Dilbeste/Editor

gözlerimiz çiğlerle halelenmiş
kronik sızılar barikatı bağrımız
buğular,çağıltılar,harabe şarkıları
manipülatif yanılgılar gizlenmiş
şuur altı mesajlarına
ana sütü çağrımız

“Mevla görelim neyler “

iyi niyetlerimiz vardı bizim
dünyaya ilk adım atışımızla başlayan
bahara,inkılaba ve direnişe dair
el sürmeden silaha
bilmeden revolverle ,ondörtlünün ayırdını
sığ(ın)madan sabaha
söylemişliğimiz vakiydi kurtuluş şiirleri
yahut diriliş
ayran,simit eşliğinde
lodosa karşı
karadenize karşı
“yaz rüyaları”

kahr-ı pespaye
rûz-ı meşakkat
anılarımıza kastedildi evvelen
saniyen masum kalmış yanımıza
heyhat
kimimize Şirin olmak
kimimize Ferhat
kimimize de dağ olmak düştü
palandöken mesela
mesela
karakurum
mesela
nanga parbat

“Tutam yar elinden tutam
çıkam dağlara “

iyi niyetimize suikastler düzenledi
bugünler için devşirilmiş keskin nişancılar tarafından
bir vakt-i keder oldu

azık olmuştu muştularımız
fizân olsa da niyetliydik gitmeye

/ki bazılarımız çoktan gitti
destanlar yazıldı ardlarından
kıvançla bahsedildi adlarından/

“Önden giden atlılar”

niyetliydik gitmeye fizan olsa da
anne rızasını almak en zoruydu
bir de öpmek gözlerini cananın
muhayyel dudaklarla

“ne ağlarsın benim zülfü siyahım
bu da geçer ağlama”

kimimize aylar hep mah-ı muharrem
kimimize eylül
yangınları içmiştik semaversiz kış akşamlarında
ellerimiz cam kırıkları
ümitsiz olmadık biz hiç hem
kan ağlarken içimiz en şad gözüktük
dünyanın tüm halklarının bayramlarında
ama bir kurban bayramında yaşadık açıktan matem
bir de ramazan sonrasında
kulağımız memleketten gelecek telefon sesinde

“Sefinem gark oldu dert deryasında “
“Kimseye kıymamıştık biz oysa “

ah râh-ı meşakkat
şehr-i hâr

kimimiz yakınız kimimiz uzak
kimimizin yazgısına ilişmiş muvakkat firar
yansa da sana dair ahsen dileklerimiz
bir orman yangınında

“Bekle bizi istanbul”

yusufu anasına
anası yusufuna ışık

yedi değil
binlercesi
“Mehlika sultan(ın)a aşık”

şiir elvedaya ilişik
şair ağlamaya alışık

“ağladıkça”

farzımuhal

Tut / Erkan Bilgin


Tut beni ey Ha Mim,
Tut beni en sevgilim!
Uzat geceme ellerini,
Çıkar kör karanlıklardan
Bırakma yüreğimi.

Kulaklarımda zanların fısıltısı…
Bak, sinsi günahlar tutmuş
Dört bir köşe başını.
İhanetin ağırlığında
Yorgun artık dizlerim.
Tut beni köklerimden
Suyum ol damarlarımda
Filizleneyim seninle.
Başıboş bırakma nefsimi
Varlığın çöllerinde.
Bahardan mevsimler getir bana
Tut senliğimden.

Işığa uçuşan kelebekler gibi
Koşayım tılsımlı nuruna.
Yoluna ram eyle benliğimi.
Göğsümde şehbal açsın
Dilimdeki imam.

Tut beni ey Ha Mim
Tut beni en sevgilim!

Al yüreğimdeki çığlıklarını
Müstakbeldeki evhamların,
Bitir zihnimdeki infiali,
Tutuştur beni.
Tefekkürden örtüler ört üstüme,
Tevekkülden bir nefes üfle,
Soyundur aşkın erliğine.
Temizle ruhumu
Zehirli dişlerin zehrinden,
Aşır beni eşiğimden
Götür huzur iklimlerine
Tut beni ey Ha Mim
Tut beni en sevgilim!

