünü bir teraziye koyup tartmak gerek. Bu kadar fedakarlık sorgulanır cinsten sanırım. Hani babalar evet bazen sert olur, karşı çıkamazsınız, yeri gelir anneden de yakın olursunuz, annelerde ekstra bir merhamet olur, kız kardeş candır derler. Bu uzun öyküde tüm bildiğiniz aile kavramlarına yenilerini ekleyeceksiniz.

Dönüşümün bizde sorgulattığı bir diğer konu ise yabancılaşma. Eğer bir gün olduğunuzdan daha farklı biri olarak toplumda var oluşunuzu sürdürmeye başlarsanız belki de sizi ilk dışlayacak olan aileniz veya en yakınım dedikleriniz olacaktır. Bu konuya bir de başka bir taraftan bakacak olursak, her şeye ‘evet’ denilen bir toplulukta siz ‘hayır’ derseniz tüm gözler üzerinize çevrilecek, isyankar sayılacak ve dahi oradan dışlanacaksınız. Ve sonrası kaçınılmaz dönüşüm.

Aslında üzerine konuşulacak çok şey var ama hiç okumayanlar için daha fazla ip ucu verip kitabın keyfini ve sürprizlerini kaçırmak istemiyorum.

Sizlerle şimdi kitapta anlatıldığı kadarıyla Gregor Samsa’nın karakter analizini yapıp Kafka’nın gerçek hayatı ile karşılaştırmalar yapmak istiyorum. 

Dönüşüm’de Kafka, Gregor karakterine hayat verirken tercihini Gregor’u inatçı, işini sakinlikle yapan, sükunet sahibi, acele karar vermeyen, işkolik, asla kendisine acınmasını istemeyen, minnet duymayan bir karakter olarak yansıtmaktan yana kullanmış.

Baba karakteriyle arasında bir uçurum olan Gregor, evin ve aslında babanın tüm yükünü sırtlanmış durumda.

Şimdi gelin birde Kafka’nın gerçek hayatından kesitlere bakalım.

Erkek kardeşleri küçük yaşta ölen Kafka’nın babası tüm yükü ona yükler ve bu yük Kafka’ya çok ağır gelmiştir. Ve yine utangaç ve inatçı bir çocuk olan Kafka’ya babasının aşırı özgüvenli oluşu ve bu konuda Oğluna baskı yapması Kafka’da ters tepmiş, çocuk ruhunda ezilmelere yol açmıştır. Yine bu baba-oğul ilişkisinde Kafka’nın daha çocukken babasının karşısında konuşması yasaklanmış ve sürekli itiraz yok denilerek susturulmuştur. Dolayısıyla savunmasız bir Kafka yetişmiştir.

Tüm bu gerçek hayat izlerini Dönüşüm kitabına da karakterler aracılığıyla yansıtmış yazar Kafka.

Son olarak Can Yayınlarının Dönüşüm’e Son Söz Kısmından alıntılarla kitap analizimi sonlandırıyorum. 

  • Dönüşüm, aile kurumunun bireyi yok edici yanlarını tüm korkunçluğuyla evrensel düzeyde yansıtan bir yazın metnidir. Daha da genelinde, çizgi dışı birey-sürünün dışına çıkanı ezen toplum çatışmasını en çarpıcı biçimde dile getiren bir öykü gerçekliğidir.
  • Dönüşüm, hiyerarşi ve otorite düşüncesiyle temellenen, bu amaçla sözü edilen düşünceyi önce aile kurumu içerisinde odaklaştıran toplum içersindeki bireyin tragedyasıdır. Gregor Samsa, “dönüştüğü” güne değin çeşitli kölelikler içerisinde yaşamış bir toplum tekidir; işyerinde köledir; aile çevresinde köledir ve zincirleri içerisinde uslu oturduğu sürece de benimsenip sevilir. Başkaldırısı bilinçaltında başlar; bu bilinçaltı, kendine uygun biçimi yaratır: Gregor Samsa’nın böceğe dönüşmesi, gerçekte artık başkalaşmasıdır. Böceğe dönüştüğü andan başlayarak, toplumun ve ailesinin ona ilişkin -onu tutsak kılan- beklentileri, artık sonuçsuz kalmaya yargılıdır; böceğin iğrençliği, çizgisi sürüyle uyuşmayan bağımsız bireyin iticiliğiyle özdeştir. Anlatıda toplumu simgeleyen aile, önceleri ümidini yitirmez; yeni Gregor’a hareket alanı sağlayabilmek için, odasının biraz boşaltılması gerekmektedir. Ama anne buna karşı çıkar ve ilginç olan, karşı çıkış gerekçesidir: “Bence en iyisi, odayı eskiden nasıl idiyse aynen öyle korumaya çalışmamızdır, böylece Gregor yine aramıza döndüğünde her şeyi eskisi gibi bulur, arada olup bitenleri unutması da o ölçüde kolaylaşır.” Burada -sözde anne sevgisiyle- Gregor’un unutması istenen, onun gerçek anlamda bağımsız olabildiği zaman parçasıdır; Gregor sürüye dönebilmek için böceklikten çıkmalıdır ve sürüyle yeniden uyum sağlayabilmesi için böcek olduğu dönemi unutmalıdır. O zaman yine annesine ve babasına uyabilecektir; içinde yaşadığı topluma eskisi gibi “hizmet” edebilecektir. Gregor’un yeniden “insan” olmasından artık ümit kesildiğinde kız kardeşinin söyledikleri, bu durumu daha da vurgular: “Buradan gitmeli… tek çare bu, baba. Ama onun Gregor olduğu düşüncesini kafandan atman gerek. Bizim asıl felaketimiz, bunca zaman bu düşünceye inanmış olmamız. Fakat o nasıl Gregor olabilir ki? Gregor olsaydı eğer, insanların böyle bir hayvanla birlikte yaşamalarının olanaksızlığını çoktan anlar ve kendiliğinden çıkıp giderdi…” Kafka’nın gerçekte hemen tüm eserlerinde var olan gülmece öğesi, burada da eksik değildir: Çünkü burada sözü edilen “hayvan”, asıl ya da olması gereken insandır!
  • Birey olmasını başaranlara düşman kesilen son toplumlar ve bu toplumların en güçlü temeli olan, çocuklarının hep iyiliğini, gerçekte ise sürekli köleliğini isteyen son aile yapıları yeryüzünden silinene değin, Kafka’nın Dönüşüm‘ü geçerliliğini ve güncelliğini koruyacaktır.
  • Sevgilim!

