Alışıyor İnsan / Gökhan Bozkuş

  Kaldırımlara ürkek bir yabancının ayak basması nahifliğinde dokunan adımlar gibi düşüyordu yağmur taneleri. Onları yakalamaya çalışan minik, haylaz sarı sarı kedi yavrusu gibi görünen yerdeki yaprak denizi arasında yürüyordum Berlin sokaklarında. Seviyorum sonbaharı. Yağmuru, sararmış yaprakları, yağan yağmuru. Kasvetli bir havası var, diyor yeni gelenler. Maviye hasret kalıyoruz burada, diyorlar. Evet doğru. Alışıyor insan zamanla. Neye alışmıyor ki.. Berlin ve sokaklarına aşina olduğunuz Kürk Mantolu Madonna’da Sabahattin Ali de diyor ya: “İnsan tahammül edemeyeceğini zannettiği şeylere pek çabuk alışıyor ve katlanıyor.”

İnsancıklar isimli romanında Dostoyevski de “Fakat insan her şeye alışıyor” diyor. Alışıyor insan. Kapkara bulutlara da, mavisiz gökyüzüne de , yaprak denizine de alışıyor. İşte böyle bir sabah gözüme takılan bir yaprağın hikayesi yazdırdı bana bu yazıyı. Trene binmek üzereydim. Kapıya yakın olan adamın sağ ayağına ilişti gözlerim. Simsiyah botun arkasına dalından kopmuş ıslak bir yaprak adeta sarılmış da yolculuğa çıkmak istiyor gibiydi. Tutunuyordu simsiyah bota. Tutunmak istiyordu. Belli ki alışamamış o. Belli ki kaldırımlar ısıtmamış kurumak üzere olan damarlarını. Belli ki ağaca özlem dolu. Muhayyilemde istifhamlar… Zihnimde uçuk kaçık sorular . Düştü , tutunamadı o sarı yaprak , tutunamadı. Bir kuleden boşluğa kendini bırakan uykusuz gecelerimin öznesi, özneleri gibi bıraktı kendini. Herkes trende yer kapmaya çalışırken ben o yaprağa bakıyordum. Bırakmadım onu yerde. Bırakamazdım. O sadece bir yaprak değildi artık benim için. Yaprak evi dediğim defterime koyacağım. İçinde İstanbul’dan, Ankara’dan yapraklar da olan defterime . Tutunamayan bir yaprak üzerine çok şey yazmak, söylemek mümkün. Ama şimdi susma vakti. Heba romanının yazarı Hasan Ali Toptaş’ın dediği gibi. “Dünya çok gürültülü. Yeterince gürültülü.” Şimdi susma ve tutunamayan yapraklara kulak verme, onları dinleme vakti. Oğuz Atay şerh ediyor şimdi hissettiklerimi…

   Çok şey vardı anlatılacak. O yüzden sustum. Birini söylesem diğeri yarım kalacaktı. Sen duydun mu sustuklarımı.

Gökhan Bozkuş

Sitem – 2 / Tahsîn-i Kelâm 

Coştu gönül arzusu gül yüzünü görmeye,
Bozup bozup zevk için tekrar zülfün örmeye,
Yolları yordu ayak, yüzüm yol yol ağlamak,
Tükendim dil figanda, yetiş hele sor neye..

Ömrümün yakasından düşmedi gam günlerim,
Gün gün yorduğum câna birikti özürlerim,
Bir bakış kor özüme sür gözleri sürmelim,
İnsaf et kârın nedir daha fazla yormaya..

Bu yangın sözlerimi sanırsın sözde midir,
Bunca direnç aşıklar içinde gözde midir,
Bes diyorum sükûta dem artık söz demidir,
Gel dök şerbet sözünü, gönül döndü hor néy’e…

Tahsîn-i Kelâm

Roza’ya Gazel/ Ahmet Terzioğlu

…..

Sevdânla kuşatıldım dört bir yanımdan Roza,

Ya gönlümü tutsak et ya çık aklımdan Roza.

…..

Sîneme saplanan ok gibidir her bakışın,

Sevdikçe ölmekteyim anla hâlimden Roza.

…..

Dikenli sözler ile çevrili siperdeyim,

İpek mendillere iz düştü kanımdan Roza.

…..

Yorgun bir savaşçıyım ben esir kamplarında,

Anılar damlıyor hep yaralarımdan Roza.

…..

Bir mayın tarlasında basmışım kaderime,

O an döküldü ismin dudaklarımdan Roza!

…..

Kanadı kırık bir kuş gibi bakma yüzüme,

Kuru bir ağacım ben tutma dalımdan Roza.

…..

Düşlerim paramparça, delik deşik yüreğim,

Beni göğsümden değil vur ta alnımdan Roza.

…..

Nisan yağmuru değil toprağa düşen benim,

Uzak dur kaderimden, karayazımdan Roza.

…..

Ne merhamet isterim ne de bir beyaz yatak,

Bir siyah gül bırakıp geç mezarımdan Roza.

…..

Ölümle taçlanan bir aşk ancak muazzezdir,

Sezâ’dır bana ölüm, geçtim canımdan Roza.