Umut Işığı / Ömer Dilbaz


Sönük bir yerdeyiz,
Her gün hafakanlar basıyor,
Günaha dolanmış zihnimizi…
Ucuz bir umut estiriyoruz,
Batıdan doğacak günün sabahına,
Yalnızlık çöl soğuğu gibi sardı bedenimizi,
Güzel günleri hayal eden çocuk gibiyiz.
Ha bugün ha yarın …
Belki mahşerde sevgililerle,
Olsun vicdan çarkı dönecek muştuya,
Muhabbet en son kertesinde de olsa,
Yine de varacağız Mevla’ya…
**
Uçurum kenarındayız,
Ama aşağısı güller bahçesi,
Dikenleri ahirzamanda inleyen ızdıraplar,
Altın başaklı acımsı sabır ekiyoruz,
Gönlün sevda bahçesi,
Zülme inat günaha inat,
Devri güle hasret bedevi gibiyiz,
Çöl ortasında kardelen suluyoruz,
Doğacağına inandığımız umutlara…
Ölüm bir müjdedir bize,

Vuslatına susadığımıza layık isek eğer,
Ümit edersek sabır edersek eğer ,
Sevgiyle bekler bizi peygamber…
Ömer Dilbaz

Karanlık / Erhan Bozkurt

Karanlığı seviyorum.

Karanlığın kollarında hiçlik.

Madde yok, mekan yok,

Bir tek yokluğu düşünen benliğim,

Bir de benliğimin sahibi O.

Duaya kalkan ellerimi göremiyorum.

Elim yok, ayağım yok, bedenim yok,

Gözyaşım yok, gözüm yok,

Bir tek O’nu hisseden kalbim,

Bir de kalbimin sahibi O.

Karanlığın sırtında sessizlik,

Taşır durur da ses çıkarmaz.

Seslenen yok, ses veren yok, ses yok.

Bir tek vicdanımın sesi,

Bir de sessizliği duyan O.

Zamanı yutar bir  kara delik.

Dünüm yok, yarınım yok

Günüm yok, ömrüm yok

Bir an-ı seyyale….

Bir de sonsuzluğu bir âna sığdıran O.

Hıdırellez Şarkı / Mehmet Şahin Keskin


Bana Hıdırellez bir şarkı söyle
İçine baharın neşvesi sinmiş
En renklisi martın, nisanın
Katmerli yeşiliyle mayısın


Kirlenmemiş denizler içinde
Bana Hıdırellez bir şarkı söyle
Suyu berrak akan her nehre,
Fasılasız ışıldayan yüzlere


Zemini aydın, zemini gülşen
İğdenin bayıltan kokusuyla
Bana Hıdırellez bir şarkı söyle
Fesada yüz vermeyen semtlere


Bundan öte dört mevsim kokan
Halesinde rengãrenk insan olan
Van’dan Tunceli’den İzmir’den
Bana Hıdırellez bir şarkı söyle


Mehmet Şahin Keskin

Gizli Özne / Mavi

Sen benim duygularımı sakladığım mahzenimsin
Ne zaman yağmur yağsa
Veya bir şimşek çaksa
Apansız
Ürkütürcesine
Yüzün gelir önce aklıma
Ve ellerin
Sonra
Sonrası yok bu gelişin
Lakin bir şimşek hızıyla gidişi var aklımın
Öyle hızlı
Öyle zamansız
Öyle apansız
Öyle tedirgin
Tüm duygularımı altüst edişi
Ve senin o mahzende herkesten gizlenişin
Yine de aklıma geldiğin her anı sevişim

Sen benim duygularımı sakladığım mevsimimsin
Kışın tatlı tatlı yağan karda
İlkbaharda yeni açan çiçekte
Taze Çimen kokusunda
Ve dahi tropik bir ülkenin aşık ıslatan yağmurlarında
O yağmurla gelen toprak kokusunda
Yazın güneşin kavurucu sıcağında
Sonbaharda dirilişi bekleyen ölü yaprak bekleyişinde
Sen o mevsimlere gizlenmiş her duygunun tam da merkezinde