Seni düşünerek dinlenmek için şimdi bir yana bıraktığım bu öykü, nasıl da eşi bulunmaz bir iğrençlikte! Şimdiden yarıyı biraz geçmiş durumda ve ben genelde de bu öyküden memnun değilim, ama iğrençliği hiç kuşkusuz sınırsız, ve gördüğün gibi bu tür şeyler içinde seni de barındıran, senin içinde oturmaya katlandığın aynı yürekten geliyor. Buna üzülme, çünkü kim bilir, belki yazdıkça ve kendimi özgür kıldıkça, senin gözünde daha arınmış ve sana daha layık biri olacağım, ama şurası kesin ki, içimden atmam gereken daha çok şey var, ve geceler hiçbir zaman bir yanıyla insanı şehvete sürükleyen bu işe yetecek kadar uzun değil.

Not1: Kafka mektuplarında Dönüşüm kitabı kapağında bir böcek resminin kullanılmamasını rica etmiştir.

Gurbetin Hikayesi- Esrarengiz Roman / Derya Hekim

Bu kadar hikâyeden sonra nasıl bir yorum getireceğimi uzun süre düşündüm.  Ve sordum ‘’Ben neyi özledim?’’ Cevap beni çocukluğuma götürdü. Aslında her hikâyeden biraz bahsetmeyi düşünürken çocukluk anılarım başka cümleler yazdırdı. Günlerdir yazma işini bitirememenin verdiği yorgunluğa yenik düşerek düşüncelerimin akışıyla yol almaya karar verdim. Nebil Bey’e benzer bir hal oldu. Özlem duyduğum şeyleri yeniden zihnimde yaşadım. Onun Nihan’ı beklemesi gibi ulaşmanın imkânsız olduğu çocukluğumu bekledim. Çocukluk ne kadar kıymetliymiş. Yaş rakamlarla büyürken zihin anılara dönmek istiyor.  Bir sığınak görevi görüyor sanki anılar. Gurbet hikâyelerindeki özlemi anlamak için gurbette olmak hatta öyle sürgün olmak lazımmış. Bu kitabı ilk okuduğumda lisedeydim.  O zamanlar bu özlemi anlayamıyordum.  Bugünlerde yeniden okuyunca gördüm ki gurbet zor değil, çok zormuş.  Eskici hikâyesini okurken Hasan’da buldum kendimi. Hasan’la arkadaş oldum. Onunla ağladım. Gurbetin en zehirli hali kimsesizlikmiş. Yalnız başına kalmakmış. Bunu yaşayarak tecrübe ettim. Gitmek isteyip gidememek, bulunduğu yerin yabancısı oluşunu iliklerine kadar hissetmek ne kadar derin acılara yol açıyormuş meğer. Böyle olunca geceleri uyumadan önce annemin dua okutturduğu anlara sığınmak istediğimi fark ettim.  Mütemadiyen her gece dua ettiğimizden en canlı hatıram sanırım.  Uyumak için hazırlık yaparken babamın Anadolu destanlarını anlatmasını çok severdik. Akıl yürütürdük dinlediklerimizin üzerine. Kötüleri cezalandırırdık. Kendimizce masumlarım hesabını sorardık.  Destan bittiğinde uyumadan önce dualar okurduk. Birçok sureyi böyle ezber etmiştik. Şimdi bu hatıraya çok uzağım. Sadece büyüdüğüm için değil gurbeti de tattığım için. İnsanın çocukluğuna dair her ne hatırası varsa hayatı bu hatıraları üzerine renk buluyor. Güzel çocukluk anıları, duygularını kontrol edebilmeyi, zorluklarla başa çıkmayı öğretiyor. Hüzünlü anılar ise hayata başka açılardan bakmayı, her durumda güçlü olacak sebepler bulmayı öğretiyor.  