…..

Hızır’ını Arayan Musa / F. Verâ Deniz

Ben ki;
Sabırsız bir Musa’yım
Hızır’ın yanında.
Âsam kırık, pabucum yırtık
Hikmet yolunda

Yollar cennetin sırrı dünyaya açık edilmişçesine çiçeklerle bezenmiş. Medyen suyu Tuva vadisine doğru dağları ve sahraları aşarak akmaktadır. Az ilerde bir bülbül, açmasını beklediği gülüne hasret türküleri yakar.

Gönlündeki Tûr ile istikbâldeki Nûr bir mıknatıs gibi çeker Musa’yı. “ Durup dinlenmeyeceğim.” “Ta ki iki denizin birleştiği yere varacağım. Varamazsam senelerce yürümeye devam edeceğim.” Der. Bilmediğini bilmek, hikmetini görmek ister.

Zâhiri ilimlerin temsilcisi olan Musa, bâtıni ilimlerin temsilcisi olan Hızır ile adeta iki ilim denizinin birleşmesi gibi kavuşmayı dilemektedir. Zamanın çatladığı çizgiden yola koyulur. Yol yokuştur, âsasına dayanır. Pusulası ise balıktır.


Ey kalbim haydi o zaman! Sen de çıkınını asâna tak ve yola koyul. Sıratın rotasının çizildiği yönde, iki denizin birleştiği yerde, Hızır’ını bul.

Sîna’yı Aşmak

Taştı yürek, sığmadı kabına. Koşmak istedi Musa küheylancasına. Nefesi bitene, nefsi dinene kadar koşmak. Yorulana kadar değil, durulana kadar koşmak. Önüne gelen her engel “Sîna” olup çıkıyordu. Nefes nefese kaldı Musa. Nefesi tükendi de nefsi tükenmedi Hakikat yolunda.

Hayat yokuş aşağı yaşanmıyor, Sîna’yı aşmak zahmet oluyordu. Zahmetteki rahmet ise aheste aheste geliyordu. Koşturan Nur Burağının arkasından yetişmeye kimin gücü yeterdi ki? Sînaları aşmak uğruna hiç de az zaman geçirmedi. Nihayet hüznü kabardı, küheylan yoruldu… Fakat zararı yok. Durmadı Musa, ümidini yitirmedi. Hikmet denizine dökülmek uğruna Hızır’ına akan bir nehir oldu Musa.

İki denizin buluştuğu yerde kavuştular Hızır’la.
Edeb ve inceliğe riayet ederek;
“ Tam olgunlaşıp gerçeğe ulaşmam adına, Size öğretilen Ledün ilminden, bana öğretmeniz hususunda Size tâbi olabilir miyim? Dedi Musa.

“Doğrusu Sen, beraberimde sabretmeye asla güç yetiremezsin” diye cevap verdi Hızır. “ Hem içyüzünü kavrayamadığın bir şeye nasıl sabredeceksin” diye ekleyerek.

Bilmiyorsun Musa

Vur taşa âsanı Musa! Allah’tan gayrı dayandığın ne varsa şak etsin. Kaderi çok düşünme Musa. Sen kul olmakla mükellefsin.


Nabzın bir Nûr atar, bir Nâr. Bilmiyorsun Musa. Ve bilmediğinin cesurusun hâlâ. Kahırla sabrın izdivacıdır kahramanlık oysa.


İç yüzünü kavrayamadığın şeylere acil cevap arama. Soruyu yaşaman gerekir o anda. Bilmiyorsun Musa. Günün birinde, farkına bile varmadan kendini sorularının cevabını yaşarken bulacaksın oysa.

Matruşka gibidir hakikat. Her açılan âlem yeni bir tecelliyi resmeder. Gönül denilen sırrı mekân, insanı dünya denkleminden alır, Hızır mertebesine çıkarıverir.


Görmenin ötesine açılan her göz bakmayı bilir. Hikmet ise perde ister. Ve sen ey Musa yak perdeleri. Yak ki anlayasın ledün ilmini.

F. Verâ Deniz

Doksanlar – İsim Benzerliği/ Fadi Kılıçzade

uykusuz geçen gecenin sabahı henüz başlamıştı

kaç saattir oturup kaldığımı bilmediğim koltukta

keyfini çıkarıyordum tatlı bir uyuşukluğun 

kapanmayan gözlerim, gri gökyüzünü süzerken,

hazırlığı yapılan yağmuru kutlama telaşına kapıldım

öyle ya, soğuk mevsimleri yaşıyorum kaç yıldır

bir türlü haber gelmedi bahardan,

tüm sıcak renkleri tükettiğimden beri

göçmen kuşlar uğramadı yaşadığım iklime

tüm sıcak hisleri kaybettiğimden beri

geceleri kahveyle ısıtıyorum ellerimi

gündüzleri soğuk algınlığına karşı bitki çayı,

adaçayı, ıhlamur, papatya fakat illa limonlu olmalı

kısa da sürse etkisi, “olsun!” diyorum

hangi mutluluk zaten uzun ömürlü oldu ki

hangi sevincimizin kırılmadı ki kanadı 

 

okunmayı bekleyen gazeteler birikmiş sehpa üzerinde,

sebepsizce açtığım radyonun cızırtılı sesinde felaketler

lodos diyor, karbonmonoksit diyor, ölüm diyor

soğuk havadan korunma yollarından söz ediyor.