Sen benim duygularımı sakladığım rengimsin

Kızgınken sinirli bir boğanın timsali olan kırmızıda
Gecenin sessizliğinde, gökyüzünün koyu mavisinde
Sonbaharda yaprakların yeşilinde, kahvesinde
Gün batımının en göz alıcı turuncusunda
Sana Türkçe renkleri öğrettiğim bir kampüs bahçesinin aşk kokan renginde
Senden yadigar kalan heveslerimi
Gökkuşağının bütün renklerinde sakladığımsın

Sen benim duygularımı sakladığım mazeretimsim
On yıl da geçse yirmi yıl da otuz da
Bir merhabasına aldandığımsın
Senden gayrı gelen her selama yüz çevirişim
Seneler sonra gözümden akmaya sebep gözyaşımsın
Sen benim oturup, birlikte bitirmeye ant içtiğim ödevim gibisin
En çok zorlandığım
Fakat aslında konuyu en iyi bildiğim
Hocanın sınavda kitabın neresinden sorarsa sorsun
Gözüm kapalı kağıda yazdığım cevabım gibisin.

Sen benim duygularımı sakladığım,
Diyar diyar içinde gezindiğim ülkem gibisin
Pasaportsuz, vizesiz ve biletsiz girip çıktığım yer
Dilini bilmediğim coğrafyalarda gezinme sebebimsin

Sen benim her kitabın arasına koyduğum ayracım,
Satırlarda aradığım isim
Hikayelerde gördüğüm gizli öznem gibisin
Sen benim duyduğum en naif dil

Sen benim gördüğüm en anlamlı göz
Sen benim gördüğüm en güzel yüzsün

MAVİ

Yağmur Güzel Yağar Çocukların Rüyalarına / Zeren

-Biraz daha anlatsana ,

Dedi , bulutlara:

-Başka neler var?

   İçi kıpır kıpırdı Zeynep’in bulutları dinlerken. Sanıyordu ki kalbi dev duvarların ötesinde yolculuk yapıp geri geliyordu. Hayalden kanatlarına umutlar yükleyip dönüyordu sonra.

 – Hadi ne olur, biraz daha anlat. Ee çok mu yüksekmiş binalar, düşmüyor muymuş insanlar?

 Kocaman gülümsedi bulut saçlarını okşamak istedi minik kızın yetişemedi.

  -Evet canım düşmüyorlar . Sonraa ,sonra kocaman ağaçlar var, kocaman ve yemyeşil. Biliyor musun en çok kuşlar sever ağaçları dallarına konar, şarkı söyleyip dururlar. Neşelendi Zeynep ,sevinçle çırpındı .

 -Ben de kuşları çok seviyorum. Geliyorlar buraya bazen benim için. Ekmek veriyorum onlara . Çok da mutlu oluyorlar biliyor musun? 

 -Biliyorum benim miniğim. Onlar da seni çok seviyor. Hepimiz seviyoruz. 

 Daha bitmemişti sohbeti Zeynep’in ,annesinin kucağında buldu kendini. Yemek vaktiydi ,veda etmesi gerekiyordu biricik arkadaşına. Annesi onu avludan içeri götürürken yeniden kaldırdı başını yukarı:

 -Yine gel olur mu? Hep gel.Bir de yağmurlara da söyle ,onlar da gelsinler . Nerede kaldılar? Çok uzun oldu.Ama seninle konuştuğumu söyleme olur mu kimseye? yoksa izin vermezler senin de gelmene .O zaman ne yaparım ben. 

 Cevabını duymadı bulutun. En son o devasa gülümsemesini gördü, aldı koydu kalbine.     Annesi kaşığı bir bir ağzına götürürken insanları seyrediyordu. 

 “Ne kadar da değişken insanların ruh halleri böyle… Daha bu sabah neşeli kahkahalar atan şu teyzenin sessiz sessiz akan gözyaşları ne kadar da manasızdı. Ya şu yıkayıp avluya serdiyi çamaşırları arasında saklambaç oynarken yanlışlıkla çekip düşürdüğü için sert bakışlarının altında ezildiği ablanın şimdi de gelip gidip saçlarını okşamasına ne demeliydi? İzlediği en basit ayrılık sahnesinde bile hıçkırıklara boğulan teyzenin biten dizinin ardından mutlu mutlu dakikalarca ekmeğine çikolata sürüp yemesi normal miydi , bilemedi. Bu kadar hızlı geçişler çocuklara ait olmalı değil miydi? Çocuklar birden ağlar ve sonra birden gülebilirlerdi. Belki onlar da büyümüş çocuk hâlâ diye düşündü. Mesela dakikalarca elinde tuttuğu fotoğrafa bakan bir insan , dudakları tebessüm ederken aynı anda gözlerinden nasıl yaşlar akardı? Bu denli büyük çelişkiler henüz onun anlayabileceği seviyede değildi.