Hikâyelerden sonra karakterlerini esrarengiz kılan bir romanın gelmesi duygularımı darmadağın etti. Merakla sonuna ulaşmak istediğim bir maceraya sürükledi beni. Nebil Bey’in yalnızlığından doğan olaylar sarmalı içinde yolculuk ederken gerçekten bir hazine aradığımı fark ettim. Nihan’ın esrarengiz kaybolmaları tam bir ajan izlemini uyandırdı. Define arayışında sırların çiftlikle bulunması ve bulunan şifre arama hevesimi besledi. Bakır saçlı, çilli kızın aslında hiç olmadığını öğrendiğinde Nebil Bey’in iç dünyasının yıkılışını izledim. Oysa ben Nebil Bey’in yaşamış olduğu olayları ve sırların hayata dair aranan cevaplar olmasını bekliyordum. Nebil Bey’in iyileşmesi, dünyasını yeniden inşa etmesi Davut Ağa ile romanı yazdıklarında oluyor. İlginç bir şekilde bitmesi Nebil Bey’in Nihan’ı hala beklediğini düşündürdü.

Gurbet Hikayeleri / Yer Altında Dünya Var – Refik Halit Karay

Kanlı Bir Gün:Kırmızı Pazartesi / Derya Hekim

Sıradan bir günü yaşamak içindi hayatın devamlılığı. Her gün bir önceki ile aynıydı. Değişmeyecekti bu. Sanırım bu tekrar eden döngü, dişlileri arasında beni ezip bitirinceye kadar hep böyle devam edecekti. Sonu yoktu bu anlamsızlığın. Ama ben sona ulaşmak istiyordum. Köşesinde zamanın kıskacında sıkışmış anneme kayıyor gözlerim. Onun gibi olacağım ben de. Öylece oturup ölüm beni bulsun diye bekleyeceğim. Annemle aramızdaki  fark. O hayatını bir dönem canlı yaşamış evlatlarını büyütmüştü. Ama ben hiçbir şeye sahip olamamıştım. Annem hayatının bir kısmını öğrendiği anneliği taklit ederek yaşamıştı. Ve zamanla karakterini de ortaya çıkarmıştı. Sert mizaçlı, kalın duvarları olan bir kadındı bir zamanlar. Çocukları ile ilgili her kararı verir ve bu kararların eksiksiz uygulanmasını isterdi. Yanlış yapma lüksümüz olmadı hiçbir zaman. Kardeşlerim tam bir erkek adam olarak büyümüştü. Ben ise evde işler yapan, dantela işleyen, sokakta sessizce yürüyen, sessiz biri olarak büyüdüm. Tek eğlencem arkadaşlarım bize geldiğinde işleme yaparken lakırdı etmekti. Hep bu dar çerçevede yetiştiğimizden bana ve kardeşlerime garip gelmiyordu böyle yaşamak. Kardeşlerim kasaplık yapar, kendi hallerinde sakin ve nazik tavırlı kişilerdi. Kimse onlardan bir zarar geleceğini düşünmezdi. Onlar da birine zarar verecek biri olmadılar asla. Tüm kasaba çocuklarını  çok iyi terbiye etmiş olan anneme içten içe hayranlık duyardı. Bu durum annemin gururunu okşardı. Ve daha titiz yaşardı. Ben ise vaktimin çoğunu pencere kenarında oturup elimdeki işleme ile geçirirdim. Sokaktan geçen insanları izlerdim. Dışarıda her zaman yapacak bir şeylerinin olmasını kıskanırdım. Çünkü dışarı çıkmak için benim ipliğim bitmeli ya da kasnağım eskimeliydi.  Arkadaşlarımın anlattığı kişileri düşünürdüm. Görmediğim halde haklarında bir çok bilgiye sahip olduğumdan tanıyor gibi olurdum.

Hayatımın değişeceği o güne kadar bu hep böyle devam etti. Belki çıkıp gelmese, saygınlığı ile annemin dikkatini çekmese hiçbir zaman sorun olmayacaktı. Kendi halimde,sessiz yaşamaya devam edecektim. Anneme karşı gelmek istesem de yersiz bir adım olacaktı. Her bakımdan kusursuz sayılacak biri benimle evlenmek istemişti neticede. Tüm kasaba kızları böyle bir talih için hayatını dahi verebilirdi. Ama ben pencere kenarında elimde işleme ile olmayı tercih ediyordum. Erkek kardeşlerim meseleye dair hiçbir fikir söylememişlerdi. Kadınlara ait bir konu olduğunu düşünüyorlardı. Fakat benim de fikrim sorulmamıştı. Annem karar vermişti çoktan. Onun aradığı temiz bakire bir kızdı. Ve kendisi gibi evlatlarını düzgün yetiştiren  bir kadına da ancak böyle bir damat yakışırdı. Annem   içime kapandığımı görüyordu. Kaçmak istiyor olduğumu anlıyor fakat bunun için hiç bir şey yapmıyordu.  Ne olduğunu anlayamadan düğün hazırlıkları başlamıştı. Büyük ve oldukça bir düğün hazırlığı vardı. Kasabanın en iyi yerinde bulunan tepede ev satın alınmıştı. Bir çiftin uzun yıllar yaşadığı bu ev onların hatıraları ile doluyken bu eve adım atma fikri beni daha da ürkütüyordu. Birbirini seven, aşık bir çifte ait olan bu evde bulunmak istemiyordum. Düğün vakti yaklaştıkça her şey benim için daha zor oluyordu.  Düşüncelerimin arasında boğuluyordum. Bu halimi fark etmiş olmalı ki annem ‘’Aşkta öğrenilir.’’ Diyerek teselli vermeye çalışmıştı.

