Dosta Mektup / Yusuf Çiçekbaba

Hatırat..

Sernâme-i nâme nâm-ı Kuddûs

Aziz kardeşim,

Ayrılık günlerinin dakikalarının âşireleri sayısınca selam üzerine olsun.

Geçen yıl Hazret-i Mevlana’nın Mesnevi-i Şerif’ini okumaya başlamıştım. Bir ara okumalarımın sırada bir okumaya dönüştüğünü fark ettim. O anda ara vermem gerektiğini anladım. Üçüncü cilt bitmişti. Dördüncü cilde birkaç ay sonra başlayayım, araya giren zamanla merhemin tesiri keskinleşsin, ifadelerin ışığı tekrar parlasın diye düşündüm. Belki sadece benim için öyledir, uzak geçirilen zaman ve bu arada duyulan özlem böyle soylu metinlerin tesirini artırıyor sanki.

Ve geçen gün yeniden dinlemeye başladım neyden. Yine derdime dermen olacak bir hikayeyle başlıyordu yeni cilt.

Zalimler zavallı âşığa eziyet ederken sevgiliye ulaşmasını sağlıyorlar, o âşık da bu lütfundan dolayı zalime teşekkür ediyor. Sonra bir vaizin, gaflete dalmasına engel oldukları için,dünya meyline fırsat vermediği için fasıklara, zalimlere duasından bahsediyor. Ebette bu duaların, teşekkürlerin din gününün terazisinde bir şeye yarayıp yaramayacağı âşığın meselesi değil. O kendine bakan yönüyle ilgileniyor işin.

Aziz kardeşim, bugünlerde çektiğimiz bunca sıkıntı kalbimizi sıkıştırırken, gök kubbeyi yere yaklaştırırken, – ki aslında gök tam da zeminden başlar – işin bu yüzünü görmek bir fereç olabilir gibi geldi fakire.

Bir zamanlar üç bekar muallim, bir lojman odasında böyle şeyler konuşurduk hatırlarsın. Ahir ömrümüzde övgülerden, takdirlerden, az da olsa edindiğimiz maldan mülkten, isimlerden, sıfatlardan soyunmanın bir çaresini bulsak diye düşünürdük.

Bizim o zamanlar hayalini kurduğumuz şey, elbette iradi bir terk edişti. Ama işte şimdi o dediklerimiz cebri bir lütuf, zoraki bir ikram olarak ihsan edildi. Zormuş tabii, ama böyle bir nimet kolay olamazdı ki zaten.

Bir ozanın türküsü dolanıyor bazen dilime. “O toprakta, sen zindanda, ben sürgün” “Aklımıza gelir miydi hiç gardaş, oy!” Evet, böylesi aklımıza gelmezdi gerçekten. Bazen yine de en şanslımız toprakta olanmış diyecek oluyorum. Sonra aslında orasını da bilemeyeceğimiz geliyor aklıma.

Geçenlerde dinledim, Kuddûs isminin bir çeşit tecellisinin de musibet ve belalarla tezkiye olduğundan bahsediliyordu. Mesnevi’den okuduğum bahsin üstüne geldi bu. Aynı bahis teselli üstüne teselli oldu. Sana da teselli olur belki diye seninle de paylaşmak istedim. Sonra Lem’alar’da Kuddûs isminin anlatıldığı yere baktım. Evet, orada da bir haşiye olarak geçiyor bu mevzu. Demek ki bu hayatta karşımıza çıkan belalar, musibetler, iftiralar, dışlanmalar vs… ler de denizlerin et yiyen köpekbalıkları, karaların kartalları, akbabaları gibi Rabb-i Rahim’in temizlik işçileridir. Ruhumuzun tezkiyesi için görevlendirilmişler.

Öyleyse Mevlana’nın hikayesindeki âşık gibi ben de teşekkür ediyorum. Ama mesleğimiz hakikat olduğu için Kuddüs’ün memurları olan zalimlere, fasıklara, facirlere değil doğrudan Hazret-i Kuddüs’ün dergahına sunuyorum minnetimi. Bir yandan da Kur’an’ıyla talim ettiği duaları bu teşekküre ekliyor, yine de diyorum her yatsıdan sonra, kaldıramayacağımız yükleri yükleme, geçemeyeceğimiz imtihanlarla sınama biz âciz kullarını.