  Yemeğin ardından annesi aceleciydi. Kucakladığı gibi üzerini giydirmeye götürdü. Gezmeye gitme günü gelmişti anlaşılan, koridora çıkıp telefonla konuşacaklardı. Demek bugün kendinden 3 yaş büyük ablasının sesini duyacaktı ve dedesinin ve ninesinin. Anlamsız kelimelerle çok anlamlı şeyler söyleyecekti onlara. Dedesinden artık sesini her duyduğunda ağlamaktan vazgeçmesini isteyecek onun mutlu olması için “bak saymayı bile öğrendim dede” diyecekti. Henüz üç yaşında kaç çocuk saymayı bilebilirdi ki otuza kadar , kırka kadar? Hem de her sabah ve her akşam tekrar edip öğreniyordu bütün teyzeleriyle birlikte. Çok şanslı olmalıydı. Üstelik bazı kelimelerin anlamlarını da biliyordu artık. Dünyada kaç çocuk mazgalın ne demek olduğunu bilebilirdi ki bu yaşta, sonra karavananın, sonra sayımın. Bunlar onun konuşmayı öğrendiğindeki ilk kelimelerindendi. 

 İşte hazırdı minik Zeynep gezmeye gitmek için. Gezmek….Sadece o uzun dar koridora çıkmaktı ama olsundu. Haftada bir gün dahi olsa şu kapının ardını görmek heyecanlandırıyordu onu. Sonra, olup bitenleri ,dedesini ,ablasını ,o uzun koridoru yağmurlara anlatırım diye düşündü. Yakında gelirler… 

 Evet biliyordu dünya buradan ibaret olamazdı annesinin hadi yuvamıza gidelim diye götürdüğü demir ranzadan daha büyük yuvalar da vardı, anlatmıştı yağmur. Hepsini öğrenmişti, salıncaktan bile vardı haberi ,sonra oyuncaktan. Hepsini aklında tutamamıştı ama biliyordu bu dev duvarların ardında başka bir hayat vardı. Biliyordu ama almıyordu minicik aklı. 

 Ne olmuş ki , onun da vardı hem oyuncakları, leğenin içinde yüzdürdü kağıttan gemisi, kavanoz kapaklarından tabakları, annesinin özene bezene diktiği bez bebeği sonra. Üstelik her şeyden önce annesi yanındaydı, nasıl şanslı olmasındı ki? Bir gün sabah erkenden uyandırılan bir teyzenin gözleri dolu dolu “ah keşke uyandırmasaydınız. Rüyamda kızımı gördüm, tam sarılmak üzereydim” diye sitem edip dakikalarca yatağında ağladığı gün karar vermişti şanslı oluşuna.

 Zeynep için bir diğer günün aynısı olan gün bitmişti yine. Yarın için heyecanlandıracak bir şeyi yoktu ama güzel rüyalar umuduyla yumdu gözlerini .

   Zeynep !

Bu güzellik var mı soyunda,

 Bilmem ama 

Böyle acı görmedin minicik ömründe bilirim Zeynep !

Kalbi kuş gibi çarpan ürkek ceylan .

Gerçeğin bu kadar zor,

 Güzel mi bari düşün rüyan?

 Zeynep !

Başka bir dünya var,

 Söylesem inanır mı?

 Kelebekleri görse tanır mı?

 Zeynep!

 İlk kelimelerinin soğuk yüzü

 Hüzün gecesi gündüzü 

Yanaklarında gamzenin çiçek açtığı tek an: Kuşlarla süslenince gökyüzü 

Zeynep!

 Olsun, durma, hayal et desem

 Belki sorarsın neyi?

 Nasıl düşleyeyim görmediğim dünyayı?

 Bulutları biliyorum 

 Bir de güneşi 

 Geceleri yıldızları ,sonra ayı .