Tüm kasaba günlerdir eğleniyordu. Düğün artık bir panayıra dönüşmüştü. Düğün eğlencesinin bizim için bittiği saatlere gelmiştik. Aşık bir çiftin hatıralarıyla dolu eve girmek büyük ızdırap verdi bana. Yanımda duran adama bakınca ona acıdığımı hissettim. Bunu ona yapamazdım. Onu kandıramazdım. Buna hakkım yoktu.  Bana heyecanla bakan bu adama aradığı kadının ben olmadığımı soğuk kanlılıkla söyledim.  Beklemediği bu çıkış onu şaşkına çevirmişti. Bir süre odanın içinde dolandı.  Bir şeyler söylemesini bekledim. Belki de vurmasını bile istedim o an. Oysa sustu içki şişesine uzandı. İçiyordu sürekli. Fakat sarhoş olmuyordu. Olduğum yerde durup onu izledim. Beş saat sonra sabahın ilk ışıklarında kolumdan tuttu. Evime geri götürüyordu. Hiçbir şekilde itiraz etmedim. Sessizce sürüklenişimi izledim. Kapıya geldiğimizde annem kapıyı açmıştı. Daha bir şey söylemesine fırsat vermeden içeri doğru ittirip gitmişti. İlk kez tepki vermişti. Şimdiye kadar öfkesini yutmuş bir kere bile kötü muamele de bulunmamıştı. Fakat annemin karşısında utanmış olmalıydı ki sert bir tavır takınmıştı. Annem bu manzara karşısında bir an duraksadı. Ve ne olduğunu sormak için elini kaldırmıştı çoktan. Birbiri ardına gelen yumruklar karşısında sesim çıkmıyordu. Kardeşlerimin seslere uyanıp gelmesi alacağım darbelerin büyüklüğünü haber veriyordu. Uzun süre dayanmayı denedim. Çok yorulmuş ve dinlenmek istiyordum.Bir anda onun adı geldi aklıma.  Tek seferde Santiago Nasar deyivermiştim.  İsmi duyduktan sonra kardeşlerimi artık evde görmedim. Kasabadan ayrılacağımız o gece bile veda etmek için gelmemişlerdi. Tüm kasabanın bildiği bir cinayet için hazırlık yapıyorlardı.  Cuma gecesinden beri içiyorlardı. Bıçaklarını keskinleştirip fırsatını bekliyorlardı. Bizim kasabadan ayrılışımızla hiç ilgilenmemişlerdi neredeyse.  Niyetlerini tüm kasabaya söylemişlerdi çekinmeden. Anlaşılan o ki tüm kasaba namusun aşk olduğunu kabul ediyordu.  Bunun doğru olduğuna inanıyorlardı. Kasabadan ayrılırken bu kadar şey için üzgün olmama tahammül edememişti annem. Yüzümü iyice kapatmış gece karanlığından dahi saklamaya çalışmıştı. Benden o denli utanıyordu.

Aradan 20 yıl geçti. Bugün köşesine çekilmiş annemi izliyorum. Bana yaşattıklarını, bir zamanlar bana ait olan o köşede oluşumu anımsıyorum. Ben ise her gün yazdığım mektuplarımın arasındayım. 20 yıldır her gün yazıyorum. İlk günler mahcubiyet hissediyordum. Ne yazacağım hakkında defalarca düşünüyordum. Ardından cevap gelmesini bekliyordum. Beklemek beni daha hırçınlaştırıyordu. Hemen bir mektup kağıdı alıp yeni mektuplar yazıyordum. Zamanla cevap gelmemesini önemsemedim. Sadece yazıyordum. Artık ne yazdığımın pek bir önemi yoktu. günümün nasıl geçtiğini anlatıyordum bazen. Havanın güzelliğini anlatıyordum bazen de. Yazarak aşık olmayı öğreniyordum ben. Mektuplarıma cevap olmaması daha iyi gelmişti sanki. Cevap verseydi belki de bir daha yazamayacaktım. Kaç mektup oldu bilmiyorum. Bütün olanı anlatmıştım. İtiraf etmek beni büyük bir yükten kurtarmıştı. Artık karşısında temiz bir kadın olduğumu düşünüyordum. Aradan geçen bu kadar zamanda çok değişmiştim. Kilo almış,saçlarım dökülmeye başlamıştı. Daha iyi göre bilmek için gözlüğe ihtiyacım vardı. Ve bir gün onu ilk kez gördüğüm zamanki gibi gömleği terden sırılsıklam olmuştu, belinde aynı kemer, omur kenarları sökülmüş olan gümüş süslemeli aynı heybeler ile gelmişti.  Bayardo San Roman, şaşkın şaşkın bakan öteki işlemeci kadınlara aldırmadan bana doğru adım atmıştı.  ‘’ tamam, işte geldim’’ demişti.  Benim onu gördüğüm kadar yaşlı görüyordu beni. Onun da benim gibi buna katlanacak kadar içimizde sevgi olduğunu sanmıyordum. 