evsiz insanlardan, sokak hayvanlarından

artan meyve sebze fiyatlarını sıkıştırıyor araya

bir kaç gereksiz tartışma ve nihayet hava durumu

mevsim normallerinin altında seyrediyor sıcaklar

insan normallerinin altında sergileniyor davranışlar

albümler yetişmiyor acının resimlerine

naftalin kokulu örtüler altına saklanmış hatıralar

hangisine el atsam, üzerime bulaşıyor kesif koku

 

epeydir azalmış durumda sokak kalabalığı

çocuk sesleri daha az geliyor,

yürüyenlerin başları önde, hayali boyundurukla

tüm kötülüklerin müsebbibi onlarmış gibi

ürkek adımla geçiyorlar kapımın önünden

bense tozlanan mobilyaları dahi silmeye üşeniyorum

öyle bir rahatlık, öyle bir boş vermişlik var içimde

bazen ayna karşısında buluyorum kendimi, gayet asabi

“pasaklısın oğlum işte!” diyorum, hak veriyorum kendime

en son ne zaman makas değdi saçıma hatırlamıyorum

usturanın keskin izleri, çoktan silindi yüzümde

 

radyodan dolarken odaya pop gürültüsü

tahammül sınırlarını çoktan geçmişti huzursuzluk

tam kırık kapatma tuşuna basacakken, çaldı kapı

öylece bekledim bir süre, soğuk heykel gibi

“çalar, çalar gider nasılsa!” dedim içimden 

ama inatçı bir eldi karşımdaki

oflaya, puflaya açtığım kapıda postacı,

pullu bir zarfı uzattı bana kararsızca

ismimi söyledi elindeki kağıda bakarak,

“imza!” dediği morarmış parmaklarıyla göstererek

içeri girdim, kuruldum yine koltuğuma,

kapattım baş ağrıtan radyoyu,

tanımadığım bir kadının ismi gönderen kısmında

sağ alt tarafta itinayla yazılmış ismim, adres bilgileri

açılan zarftan yayılan lavanta kokusu

eski zamanlardan bir şeyleri anımsatıyor

sarımtırak kağıt üzerinde mavi mürekkepli satırlar

“Sevgili…” diye başlayan bir hitap

özlem dolu satırlar, pişmanlığa batmış yakarışlar

“sen iyi misin bari?” diye müşfik bir sesleniş…

bir trajedide olması gereken her şey var

olmaması gereken bir ben varım mektubun içinde

bir de geçmişe ait yaşanmışlıklar

“Bir yanlışlık var galiba?” deyip bırakıyorum mektubu elimden

düşünüyorum da, benim dahi kaybettiğim bir bana

kim, neden yollardı ki özenli satırlar

kim, neden sorardı ki hatırımı bilmem?

sanırım bir isim benzerliği!

Geceye Yolculuk / Erhan Bozkurt

Ruhum daraldı yine Sen’siz,  Sen’siz,

Geceyi geziyorum sessiz, sessiz.

Gündüz kaybettiklerimi bulur muyum diye,

Gecede arıyorum yolsuz ve izsiz.

**

Ömrüm akıp gidiyor elimden istemsiz,

Günüm, günüme uymuyor, hepten dengesiz.

Bir örtü yapıp her şeyi örterim diye,

Geceyi çekiyorum üstüme,çaresiz.

**

Gece karanlığı ,yoklukla sanki ikiz,

Her şeyden uzak, herkesten habersiz.

Sadece seni bulabilir miyim diye,

Geceyi yokluyorum, gözsüz ve elsiz.

**

Gündüzler arsız, günlerse acımasız,

Alıp götürür beni, benden habersiz.

Karanlıkta Sana dönebilir miyim diye,

Geceyi istiyorum, hadsiz ve hesapsız.

**

Hayatım dediğim dipsiz bir dehliz,

Geride ne kalır bilmem ki Sen’siz.

O dehlizden belki çıkarır diye,

Geceyi çekiyorum, urgansız ve ipsiz.

**

Sırtımda taşıdığım ne denî, ve ne densiz,

Yaşıyorum halâ nasılsa, o denli hadsîz,

Belki götürüp karanlıkta, saklarım diye,

Geceye taşıyorum, apaçık ve örtüsüz.

**

Her şey boş, herşey anlamsız,

Senin’le anlamlaşır, sensiz her şey amansız,

Sana bir nefes yaklaşabilir miyim diye,

Geceyle sukûtum, sözsüz ve dilsiz.

**

Sensiz günler, gündüzler ışıksız,

Fark etmez güneş doğsa da pürüzsüz.

Asıl  Sen’den  gelen Nûr’a  ulaşayım diye,

Geceye salıyorum kendimi, ıssız, ıssız.