 Zeynep !

 Bahar görmelisin güzellik daha 

 Papatyadan taçlar takmalısın

 Altın sarısı saçlarına 

 Kuşlarla yarışmalı özgürlüğün

 Ağaçlara çıkmalısın 

O resimlerde gördüğün

Aydınlık bir geleceğin olmalı

Her günü bayram düğün.

Zeynep….

Muhsin Bey’e / Gökhan Bozkuş

Kapı açık, pencere de

Hava eksi yedi derece

Sen geldin kelimelerinle

Nazik olacak gerçekten Aliler

Aliler Nazik olacak Muhsin Bey

Çiçekleri suladığını düşledim

En güzel kelimeler ve muhayyel 

En güzel dileklerin içinden 

Haroşa örgüsü gibi gün yine

Umudumdan döktüm umduğumdan

Muhsin Bey, Muhsin Bey insanlar

Seviyorlar galiba gürültüyü

Yağmura da aşina değil birçoğu

Oysa gözden akan su ile çeşme

Dereden çağlayan ile Dicle

Nasıl bir olabilir

Çiçekler galiba 

Yine ölmüş Muhsin Bey

Elimi bile sürmediğim bu çağda ben

Şakirlerin öldürdüğü gelinciklerle

Taşlar görüyorum içimde 

İnsanlar diyorum Muhsin Bey

Yuf içiyorum Ruhi’den 

Geldikçe aklıma yuf…

İkbaline idbarına yuf…

Farzımuhal tutuyor omuzlarımdan

Umut bir kuş diyor ve

Ve sus içiyorum Muhsin Bey

Mika suratlı bu dünyadan

Karıncaların aradığı suyu arıyorum güya

Yer çamur, gök çamur

Ezilenlerin ahıyla mağrur ekâbirler arasında

Müzeyyen Senar dinliyorum Muhsin Bey

Ateşi var dünyanın buzları eriyor 

Güle gül diyor insanlar

Gül-i rânâ’lar lugatte küf

Galiba ben en çok

Sabırdan yoruluyorum Muhsin Bey

Gökhan Bozkuş 

frankofon bir şiire ilişik güzelleme / Farzımuhal


yüzün çok güzel
ve ben Guinea-Conakryim bu müstesna durumlara
bilir misin
öksüzlüğü
ders kitaplarından çooook önce postallarla sınanmış
darbelerle ispatlanmış bu anakarada
frankofon çığlıklar akrabadır
su bulmuş bir inci güleçin
mutmain gözlerinde yıkanır
kavramsal
kuramsal
kurumsal (ya da her neyse)
sosyal sorumluluklar
o mutmain gözler hepsine de inanır

yüzün çok güzel
ve ben tiryakiyim ulusöte travmalara
bilir misin
bu çok uluslu
bu çok uslu
bu göründüğünden
bu gösterildiğinden
bu çok hisli
bu ziyadesiye pseudo-demokrat anakarada
dilinde susku doğuran
suskusunda ağıt yoğuran
ağıdında yılkı çağıran
bu pseudo-demokrat anakaranın frankofon fistanlı anneleri
ve cumartesi anneleri

yüzün çok güzel
ve ben pervaneyim
budanmamış ağaçlardan mango yiyen
badanalanmamış odalardan
hayal devşiren inci bulutlarına
rüyalarına ebcetler düşmüş
ayak izlerini silerek ilerleyen yolcuların
isimlerle kutlanmış kulaklarına da
pervaneyim
pervaneyim de konu bu değil

yüzün çok güzel
ve ben gözlerime yağmur giyindim
aldırma ellerimin kuraklığına


farzımuhal

Bir Kimliğe Sığmayan Aydın; Amin Maalouf / Mehmet Akbaş

Bir kimliğe sığmayan aydın; Amin Maalouf

Ölümcül Kimlikler, Amin Maalouf’un kimlik olgusunu derinlemesine sorguladığı bir deneme kitabı. 4 bölümden oluşan kitapta yazar, doğu-batı temelinde din, dil, ırk ve kültür üzerinden bir kimlik sorgulaması yapıyor. 2000 yılında Aysel Bora’nın çevirisi ile Yapı Kredi Yayınlarından Türk okuyucusu ile buluşan kitap, güncelliği artan kimlik problemine, farklı bir yaklaşımla öneriler sunuyor