Derya Hekim

Bir Güne Sığan Destan: Gün Olur Asra Bedel / Cihangir Asyalı

Yolu, okumaktan geçen her okurun karşılaştığı ve bir şekilde istifade ettiği, benim de, bütün yazı hayatımı etkileyecek derecede tesirinde kaldığım bir romanı nazara vermek istiyorum. “Bu yerlerde trenler doğudan batıya, batıdan doğuya gider gelir, gider gelirdi…” cümlesinin tekrarlarıyla örgülenen bu büyük eser, sade bir şekilde ve aç bir tilkinin demiryolu çevresinde yiyecek arayışıyla başlar. Başlar ve sayfalar boyunca, tabiatın bütün kıvrımlarını gözler önüne sererek, okuru yavaş yavaş içine çeker. Böylece, karın kışın altında kalan ve yaban hayvanlarının bile aç gezdiği ıssız Sarı Özek bozkırı da, bir ana mekân olarak, büyük bir esere ev sahipliği yapma bahtiyarlığına erişir. Nasıl ki, “Elveda Gülsarı” akşam başlayıp sabah son bulan bir yolculuğun hikâyesi ise, bu roman da sabah başlayıp akşam son bulan bir yolculuğun, Boranlı Yedigey’in, “Karanar” adlı devesiyle, yakın dostu Kazangap’ın cenazesini Ana Beyit’e götürmesinin hikâyesidir.
Romana detaycı bir gözle yaklaşıldığında, bu ana hikâyeyi besleyen, büyüten ve bir büyük esere dönüştüren birçok yan hikâyenin yer aldığı görülür. Bu hikâyeler: Mankurt efsanesi, Raymalı Aga efsanesi, Altın mekre balığı hikâyesi, Abutalip Kuttubayev’in serencamı ile Orman-Göğsü Gezegeni ve Rus Amerikan uzay rekabeti olarak sıralanabilir. Her ne kadar müstakil bir kitap olarak yayınlansa da “Cengiz Han’a Küsen Bulut” da, bu kitaba dâhildir ve ayrı bir eser olarak ele alınmamalıdır. Hepsi de, tıpkı büyük bir nehri besleyen akarsular gibi, kitabın ortak mesajında birleşen ve destansı bir eserin ortaya çıkmasına vesile olan bu hikâyeler, verdiği mesajlarla birer manifesto değerindedir.
Buradan hareketle, Aytmatov romanları birer ideal ve dâvâ romanıdır denilebilir. İşte, “Gün Olur Asra Bedel” de, aslına dönme, kim olduğunu unutmama, milli kültüre dâhil olan her türlü değere sahip çıkma şeklinde ele alınabileceği gibi, bütünüyle özgürlüğe kavuşma çağrısı olarak da okunabilir. Sovyetler birliği parçalanıp Türkî cumhuriyetler kurulana dek süren bu edebi direniş, amacın gerçekleşmesiyle yön değiştirir. Nitekim “Ebedi Gelin” ve “Kassandra Damgası”nda Aytmatov, yeni bir ideal olarak, çevre sorunlarıyla mücadeleye yoğunlaşır. Özü, Orman-Göğsü gezegeninde verilen ve tabiatın korunduğu, insanın değerini bulduğu, daha yaşanılır bir dünya için çalışmaya başlar.
Aytmatov, tam bir sembolik anlatım ustasıdır. Yine son iki romanı ayrı tutulacak olursa, o, bu eseri başta olmak üzere, bütün eserlerinde örtülü ve sembolik anlatımın imkânlarından sonuna kadar faydalanır. Çünkü babası, rejimin dayattığı ilkeler yüzünden haksız bir şekilde öldürülmüş, o da bunun hesabını edebiyat vasıtasıyla görmeye karar vermiştir. Yaşça büyük bir dostunun, henüz işin başındayken, onun zarar görmemesi ve önünün kesilmemesi için tavsiyede bulunması, bu tavrında etkili olur. Malumdur ki, örtülü anlatım, bir edebi sanat olduğu kadar, baskıcı yönetimlerin de en belirgin nişanesidir. Açık veren kaybeder çünkü. Bununla birlikte Aytmatov, “Gün Olur Asra Bedel” ile yüksek perdeden ve açıktan siyasi eleştiriler ve mesajlar verme cesaretini de göstermiştir; lakin yine şartlar gereği, kitabın o bölümünü ayrı bir eser olarak, “Cengiz Han’a Küsen Bulut” adıyla yayınlamayı uygun görmüştür.
Örtülü söylemin veya alegorik anlatımın seçkin örneklerinin sunulduğu bu eserde, simgelere ince anlamlar yüklendiği, yerinde söylenmiş, sanki sıradan görünen ama asla öyle olmayan etkili sözlerle bir diriliş çağrısı yapıldığı fark edilir. Fakat mesajlar öyle hesaplı ve hassas bir şekilde yerleştirilir ki, dikkatsiz okurların gözünden rahatlıkla kaçabilir. Mesela Dönenbay kuşunun çağrısı tam da böyledir: “Sen kimsin? Adın ne? Adını hatırla! Senin baban Dönenbay’dır, Dönenbay, Dönenbay, Dönenbay, Dönenbay.. Dönenbay… Ve beyaz kuşun sesi, yeniden karanlığa bürünen gökyüzünde uzun zaman yankılandı…” İşte, yankılanan bu çağrı, özünü, ruhunu ve değerlerini yitirmekle karşı karşıya kalan ve bu sesi duyan bütün kardeşlerine yapılmıştır.