Dedemin Şöhreti / Yasemin Tatlıseven

 Sınav giriş kartı
 Harç ödeme makbuzu
 Eski mektuplar

Kalemi elinden bıraktı. Ellerini kaldırıp, gerinerek başının arkasında birleştirdi. Kim bilir kaç saattir yazıyordu? Oysa aklına gelenleri hemencecik not etmekti amacı. Kalem kağıdın üzerinde gezinmeye başlayınca, zamanın nasıl akıp gittiğini bir türlü anlayamıyordu. Yazdıklarının okunup okunmaması şimdilik hiç önemli değildi. Yazmaktan duyduğu müthiş keyif her şeye bedeldi. Hem birçok yazar öldükten sonra meşhur olmamış mıydı? O da notlarını tahta bir sandığa koyar, çatı katına kaldırırdı. Elbet gün gelir, birileri bulur, yazdıklarını gün yüzüne çıkarırdı.

Annesinin sesiyle kendine geldi, “Hayri, hadi oğlum, hayvanları sulamaya götür, hava kararmadan gidip gel bi koşu”. “Tamam anacım” dedikten sonra ahıra gitti. İnekleri yularından çözüp önüne kattı. Akşamın alacakaranlığında inekler önde o arkada, köy meydanındaki su yalağına doğru yola koyuldular. Sabahları okula gitmeden önce hayvanları tekrar sulamaya
götürürdü. Bu sırada abisi ahırı temizler, yemlikleri doldururdu. Ahırın yolunu tutan inekleri bıraktıktan sonra, çantasını kaptığı gibi okula koşardı.

Okul, üç derslikten oluşan, derme-çatma bir yapıydı. Üç derslik olmasına rağmen bütün öğrenciler bir sınıfta toplanırdı. Köyde sadece bir tane öğretmen vardı. Tek derslikte birden beşe kadar tüm sınıflara ayrı ayrı ders anlatıyor, her öğrenciyle tek tek ilgilenmeye çalışıyordu. Hayri okulu çok seviyordu. Okul onun için; şu küçücük köyün içinde, dünyaya açılan kocaman bir pencere gibiydi. Öğretmenin ağzından çıkan her şeyi can kulağıyla dinlerdi. Her bir cümlede farklı hayaller kurar, görmediği, bilmediği bambaşka bir dünya için heyecan duyardı. Okulda bulunan tüm kitapları okumuş bitirmişti. Öğretmeni sırf onun için büyük şehirdeki arkadaşlarından kitap ister, Hayri onların gelmesini sabırsızlıkla beklerdi. Kitaplar gelince dağ,bayır gezerek hem hayvan otlatır, hem de bir çırpıda hepsini okuyup bitirirdi. Kitabı bitirir bitirmez soluğu, ya ekmek yaparken, ya bahçeyi kazarken bulduğu anasının yanında alırdı. Bir yandan annesine yardım eder, diğer yandan kitabı baştan sona anlatırdı. Annesi çok iyi bir
dinleyiciydi.

Akşamları yatsıdan sonra, erkekler köy kahvesinde toplanır, öğretmen beyde akşam çayını içmek için ahaliye katılırdı. Bunu bilen Hayri, bitirdiği kitap, koltuğunun altında kahveye koşar, öğretmenine selam verir ve masaya davet etmesini beklerdi. O masanın etrafında saatlerce kitap hakkında konuşurlardı. Öğretmen yazar hakkında bilgiler verir, başka kitaplarını da okuması için öneride bulunurdu. Bazen saat geç olur, kahvede kimse kalmaz, kahve sahibi ceketini omuzlarına koyup evinin yolunu tutarken, “ Sakın ola, onlara ilişmeyesin” diye çırağı tembihlerdi. Zavallı çırak bir tabure üzerinde, onları dinlemeye çalışır, söylediklerinden bir şey anlamaz, arada uykuya yenik düşerek tabureden yuvarlanırdı. Gürültüyle etrafta kimse kalmadığını fark eden Hayri ve öğretmen, edebiyat sohbetlerini istemeye istemeye sonlandırırdı.

Hayri’nin okuma aşkı ve hevesini bilmeyen, duymayan yoktu. Bir kişi hariç! Babası… Öğretmen defalarca babasıyla konuşmuş, Hayri’nin mutlaka büyük şehre gidip, tahsilini devam ettirmesi gerektiğini söylemişti. Babasını ikna etmek ne mümkündü! “Tarlada çalışacak ırgat lazım” deyip geçiştiriyordu. “Hem abisi de okumadı, ona haksızlık olur” deyip, konuyu her seferinde kapatıyordu. Öğretmen Hayri için üzülüyordu.

Beşinci sınıf bitmiş Hayri okuldan mezun olmuş, çaresizce tarlada çalışmaya başlamıştı. Cebinde her zaman bir kağıt, bir kalem taşır, ne zaman mola verseler, bir ağacın gövdesine sırtını dayar, dizinin üzerinde yazar, çizerdi. Birbirinden alakasız sayfaları gün gelip derleyip, toplayacağına emindi. Şimdilik yazdıklarını bir tek annesine okuyordu. Bir de yaz sonunda, tayini başka bir köy okuluna çıkan öğretmenine yazdığı mektuplara iliştiriyordu. Öğretmeni Hayri’ye sık sık yazıp tavsiyeler veriyor, bazen de mektupla beraber eline geçen kitapları yolluyordu.