1990’lı yılların 2. yarısında Fransa’da yayınlanan Ölümcül Kimlikler her ne kadar sert bir isme sahip olsa da, oldukça yapıcı ve küresel problemlere karşı onarıcı bir eser. Maalouf’un bu birleştirici ve hoşgörülü üslubu aslında tüm eserlerine ve hayatının her anına yansıyor. Birçok aydının kimlik olgusuna 11 Eylül’den sonra eğilmeye başladığını düşünürsek, Maalouf’un bu meseleye çok öncesinden ele aldığı görülüyor. Çünkü o hem Müslüman Arapların içinde doğmuş bir Hıristiyan, hem de Fransa’ya göç etmiş Lübnanlı bir Arap’tır. Amin Maalouf, kimlik olgusuna bu kadar yoğunlaşmasının sebebinin ne olduğu sorusuna ‘’Ben Lübnan’da doğdum, Lübnan’da insan her saniye kendisine kimliği ile ilgili sorular sormadan edemez. Ben kimim? Bu ülkeye mi aidim? Bu hep aklınızda taşıdığınız bir mesele. Daha sonra bir şey keşfettim; Benim Lübnan’da nefret ettiğim toplulukçuluk siyasetinin artık sadece Lübnan veya Doğu’ya dair bir sorun değil, bunun dünyada artarak devam eden bir sorun olduğunu gördüm ’’ şeklinde cevap veriyor. Kimlik meselesi, Batı’da bu tür sorgulamalarına devam eden Maalouf’un zamanla edebiyattaki en büyük başlığı olmuş.

Maalouf’a göre başından göç geçmiş insanların her yerde çoklu kimlikleriyle kabul görmeleri gerekiyor. Lübnan’da doğan bir Hıristiyan, Arap, Fransız ve Avrupalı olan Maalouf, sürekli nereye ait olduğu sorusuna muhatap olduğunu ifade ediyor. Bu sorulara ise şu ifadelerle karşılık veriyor; ‘’Geçmişte bir köylüye sormuşlar, oğullarından hangisini daha çok seversin? Köylü şöyle cevap vermiş; İyileşene kadar en çok hasta olanı, eve dönene kadar da yokluğunu hissettiğim oğlumu severim. Ben de çok kimlikli oluğum için aynı şeyi söylüyorum; Lübnan’da sorun yaşandığı zaman oralı olduğumu hatırlıyor acı çekiyorum ve Avrupa’ya karşı da aynı şeyi hissediyorum’’ diyor. Hem doğduğu toprakları, hem de doyduğu ve yaşadığı, fikirlerini dünya ile paylaştığı yer olan, Fransa ve Avrupa’yı bir ebeveynin çocuklarının sahiplendiği gibi sahipleniyor. Hatta bunu biraz daha ileriye taşıyarak ‘’Kimliğimde ne kadar öğe varsa ortaya çıkarmak için belleğimi didik didik eder, bunları toplar, sıralarım, hiçbirini reddetmem’’ ifadelerini kullanıyor.

Neden bugün bunca insanın dinsel, etnik, ulusal ya da başka kimlikleri adına cinayetler işlediğini anlama çabası taşıyan yazar, gerek Doğu’da gerekse Batı’da insanları, bir kimliğe hapsetmeye çalışan bir anlayışın yaygın olduğunu belirtiyor. Maalouf ‘’İnsanları nereye ait olduklarını seçmeye zorlayan bir dünyada yaşıyoruz. Birleşik kimliklere sahip kişilere meşruiyet sağlamamız gerekiyor. Aksi takdirde seçime zorlanan fertler üzerinde Ölümcül Kimlikler ortaya çıkıyor. Neticede insanlar ya geldiği ülkenin kimliğine sarılıp yaşadığı ülkeye düşman oluyor. Ya da tam tersi yaşadıkları ülkede asimile olarak geldikleri ülkenin kimliğini saklamaya çalışıyor ve var olmayan bir suçluluğu üzerlerinde taşıyorlar’’ şeklinde düşüncelerini dile getiriyor.

