Hatırat..
Sernâme-i nâme nâm-ı Kuddûs
Aziz kardeşim,
Ayrılık günlerinin dakikalarının âşireleri sayısınca selam üzerine olsun.
Geçen yıl Hazret-i Mevlana’nın Mesnevi-i Şerif’ini okumaya başlamıştım. Bir ara okumalarımın sırada bir okumaya dönüştüğünü fark ettim. O anda ara vermem gerektiğini anladım. Üçüncü cilt bitmişti. Dördüncü cilde birkaç ay sonra başlayayım, araya giren zamanla merhemin tesiri keskinleşsin, ifadelerin ışığı tekrar parlasın diye düşündüm. Belki sadece benim için öyledir, uzak geçirilen zaman ve bu arada duyulan özlem böyle soylu metinlerin tesirini artırıyor sanki.
Ve geçen gün yeniden dinlemeye başladım neyden. Yine derdime dermen olacak bir hikayeyle başlıyordu yeni cilt.
Zalimler zavallı âşığa eziyet ederken sevgiliye ulaşmasını sağlıyorlar, o âşık da bu lütfundan dolayı zalime teşekkür ediyor. Sonra bir vaizin, gaflete dalmasına engel oldukları için,dünya meyline fırsat vermediği için fasıklara, zalimlere duasından bahsediyor. Ebette bu duaların, teşekkürlerin din gününün terazisinde bir şeye yarayıp yaramayacağı âşığın meselesi değil. O kendine bakan yönüyle ilgileniyor işin.
Aziz kardeşim, bugünlerde çektiğimiz bunca sıkıntı kalbimizi sıkıştırırken, gök kubbeyi yere yaklaştırırken, – ki aslında gök tam da zeminden başlar – işin bu yüzünü görmek bir fereç olabilir gibi geldi fakire.
Bir zamanlar üç bekar muallim, bir lojman odasında böyle şeyler konuşurduk hatırlarsın. Ahir ömrümüzde övgülerden, takdirlerden, az da olsa edindiğimiz maldan mülkten, isimlerden, sıfatlardan soyunmanın bir çaresini bulsak diye düşünürdük.
Bizim o zamanlar hayalini kurduğumuz şey, elbette iradi bir terk edişti. Ama işte şimdi o dediklerimiz cebri bir lütuf, zoraki bir ikram olarak ihsan edildi. Zormuş tabii, ama böyle bir nimet kolay olamazdı ki zaten.
Bir ozanın türküsü dolanıyor bazen dilime. “O toprakta, sen zindanda, ben sürgün” “Aklımıza gelir miydi hiç gardaş, oy!” Evet, böylesi aklımıza gelmezdi gerçekten. Bazen yine de en şanslımız toprakta olanmış diyecek oluyorum. Sonra aslında orasını da bilemeyeceğimiz geliyor aklıma.
Geçenlerde dinledim, Kuddûs isminin bir çeşit tecellisinin de musibet ve belalarla tezkiye olduğundan bahsediliyordu. Mesnevi’den okuduğum bahsin üstüne geldi bu. Aynı bahis teselli üstüne teselli oldu. Sana da teselli olur belki diye seninle de paylaşmak istedim. Sonra Lem’alar’da Kuddûs isminin anlatıldığı yere baktım. Evet, orada da bir haşiye olarak geçiyor bu mevzu. Demek ki bu hayatta karşımıza çıkan belalar, musibetler, iftiralar, dışlanmalar vs… ler de denizlerin et yiyen köpekbalıkları, karaların kartalları, akbabaları gibi Rabb-i Rahim’in temizlik işçileridir. Ruhumuzun tezkiyesi için görevlendirilmişler.
Öyleyse Mevlana’nın hikayesindeki âşık gibi ben de teşekkür ediyorum. Ama mesleğimiz hakikat olduğu için Kuddüs’ün memurları olan zalimlere, fasıklara, facirlere değil doğrudan Hazret-i Kuddüs’ün dergahına sunuyorum minnetimi. Bir yandan da Kur’an’ıyla talim ettiği duaları bu teşekküre ekliyor, yine de diyorum her yatsıdan sonra, kaldıramayacağımız yükleri yükleme, geçemeyeceğimiz imtihanlarla sınama biz âciz kullarını.
Hayırla, ümitle kal kardeşim.
“Görüşmek mi? Kim bilir? Daha ölmedik.”
Ki ölenlerle de görüşeceğiz geleceği kesin olan bir günde.
Yazmak dersen o başka, fırsat bulursam yine yazacağım.
Baki selam.
Yusuf Çiçekbaba