……………………………………….

Kaydet tuşuna bastı. Laptobun kapağını kapattı. Yaylı koltuğunda bir tur döndü, şöyle bir gerindi. Oysa beş dakika not almak için oturmuştu. Parmakları klavyenin üzerinde gezinmeye başlayınca, zamanın nasıl geçtiğini anlayamıyordu. Bildiği tek şey tıpkı Hayri dedesi gibi, yazmaktan büyük keyif aldığıydı. Bugüne kadar henüz basılmış bir kitabı yoktu, yayınevlerinin neredeyse hepsini tanıyor, yazdıkları elinde kapı kapı dolaşıp duruyordu. Geçen yıl yeni romanına çalışırken, çatı katında eski tahta bir sandık bulmuştu. Sandığın içinden çıkan sararmış, tozlu yapraklar hayatını bir anda değiştirmişti. Üzerinde çalıştığı amatör romanı bir kenara bırakarak, bütün zamanını dedesinin yazdıklarını derlemeye ayırmıştı.

Önsözü tamamlamanın huzuruyla gülümsedi, şimdi iş, kitabı basacak yayınevi bulmaktaydı. Gerekirse kapılarının önünde yatacaktı.

Aylar süren arayıştan sonra, ümitleri tükenmek üzereyken, bir yayınevi, son dönemlerde, eski hayatların gündem oluşturduğunu söyleyerek ilk baskıyı girdi. Ardından ikinci baskı, derken kitap en çok satanlar listesinde yerini aldı. Hayri sosyal medyanın da etkisiyle kısa sürede tanınmaya başladı. Kitap fuarlarına davet ediliyor, adına imza günleri düzenleniyordu. Okurları “Hayridedeyevefa” konu etiketi altında, köyde imza günü yapması konusunda bir akım başlatınca, yayıneviyle birlikte köye gitmeye karar verdiler. Dedesinin sandığından çıkan siyah-beyaz bir fotoğrafı afiş olarak bastırdılar. Öğretmen ve Hayri’nin eski köy okulunun önünde, yan yana durdukları bir fotoğraftı bu… Ayrılmadan hemen önce çektirmişlerdi. İkisinin de gözlerinde hüzün vardı. Afiş imza gününde duracağı standın üzerine asılacaktı.

Her şey istediği gibi hazırlanmıştı. Hayranları metrelerce uzayan kuyruklar oluşturmuştu. İmzaya başlamadan önce 15 dakikalık bir konuşma yapması istendi.


Okurlarıyla selamlaştıktan sonra, dedesinin kitaplara olan düşkünlüğünü ve okuma aşkını anlattı. Yazmayı ne kadar sevdiğinden, yazdıklarını mutlaka kitap haline getirmek istediğinden bahsetti. “Henüz çok gençken, 30’lu yaşların başında, tarlada geçirdiği elim bir kaza sonucu , aramızdan erken ayrılan dedemin hayali maalesef yarım kalmıştı. Elime geçen tahta bir sandıkla, yazmanın bana, Hayri dedemden miras kaldığını anlamış bulunmaktayım. Dedemin hayalini gerçekleştirmekse bana kaldı. Teşekkürler dedem” deyip imza standına geçti. Kalabalığın içinden yanına yaklaşan bir genç, imzalaması için kitabı kendisine uzatırken; “Afişteki öğretmen benim dedem, lütfen kitabı onun anısına imzalayın” dedi. Ve cebinden aynı fotoğrafı çıkardı.

İki torunun da gözleri dolu doluydu. Fotoğrafın yanında, rengi solmuş birkaç evrak vardı. Elleri titreyerek sararmış kağıt parçalarını aldı. Dedesi Hayri adına düzenlenmiş Devlet Parasız Yatılı Sınavlarına giriş kartı, öğretmenin maaşından arttırarak ödediği sınav ücretinin makbuzu ve Hayri’nin babasından gelen bir mektup! Öğretmenin yazdığı onlarca mektuba istinaden gönderilmiş, sadece tek bir mektup ve olumsuz bir cevap! Geleceği parlak bir öğrenciyi kurtarmak için çırpınan idealist bir öğretmenden, cehalet ve fakirliğe yenik düşmekle sonuçlanan, acı bir hatıra kalmıştı geriye… Hayri ise öğretmeninin bu çabasından hiçbir zaman haberdar olmamıştı.

Gün bitip, imzalar sona erdikten sonra, iki torun afişin önüne geçip yan yana poz verdiler. Öğretmen ve Hayri’nin hüzünlü ve çaresiz bakışlarının aksine onlar, görevi başarıyla tamamlamanın huzuruyla gülümsüyorlardı.

S O N

Not: Bu hikayede öğretmene bir isim verilmemiştir.
Halimeler, Gökhanlar, Nesibeler, Esmalar, Haticeler…..
Tüm öğretmenlerimize ithafen!