 O’na göre küreselleşen dünyada, ister fiziki olarak yakın bir yerde isterse başka kıtalarda yaşıyor olsunlar, artık insanlar birer komşudur. Medeniyetler çatışması var olan bir gerçek ama insanlar bu duruma mahkûm değildir. Kimliklere eski biçimleriyle bakarak hayatta kalmamız mümkün değildir. İnsanlık, tüm dünya topluluklarının oluşturduğu bir mozaiği işler hale getirmek durumundadır. Avrupa asırlar boyu kendi içinde savaşmış ve buna bir son vermiştir. Özellikle Alman-Fransız savaşının sona ermesi ve günümüzde birbirine karşı bir kimlik kaygısı taşımadan, AB içinde yan yana birlikte yaşayabilmeleri dünyadaki ve doğudaki bu tür problemlerin çözülmesi için ilham verici bir örnektir.

Dinler konusunda özellikle son dönemde yükselen İslamofobi konularına tarihi perspektiften yaklaşıyor. Batı’daki kötü İslam imajının ortaya çıkmasına neden olan radikal örgütlerin İslam tarihinde yerinin olmadığı anlayışını taşıyor. İslam’ın egemen olduğu topraklarda azınlıklar bir takım sorunlar yaşasa da günümüze kadar kendi kimlikleriyle gelmiştir. Buna örnek olarak da Ölümcül Kimliklerde şu sözler sarf ediliyor; Hiçbir din tam olarak hoşgörüsüzlükten soyutlanabilmiş değildir ama İslam bu konuda hiç de fena görünmez… Eğer atalarım, Müslüman orduları tarafından fethedilen bir ülkede Hıristiyan olmak yerine, Hıristiyanlar tarafından fethedilen bir ülkede Müslüman olsalardı, 14 asır yaşayabileceklerini sanmıyorum. Gerçekten de, İspanya’daki Müslümanlara ne oldu? Ya Sicilya’daki Müslümanlara? Yok oldular, tek kişi kalmayana kadar katledildiler, sürgüne zorlandılar ya da cebren Hıristiyan edildiler. Bu nedenle tarihten günümüze ortaya çıkan şiddet olaylarının bir dine mal edilmesi yanlıştır.

Batılı ülkeler kendi içinde bazı prensiplere çok bağlıdır fakat bu prensipler başka ülkelerle olan ilişkilerde geçerliliğini yitirmektedir. Burada Batı ikiyüzlü bir yaklaşım sergilemektedir. Prensipleri olan ülkeler her an bu prensiplere bağlı kalmalı ve her yerde bu prensipleri işletmelidir. Bu prensipler işletilmediği zaman, diğer medeniyetlere mensup kişiler kendisini modernliğe kapatmaktadır. Çünkü modernlik öteki olarak algılanan Batı’dan gelmektedir. Bütün bu sorunları aşmak için dünyanın her yerinde herkesin özgürce kimliği ile birlikte var olabilmelidir. Doğu insanı modernliği nereden gelirse gelsin kabul etmeli batılılarda tüm kimliklere kendi içlerinde daha fazla yer açmalıdır.

Çünkü dünya, hiçbir özel ırka hiçbir özel ulusa ait değil. Tarihin öteki anlarından çok daha fazla olarak kendine bir yer açmayı isteyen herkese aittir. Kendi yararına kullanmak için oyunun yeni kurallarını kavramaya çalışan herkese aittir. Çünkü yeni gerçeklikler bize yanlarında kullanma kılavuzu ile birlikte gelmemektedir. Hangi dinden ya da ırktan olursa olsun insanlar yeni hemşerileriyle farklı bir şekilde iletişime geçmeli, bunu kendi kimliğini koruyarak, yeni ortamın ruhuna uygun davranışlarla desteklemelidir. Bugünün dünyası tehdit altındaki kültürlere kendilerini korumak için çok fazla olanak sunmaktadır.

Teknolojik gelişmeler karşısında ahlaki gelişmenin biraz cılız kaldığını düşünen Amin Maalouf’a göre, bugün edebiyatın temel görevin dünyayı yeniden icat etmektir. Dünyanın yeniden icat edilmeye ihtiyacı vardır. 

WordPress.com'da bir web sitesi veya blog oluşturun

Yukarı ↑