Hayırla, ümitle kal kardeşim.

“Görüşmek mi? Kim bilir? Daha ölmedik.”

Ki ölenlerle de görüşeceğiz geleceği kesin olan bir günde.

Yazmak dersen o başka, fırsat bulursam yine yazacağım.

Baki selam.

Yusuf Çiçekbaba

Sarmısaklı Kabak Aşı/Ensar Nuralp


Eksikliğini hissettiğin şey değerlidir. Cezaevinde özellikle siyasi tutuklulara yemekler az veriliyordu.
O gün birkaç kişi toplanmış dışarı çıkınca yiyeceklerin hayallerini kuruyorlardı. Herkes en çok sevdiği yemeği dillendiriyor bazıları espiriyle karışık dışarı çıkınca Adana kebabını lahmacuna sarıp yemekten bahsediyordu. Herkesin yemekle ilgili bir hasret hikayesi vardı. Bu yemek muhabbetinin ardında oruçlu olmanın etkisi de yok değildi.

Okumaya devam et “Sarmısaklı Kabak Aşı/Ensar Nuralp”

Veda/Adem Yağmur


“Artık yolun sonuna gelmiştik. Yolları ve yılları kovalaya kovalaya sende de derman kalmamıştı. Bunu kabul etmelisin. Sana yaptığım masrafın karşılığını alamıyorum” diyor biraz içli bir nefes aldıktan sonra devam ediyordu.“Kim derdi ki gün gelip seni yaban ellere terk edeceğim bir daha arkama bakmadan eve geri döneceğim. Kim derdi kim demezdi ama benim bugün eve yalnız döneceğim kesindi.”