Yasemin Tatlıseven

İnsan Olmak Neydi? / Derya Hekim

Kış iyiden iyiye kendini hissettirmeye başladı. Sokaklardan el etek erkenden çekiliyor artık. Akşam karanlığının da erkenden düşmesi ile bir ayın daha bittiği anlaşılıyor. Mevsimlere ait aylar, mevsimi ile biterken acele etmiyor; birbirinin yerine geçmek gibi bir yarışları yok. İnsan dışında her şey olması gerektiği gibi hareket ediyor.

Gelişen iletişim ağları sayesinde dünyanın dört bir yanından haberdar olabiliyoruz. İzlediğim bazı videolarda insanın terk ettiği yerleşim yerlerini doğanın kendi kendini tamir etmesi olarak yorumluyorlar. İnsan eli çekilince doğa kendi akışı içerisinde değer veriyor taşa, toprağa ya da gölgelenen değerini gün yüzüne çıkarıyor diye de yorumlayabiliriz. Peki ne oluyor sonra? İnsan, doğanın kendini iyileştirdiğini fark edince bu yerler için yeniden planlamalar yapıyor. İnsan eli değince yeniden bozulmalar hasıl oluyor. Şöyle bir düşünce oluşuyor: İnsanın varlığı doğanın dengesini bozmasına rağmen tüm doğa, hayvanlar ve daha nicesi insana hizmet ediyor. Bu kadar nimetin şükrü eda edilmiyorsa gerçekten şımarıklık içerisinde olduğumuzu düşünüyorum.

İnsanı bu kadar hizmetine verilmiş olanlardan ayıran özelliği şuurlu bir varlık olması. İnsan olmasının gereği üzerine düşünmesi, duygulanması ve daha nice insani vasıfları sergilemesi oldukça doğal olanıdır. Birbirine karşı hoşgörü ve tevazu içinde olmak, yardıma ihtiyacı olana el uzatmak, merhametli olmak ne kadar güzel hasletler. Bu güzel haller kişiler arasındaki bağı kuvvetlendiriyor. Hayırla yad ederek ve dualarımızda birbirimize yer vererek bir vefa örneği sergilemiş oluyoruz. Dünya bu şekilde daha yaşanılası bir yer haline geliyor. Yakın bir geçmişe kadar böyleydi. İstikbal endişesi ile kıvranmak yerine ön görülü olmayı öğreten, bu konuda örnek olan tecrübeli kişilerle hasbihal edebiliyorduk. Şimdilerde ise insani değerlerimiz ayaklar altına alınırken gözler kör, kulaklar sağır ve şuur ise kendisine dokunulmadıkça kullanılmaz oldu. Peki ne oldu da bu hale geldi bugün insanlık? Dünyanın pek çok yerinde acılarla kıvranan insanlara nasıl kulak tıkayıp göz yumar olduk? Oysa kâinat bizim için işliyorken, sayısız nimete sahip iken… Ne oldu!

Afrika’da açlık ve sefaletin anlatıldığı belgeseli izleyip televizyon içerisine ekmek kırıntıları atan küçük çocuğun hikâyesi misali, bu kadar ince düşünüp hassas davranmaktan bizi alıkoyan nedir! Galiba bugünlerde bu soruya cevap vermek pek zor değil. İyi biri olmak için çabalamak, iyiliğe davet etmek, zorda olana el uzatmak, yalnız kalanın yalnızlığını paylaşmak, elindeki aşını paylaşmak ne yazık ki artık bir suç unsuru olabiliyor. Korku dağları ardına saklanıp güzel olan ne varsa sırt dönmek bugünlerde maalesef kanıksanmış bir hal aldı.

Merak ediyorum sürekli tüketmek, konfor peşinde koşmak yorucu değil mi sizce de? Duygularımızı, düşüncelerimizi peşinen harcayanların olması ya da kırılmaktan korkup kendimize saklamak yeterince üzmüyor mu? Kim bilir belki de çocukların merhameti, anlayışı, adil oluşu, duygu yönetimi; dünyayı ve hayatı tanıdığını sanan büyüklerden daha gelişmiş olduğu için en çok çocukluk dönemi özlenir. Ya da korku ile törpülenip inceltilmediğindendir.

Derya Hekim

Masum Sonbahar / Meryem Yıldırım

Ne yazım ne kışım! Arafta kalmış solgun bir baharım. Aylardan kasım mevsimlerden sonbahar.

Sonbahar ki!
-Sararan yaprakları hüzünle düşürürken “güz”
-Yaprağıyla, kuşuyla, börtü böceğiyle ayrılık yaşarken “hazan”
-Kısalan günleriyle, ıslak kaldırımlarıyla gönüllere ilham verirken “şairler mevsimi” oluverir.