İçinde Dönenbay kuşunun da yer aldığı ve eserde detaylı bir şekilde anlatılan Mankurt efsanesi hayli dikkat çekicidir. Şöyle ki: Moğol kökenli Juan Juanlar, ele geçirdikleri esirlerin ellerini bağlar ve saçlarını kazıtırmış. Yeni kesilmiş devenin boynundan kesilen taze deri parçasını esirin başına geçirir ve güneşin altına bırakırlarmış. Saçların uzama eğilimi ve sıcağın tesiriyle kaşıntı başlar, kuruyan deri de başı sıkıştırarak işkenceyi büyütürmüş. İşte, bu durumdaki esir, şayet hayatta kalırsa, kim olduğunu, aslını ve her şeyini unutur mankurt olurmuş. Onu çobanlık gibi bir işe koşarak, yeni bir isim takarlar ve: “Yanına yaklaşan ve başındaki deriyi çıkartmaya yeltenen herkes düşmanındır; onu düşünmeden öldür.” diye de tembihlerlermiş. O da, kitaptaki Colaman gibi, annesini bile öldürecek birine dönüşürmüş. Merak edenler için, kitabın bu bölümünün, tıpkı “Selvi Boylum Al Yazmalım” gibi, ülkemizde filmi yapıldığını ve başrolünde de Tarık Tarcan’ın oynadığını hatırlatmalıyım.
İşte, Mankurt hikâyesinde verilen mesajların, aslında bu kitabın özü olduğu rahatlıkla söylenebilir. Çünkü koskoca bir millet ve hatta bütün bir Türkistan bir nevi mankurtlaştırılmış ve değerlerinden koparılarak aslını unutmakla baş başa bırakılmıştır. Çünkü muktedirler elinden gelse kâinata bile hükmetmeye göz dikebilecek kadar hırslıdır. Tıpkı Amerika ve Rusya’nın, Ortak Yönetim Merkezleri olan Konvansiyon Uçak Gemisi’nde aldığı kararların, bütün bir dünyayı, başına deve derisi geçirilmiş bir mankurt olmaya sürüklemesi gibi. Bundan dolayıdır ki, yazarın, Dönenbay kuşunun diliyle yaptığı çağrı boşuna değildir. Küçükken annemden duyduğum ve bu eserle karşılaşınca mânâsını kavradığım “mankırttınız” sözü, meğer hazin bir gerçeğin ifadesiymiş.
Aytmatov’un, bu eseriyle birlikte neredeyse bütün eserlerinde verdiği mücadele, mankurtlaştırmaya karşı bir direniş, kültürel değerlere sahip çıkma ve ruhunu koruma mücadelesinden başka bir şey değildir. O, bir yerde kahramanına şu cümleyi kurdurur mesela: “Bir insanın elinden malı, mülkü, bütün zenginliği hatta hayatı bile alınabilir, diye söylendi; ama insanın hafızasını almak gibi bir cinayet işlenebilir mi?” Detaylarda dolaşıldığında, bu sözü destekler mahiyette şöyle bir cümle daha çıkar karşımıza: “Zaman ne kadar geçerse geçsin, bazı konularda hiçbir şeyi değiştirmez. Elinden malını mülkünü, varını yoğunu alsalar, bundan ölmezsin. Bunları yine edinebilirsin; ama senin onurunu kırar, ruhunu öldürürlerse, işte buna çare yoktur.”
Öte yandan, Yedigey’in yolculuğu sırasında bir kenarda, her şeyden güven içinde yatan kızıl bir köpek ile gökyüzünde geniş kanatlarıyla uçan özgür bir çaylak nazara verilir. Burada köpek de, çaylak da birer sembol olarak okunabilir pekâlâ. Şöyle ki, çaylak, özgürlük ve ideali, kızıl köpek de, sırtını güce dayamanın rahatlığıyla mevcut siyasi ideolojiyi benimseyen ve değerlerinden yoksun kalan insanları, kızıl renk ise yaslanılan siyasi gücün rengini düşündürür. Yazar, bu duruma gösterdiği tepkiyi dile getirirken yine ustalığını konuşturur. Sanki, güce yaslanmışlığı ve özgürlüğünden taviz verişi kınarcasına köpeğin üzerine çaylağın çımkırığını bıraktırır. Böylece, eleştirdiği kimseleri çaylak ve köpek üzerinden cezalandırmış olur.
Eserdeki perdeyi aralayan okurlar, kimi yerlerde mesajların yükselen debisi karşısında şaşırır kalır. Çünkü yazar, bir başkaldırı hamlesi yapar adeta:“Toprak kaymalarının sonunda dağların yamaçları, bazen de dağın kendisi, karşı konulmaz bir güçle göçer, yerin altını üstüne getirir, kocaman yarıklar açarlarmış. İnsanlar o olayı ancak gözleriyle gördükleri zaman, ayaklarının dibinde ne büyük felaketlerin saklı olduğunu anlarlar. Bu olayın özelliği, yer altı sularının kaya diplerini uzun zamanda, yavaş yavaş oyarak kimsenin fark etmediği şekilde erozyonu hazırlamasıdır. Altı oyulan dağlar, yamaçlar, hafif bir deprem, bir gök gürlemesi ya da şiddetli bir yağmur sonunda, yavaş yavaş kaymaya başlar. Kopan kayalar ya da çığ yuvarlanması ansızın olur ve biter; ama toprak kaymaları herkesin gözü önünde korkunç bir güçle ilerler ve onu hiçbir şey durduramaz.” Bu satırların, 1991 yılında Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla gerçekleştiği rahatlıkla söylenebilir.
Özellikle bu eserin bir parçası olan “Cengiz Han’a Küsen Bulut” romanında, Cengiz Han özelinde bütün diktatörler eleştiriden nasibini alır. Ve ayrıca, terfi eden bir güvenlik görevlisinin yemek masasında yaptığı konuşma üzerinden, her dönemde görülen benzer kimseler ustaca yerilir. Çünkü söz konusu güvenlik görevlisi, muktedirlerin, zayıf karakterli ve zaaflı kimseleri makam, mevki ve maddi imkân sağlayarak kendilerine kul etmesinin açık bir örneğidir. Bu gibi kimseler, kendilerine imkân sağlayan diktatörleri veya siyasi gücü, bir nevi Tanrı olarak görebilmektedir. Bahsi geçen konuşma dikkatle okunduğunda, bugün de var olan ve çıkarları istikametinde iktidara yaklaşan benzerlerinin, aslında güce tapan değil, gücü, şahsi çıkarı istikametinde değerlendiren kişiliksiz ve oportünist kimseler olduğu fark edilir. İşte, eserde geçen, “Güç atasını tanımaz: güce kavuşan atasını bile tanımaz.” sözü, bir yönüyle diktatörlere baksa da, daha çok, zaafı peşinde koşan ve makam mevki elde eden, bununla birlikte bütün değerlerinin, ruhunun çiğnenmesine göz yuman iktidar yanaşmalarıyla ilgilidir.
Her çağda ve coğrafyada, iki kişinin bile birbirine güvenemediği ortamların doğmasına sebep olan müstebitler, hâkimiyetlerini jurnalcilerle pekiştirme yoluna gittiği için, böylesi bir ortamda pek çok masum insanın hukuku çiğnenir ve canı yanar. Mağduriyetlerin bir kısmına korkakların ve iktidardan faydalananların, bir kısmına da kıskançların sebep olduğu görülür. Çünkü kıskanç kimseler, çektirilen acılara ses çıkarmaz ve bir nevi destek olurken, kimileri de bununla kalmayıp gerek çıkar elde etmek gerekse içini soğutmak amacıyla mazlum ve masumları yoktan sebeplerle şikâyet ederek mağduriyete uğratırlar. Yazar, bu duruma dikkat çeker fakat ümidi de elden bırakmaz ve: “İnsanoğlunun kıskançlık, başkalarını çekememe hastalığından kurtulması, daha çok zaman alacaktır. Bu zamanın ne kadar uzun olacağını bilemem; ama yeryüzünde kötülerin, ağır haksızlıkların sürekli gizli kalamayacağını, adaletin gerçeğin yok edilemeyeceğini bilmek beni rahatlatıyor ve sevinmem için yetiyor.” der.
Kendisi de bir mağdur olan yazar, sanki bütün mağdurların yükünü kendi omzuna almış ve onların da hakkını savunmakla vazifeliymiş gibi kaleme sarılır. Çünkü babası Törekul Aytmatov, Stalin döneminde öldürülen aydınlar arasındadır ve bütün suçu, romanda geçen Abutalip Kuttubayev’in yaptığı gibi, halkının edebi birikimlerini gelecek nesillere aktarma çabasıdır. İşin tuhaf yanı şudur ki, bütünüyle halkının faydası için çalışan Törekul Aytmatov halk düşmanı ilan edilerek kurşuna dizilmiştir. Yazar o vakit henüz dokuz, on yaşındadır. Sonradan aklanan babasının, kurgu bir mahkeme kararıyla öldürüldüğü yirmi yıl sonra anlaşılır. Babasıyla birlikte yüz otuz yedi kişinin gömülü olduğu toplu mezarın ortaya çıkması için otuz yıl daha geçmesi kerekir. Kırgızistan kurulup da korku dönemi geçince, saklı mezarın sırrı ortaya çıkmakta gecikmez. Olay üzerinden elli yıl geçmesine rağmen, Aytmatov’un babasına ait fotoğraflı belge çürümemiş ve bir fotoğraf çekimlik ömrü bile olsa tarihe tanıklık etmiştir. Yazar, gerçeğin yok edilemeyeceğiyle ilgili yukarıdaki sözleri, sanki içine doğmuş da söylemiştir.
Romanda yer alan Kuttubayev ailesi, aslında Aytmatov ailesinden başkası değildir. Kitaptaki hikâyelerin her birinin bir maksada binaen yer aldığının açık işareti olan aşağıdaki satırlar, Törekul Aytmatov’un ve ondan bunu miras olarak devralan oğlunun ana meselesidir: “Abutalip, Raymalı Aga hikâyesini Kazangap’tan dinleyerek kaleme almıştı. Çocuklar büyüyünce bunu okusunlar istiyordu. Abutalip, bazı zamanlarda, bazı kişilerin hayat hikâyelerinin, anıların, çektikleri acıların, kitlelere mal olduğunu, o acıların kalabalıklar tarafından paylaşıldığını, yana-yakıla anıldığını söylüyordu. Toplum onlardan ders alır, çok şey öğrenir, bir insanın çektiği sıkıntılarda bütün bir devri görürdü. Sonra da bunu, bu büyük dersi, gelecek kuşaklara, yüzyıllar sonrasına aktarırdı…”