Adına ne dersek diyelim tazelenmenin girizgâhıdır kendileri. Usul usul eskiyle vedalaşıp yeniyle selamlaşma için vakti saatin dolmasıdır. Yıl boyunca pörsümüş, eskimiş, son kullanma tarihi geçmiş duygulara elvedaların sığındığı mevsim olmasının yanı sıra renklerin çığlık çığlığa dönüştüğü arınma kurnasıdır. Ağaç usanmış ve kurtulmaya karar kılmışsa yapraktan bir kere, bahaneden öteye de değildir sonbahar. Taşımaya takati kalmayan sinelerdeki saklı duyguların yaprak döküm zamanıdır. Belki de yaprağın murad-ı ilahisi bambaşkadır bu ayrılıkta. Hazan yemiş takvim yapraklarını bir bir yaşarken sebebi de bahanesi de belli şiirlerinin konusu, şairlerin ilhamı, ayrılık temalı kızıl renkli mısralar; tanıdık nağmelere güftelenirken kâinatın görünmez fırçasıyla boyanmış toprakla buluşmaya kararlı yapraklara hayatımdan çıkmasını istediklerimi yazıyorum. Gözümden gönlümden düşmeye niyetlileri kızıl renkli yapraklarla eşleştirmeyi de unutmuyorum. Sararan yapraklara bir daha yapmayacağım dediklerimi, keşkelerimi, kızgınlıklarımı, her seferinde tövbeyle arındırdığım sözlerimi yazıyorum. Yıl boyu biriken gözyaşlarımı güz yağmurlarıyla buluşturuyorum. Hüznümü alıp götürsün istiyorum. Bunlar da benim murad-ı ilahım. Gecem, gündüzüm, dünüm, bugünüm, değişim hazırlıkları yaptığı eylül-ekim pılısını pırtısını toplayıp giderken bir an endişeleniyorum. Kaçsın istemiyorum sonbahar. Her ne kadar eylülle başlayıp ekimle devam etse de esas kasımla ruhumun mevsimini yakalıyorum. Bu güzellemeler nedir? “Kasım’la, sonbaharla ne demeye çalışıyorum? Ne diyeceksen de artık, yeter! Bu kadar izah da nedir yahu!? “Ne yapayım hiçbir şey izahla çözülemiyor ama izahsız da olmuyor. İzahla yazının amacına ulaşması için şairler yoldaşı olan sonbaharla “kelime tefekkürü” yapmaya yeltendim. Masum sonbahar bahane.

Yaprak… Toprak… Örtü üçlemesiyle perdenin arkasına dalma niyetindeyim. Bu satırları okuyor olduğuna göre sonbahar eşliğinde yaprağın hışırtısında şairler, şiirler, sen ve ben hüzündaşız bundan sonra.

Yaprak, toprak ve örtü!
Sanırım, yaprağın hüzne sebep olma durumu sadece sararıp dökülmesinden değil, o vakte kadar tepeden baktığı toprakla aynı noktada buluşmuş olmasıdır. Ağacın onu yok sayışından. Zahirde düşüş manası içeren yaprağın bu veda hali kendi ayrılık, düşüş, kopuş ve yok sayılışlarımı aklıma getiriyor.

Bahçem rüzgâr yemiş, viran olmuş.
Ömrüm sonbahara dönmüş. Dökülen toplanır mı?
Toplansa da yerine konul mu?
Ah! Hüzün yüklü yapraklar!
Nereden bileceksiniz ki kavuşmanın hazzı için ayrılığın şart olduğunu!
Sana sabrım o yüzdendir.

Belki de Sezai Karakoç’un “Seni yok sayacaklar, sen daha çok var olacaksın.” sözüne tam inanabilsem sonbahar halim geçecek. Kabahat sende değil. Biliyorum masumsun. Belki de dallarına veda eden yaprakların asıl niyeti, yaz boyu güneşe doyan toprak adına güneşi kışa saklamak için örtü olmaktır. Ya da kış üşümesin diye şefkatle onu sarıp sarmalamaktır. Kaç zamandır baharlarımız üşüyor bari kışlarımız üşümesin. Renk cümbüşü olan bu örtü yazı demlemek istiyor. Tıpkı söylemesini çok iyi bildiğimiz sözlerin üstünü örterek kelimeleri demlenmeye bıraktığımız gibi. “Sabrıma sükût giydirdim beklemedeyim” sözü de kaynayan günlerimize örtü oluyor. Belki de tüm bu sükûtlar ömrün tadını ötelerde yudumlayabilmek için. O yüzden huzur vermiyor, ömrün tadını buralarda çıkartmaya çalışmak. Dünya, ömrün ötesine kocaman bir örtü. Gözyaşlarıyla saklambaç oynayan ben. Yalnızlığı örtmüş üstüne üşüyor. Tıpkı çocukken ağladığımızı kimse görmesin diye yorganı hıçkırıklarımıza örtü yaptığımız gibi. Ne kadar çok isterim şefkatli bir el geliverse, üzerimizdeki kasvetli örtüyü çekiverse de sabrımızı rahatlatıverse. Yeter demlendiğin deyiverse. Ne kadar çok ihtiyacımız var böyle sürprizlere…! Hani korlanmış ateşi söndürmek için kül ile örtüp sönmesini beklersin de sonra yaramaz bir kıvılcım küllenen ateşten doğmak için fırsat kollar ya işte ben de o yaramaz kıvılcım gibi
hissediyorum kendimi. “Küllerinden doğmak” işte bunun için de Simurg hikâyesinde olduğu gibi önce yanmak gerek. Bu yüzden kızıl sonbahar yapraklarına yakınım.