Eseri büyük kılan diğer iki hikâyeye gelince, ‘Altın mekre’ balığı hikâyesinde, boyunduruk altında kalan insanların, kendi dünyalarına kavuşma özleminin sembolize edildiği görülür. Yazar bunu şöyle dile getirir: “Altın mekre balığının Aral sularına salıverişini gördü. Balık iriydi, kıvraktı. Onu suya götürürken hayvanın kıpır kıpır canlılığını, bir an önce sulara dalıp kendi dünyasına kavuşmak için çırpınışlarını hissetti.” Orman-Göğsü gezegeni hikâyesi ise, sanki bir ütopyadır; ama aslında birkaç İslâm devleti döneminde gerçekleşmiş ve yine gerçekleşmesi mümkün olan ideal bir dünyanın özlemini dile getirir. Zira söz konusu gezegen ile içinde yaşadığımız dünya arasında tam bir uçurum vardır.
Kimileri, Aytmatov’un “Kassandra Damgsı”yla evrensel bir yazara dönüştüğünü söyleseler de bu değerlendirme yanlış veya düzeltilmeye muhtaçtır. Çünkü Aytmatov asıl evrenselliği daha otuz yaşında “Cemile” adlı eseriyle yakalamış ve Louis Aragon tarafından, “Dünyanın en güzel aşk hikâyesi” olarak ve “Ne söylesek ya lafı uzatmış oluruz, ya söylenecekleri söylememiş oluruz.” denilerek dünyaya duyurulmuştur. Ayrıca, babasına ve annesine ithaf ettiği “Toprak Ana”, kendisine ilk büyük ödülü kazandıran “Elveda Gülsarı”, o unutulmaz “Beyaz Gemi”, “Deniz Kıyısında Koşan Ala Köpek” ve “Dişi Kurdun Rüyaları” tam bir ustalık eseridir ve evrenseldir. İşte “Gün Olur Asra Bedel”, her biri bir yazı konusu olmayı ve hatta müstakil bir kitap olarak ele alınmayı hak eden Aytmatov eserlerinin magnum opus’u veya masterpiece’idir ve tartışmasız bir dünya klasiğidir. Zaten yüz yetmiş altı dile çevrilmesi de bunun apaçık bir göstergesidir.
Farklı bir gözle bakıldığında, Aytmatov eserlerinin tek başına bir yazarlık okulu olduğu söylenebilir. Hikâye değil de sanki bir roman girişi olarak bırakılmış ve öylece yayınlanmış olan “Devegözü” ile sanki bir roman yarısı olarak yayınlanan “Sultan Murat” (İlk Turnalar), kalemine güvenen okurları, ‘Buyurun gerisini siz tamamlayın.’ dercesine yazmaya davet eden çok güzel eserlerdir. Sair eserlerine gelince, onlar da, akla kazınan kahramanlar, seçilen mekânlar, işlenilen konular ve ele alınan malzemelerin nerede ve nasıl kullanılacağını gösteren birer rehber gibidir. Özellikle mesajların verildiği yerler ve veriliş biçimleri tam bir usta öğreticidir. Yeteneği olan ve yazmadan duramayan, bununla birlikte yolun başında bulunan kimselerin ve hatta mesafe kat etmiş de, yazdıklarının niteliğini arttırmayı düşünenlerin, bir talebe titizliğiyle inceleyip istifade etmesi yerinde olur.
Daha söylenecek çok söz olsa da, Aragon’un dediği gibi, “Ne söylesek ya lafı uzatmış oluruz, ya söylenecekleri söylememiş oluruz.” İyisi mi biz, satırlarımıza, kitabın başında epigraf olarak yer verilen, Grigor Narekatsi’nin sözüyle son verelim; çünkü Aytmatov nazarında “Gün Olur Asra Bedel”in ne olduğunu bu söz çok güzel özetliyor: “Ve bu kitap benim vücudum,/Ve bu söz benim ruhum”

Cihangir Asyalı

Başucu Kitabı Olabilecek ‘Şeker Portakalı’ndan Alıntılar

“şimdi acının ne olduğunu gerçekten biliyordum. ayağını bir cam parçasıyla kesmek ve eczanede dikiş attırmak değildi bu. acı, insanın yüreğini paralayan ve sırrını kimseye anlatmadan birlikte ölmesi gereken şeydi. kollarda, başta en ufak güç bırakmayan, yastıkta kafayı bir yandan öbürüne çevirme cesaretini bile yok eden şeydi.”

“- ne diyorsun sen, küçük; babanı mı öldüreceksin?

– evet, yapacağım bunu. başladım bile. öldürmek, buck jones’un tabancasını alıp güm diye patlatmak değil! hayır. onu yüreğimde öldüreceğim, artık sevmeyerek… ve bir gün büsbütün ölecek.”

“kimseden hiçbir şey beklemiyorum. böylece hayal kırıklığına da uğramamış oluyorum.”

“bir çocuk yüreği unutur ama asla bağışlamaz.”

WordPress.com'da bir web sitesi veya blog oluşturun

Yukarı ↑