Sonbahar yaprakları örtü metaforu olmuşken eksik yanlarımız, günahlarımız adına sükûnet ve güven için “Settar” ismine de muhtaçlığım aklıma geliyor. Her türlü hoyratlığıma karşı kusurlarıma Settar bonusu beni bu günlere getirmişti. Hira’da yalnızlık arayan Hz. Peygamber ilahi vahye muhatap olduğunda karşılaştığı hâdisenin azameti ve haşyetiyle âdeta konuşamaz hale gelmişti. Heyecan ve haşyetle titreyerek evine ulaştığında Hz. Hatice’ye, “Beni örtünüz! Beni örtünüz!” diyebilmişti. Ne anlama geliyordu bu mukaddes örtü? Hadisenin haşyetini, azametini, heyecanını demlemeye aldıran bu mukaddes örtü, Efendimizin düşüncelerine sükûnet ve güven oluyordu. Düşüncelerimize rehber, yüreğimizin titreyişine sekine olacak güven ve sükunetle sığınabileceğimiz mukaddes örtüler nerelerdesiniz!?

Kimileri de kendi art niyetlerini sırıtkan yüzlerini riyakârane “örtü” yaparak yanlışla doğrunun, kötülükle iyiliğin, günahla sevabın üstünü örtmeye çalışmaktalar. Oysaki gerçekler bakidir. Hiç kimseler onaylamasa dahi! Elbet bir gün örtü kalkacak gün yüzünü gösterecektir. Benim ise sırların üstündeki örtünün kalkmasını beklemekten başka bir gücüm yok!

Bilgelik peçesiyle aymazlıkları gizleyenler sayenizde cahillikler, ahlaksızlıklar, yoksunluklar çoğaldı. Değerler yerinden oynadıktan sonra sözlerinize ahlakı örtü yapsanız ne olur ki!


Ben yine de; bütün olanlara karşılık “kardeşinin ayıbını, kusurunu ve hatasını örtmede gece gibi olun” nidası ile iyi niyetimi “örtü” yapmaya devam edeyim.

Örtün hafızamı;
Nadanlıkları,
Nobranlıkları,
Kadir kıymet bilmezlikleri unutayım.
Ta ki bedenime toprak “örtü” oluncaya kadar huzur içinde yaşayayım!

Meryem Yıldırım

Kadın ve Adam/ Erkan Bilgin

Bir gün sevmeyi kuşandı adam

Ve güzelliği giyindi kadın,

Yürüdüler sessizliği incitmeden.

Su, ışık, toprak yürüdü,

Ay yürüdü gölgelerinden.

Sonra bir mehtap aralığında

Değdi adamın sözleri kadının kalbine,

Eğildi kadının gözleri adamın gönlüne,

Titredi gölgenin ayak sesinde yıldızlar,

Tuttu nefesini hırçın deniz,

Öptü usulca denizi rüzgar,

Yuttu öfkesini bulut,

Sustular, kelimeleri incitmeden.

Toprak, güneş, mevsim sustu.

Dağlar sustu sevincinden.

Ve en şuh kelimeler döküldü

Sessizliğin dilinden.

Sevgiden bir nefes çekti kadın,

Tuttu nefesini adam.

Merhametten bir nefes çekti adam,

Tuttu nefesini kadın.

Daldılar, deniz ve mehtabın öpüşmelerine,

Aşkın sükunetine daldılar.

 

 

Birgün alışkanlığı kuşandı adam,

Ve doyumsuzluğu giyindi kadın,

Yürüdüler, sessizliği  korkutarak

Su ,ışık, toprak yürüdü ,

Ay yürüdü gölgelerinden.

Sonra bir mehtap aralığında

Değdi adamın öfkesi kadının kalbine.

Eğrildi kadının gözleri adamın silüetine,

Karardı gölgenin ayak sesinde yıldızlar.

Başını kayalara vurdu deniz,

Kırdı ağaçların dallarını rüzgar,

Kustu öfkesini bulut.

Bağırdı kadın ve adam

Kelimeleri korkutarak bağırdı.

Uzaklaştı kalpler,

Uzaklaştıkça daha çok bağırdılar

Seslerini duyurabilmek için.

Toprak, güneş, mevsim bağırdı,

Dağlar bağırdı sonra yankıyla.

Ve  çirkin kelimeler doğdu

Öfkenin rahminden.

Nefretten bir nefes çekti kadın,

Nefessiz kaldı adam.

Öfkeden bir nefes çekti adam,

Nefessiz kaldı kadın.

Daldılar, gecenin körlüğüne,

Bencilliğin yalnızlığına daldılar.

 

Neyi kuşandığındır işte yaşamın.

Ya sevgidir hikayen ya nefret

Ya gürültüdür şiirin ya da sükunet.

WordPress.com'da bir web sitesi veya blog oluşturun

Yukarı ↑