Etrafı irili ufaklı sıra dağlar gibi ardı ardına devam eden tepelerle çevrili bu büyük kasabanın sakinleri binek olarak kullandıkları yaşlanan atları, artık kendisinden bir beklentisi kalmayan sahipleri günü geldiğinde bu tepeden özgürlüğüne bırakırlardı. Bu iş için kış mevsimini seçerlerdi çünkü altı aylık kış boyunca hiçbir iş yapamayacak olan bu hayvanların beslenmesi ve bakımı çok masraflı oluyordu. Bu atlara “yılkı” derlerdi. Atlarını her ne kadar terk etmiş olsalar bile o sadık kara gün dostlarını anmadan da edemezlerdi. Kimisi acıyarak kimisi hasretle bahsederdi. “Şimdi bizim doru at olsaydı senin yükünü çekemeyen atı da yüküyle birlikte çekerdi.” “Artık bunun da tepelerde otlama zamanı geldi ne dersin?”
Vahşi doğanın ağır kış şartlarına daha fazla dayanamayanlar ölürdü. Sağ kalanların kimisinin yeni yavruları olurdu. Herkes atını bildiği için yanındaki yavrusunu alır her ne kadar annesi arkasından baksa da sahipleri sevinçle evlerine getirirdi. Tay giderken annesi onun arkasından acı bir kişneme sesi çıkarırdı. Tay da annesine kendi çapında cılız bir sesle cevap vermekle kalırdı.
Çobanlardan alınan haberlere göre yılkıların bir kısmının öldüğü kurtların onlarla kışlık yiyecek ihtiyaçlarını giderdiklerini, ölmeyenlerinde çoğunluğunun çökmüş olduğu anlatılırdı. İç yakıcı bu haberler karşısında yaşlılar “Hayat böyle yapacak bir şey yok” diyordu. Mecliste bulunan yeni yetme bir genç “Aslında hayatı böyle yapanlar bizler değil miyiz? Düşünsenize atların da elden ayaktan kesilmiş sahiplerini götürürken bir uçurumun kenarında sırtından attıklarını ve feryat figan bağıran sahiplerine –Hayat böyle yapacak bir şey yok – dediklerini duyar gibi oluyorum da bütün bu yaşananlara bir anlam veremiyorum.”
Bütün bu olanları gören ve hayatın hiçbir şeyle değiştirilmeyeceğini insanların vicdansızca hareket etmemesi gerektiğini savunan Ali de şimdi aynı noktadaydı. Yılların yıprattığı küçücük bineğini vahşi doğanın karlarına, boranlarına bırakacaktı. Belki de seneye sadece iskeleti kalır diye de düşünmeden edemiyordu. İçi ne kadar acısa da artık ayrılacaklardı. Bazen arkadaşlarıyla şakalaşırken “Sizinki tek beygir benimki yüz beygir gücünde” der gülüşürlerdi. Sıkıntılı zamanlarda birisiyle konuşmak insanı rahatlatırdı. Ali de kendisinin bu veda konusunda biraz suçlu olduğunu düşündüğü için emektar dostuyla sohbet ediyordu daha doğrusu sadece kendisi konuşuyordu.
“Hani senin oturağını yeni moda kırmızı şallarla kaplattığımda sende diğer bineklerden daha havalıydın bunu da inkâr edemezsin. İçeceğin tükense hemen tekliyordun. En yakın yerden ihtiyacımızı karşılamalıydık yoksa sen yola gitmezdin doğru mu değil mi? Tabi buna verebilecek bir cevabın yok. Şimdi o canlı renklerin soldu üzerinde çöküntüler oluştu. Yollar kardı çamurdu ama ben senin üzerindeyken bizi kimse durduramazdı. Bütün o günler geçti artık. Şimdi durduğun zaman tekrar harekete geçmen çok güç oluyor, kötü kötü öksüren biri gibi cılız sesler çıkartarak hareket ediyorsun. Gözlerinin feri gittiğinden beri yolları çok yavaş geçiyorsun bunu fark ediyor musun? Bu durumda seni biraz hızlandırsam maazallah bir kazaya davetiye çıkarmam an meselesi. Böyle gittiğime bakmayın hiç halim yok dercesine hareket ediyorsun.” Bu sözleriyle biraz ileri gittiğini düşünen Ali, iyi şeylerden de bahsetmeliyim diyerek biraz anlatacaklarını toparlamaya çalıştı.
“İyi kötü günlerimiz oldu. Seni bahçeye getirdiğim gün senin kalacak yerini iyice hazırlamış hatta komşulara inat iyi bir garaj görüntüsü vermiştim. O gün farklı bir yere girdiğin ama orayı garipsemediğin halinden belliydi. Bütün bunlar benim yanımda değerli olduğunu göstermiyor muydu?”
Tepede yalnız başlarına kalan bu iki dost dertleşiyordu ama konuşan sadece Ali’ydi, kendisini sessizce dinleyen birini bulmuş bu fırsatı kaçırmak istemiyordu. Konuşuyor konuşuyordu; “Senin üzerinde giderken sırma gibi saçlarımı rüzgârlara bırakırdım, senin dillendirdiğin nağmelerle coşar daha da hızlı gitmeni isterdim, şimdi ne benim sırma saçlarım kaldı ne de senin hız limitin.” Konuşulanları anlıyormuş hissi ile anlatmaya devam ediyordu. “ Her canlı doğar büyür ve ölürdü. Ben de ölecektim ama ayrılığı önce sen dillendirdin. Belki tam anlamıyla ifade edemesen de hal ve tavırlarından dolayı acıda olsa bu kararı almak zorunda kaldım. Benim bir suçum yok ben bu kararı almasam bir gün ve de ansızın sen beni terk edecektin.” Sessizce yüz yüze geldiler “Şimdi bütün bu olup bitene sessiz kalman beni anlayıp onayladığını göstermiyor mu?”
Karşısındaki emektarının sessizliği Ali’nin veda konuşmasının devamını getiriyordu. “Ben seninle yollarda ağır aksak ilerlerken bizim kasabanın gençleri Chevrolet ile hızla yanımızdan geçerek –Bırak şu külüstürü bu devirde nostalji mi olurmuş- diyerek caka satarlardı. Olsun ben seni seviyordum akranlarından yirmi yaş büyük olman seni yolundan alı koymuyordu. Sen benim yanımda Chevrolet göre impala idin. Gerçi senin haline bakınca içimden sana Hacı Murat demek geliyor”. Yanlarından geçenlerin sözlerini anlamış gibi Ali onu bir kenara çekerek onun sakinleşmesini beklerdi. Bu sessizlikte o göğsünden su kaynatan bir motor gibi öksürüğe benzeyen hırıltılar çıkartırdı.

Okumaya devam et “Veda/Adem Yağmur”

Cizlavet Akademi Başlıyor

Cizlavet Kültür ve Sanat Platformu ve Berlin Kültür Akademi’nin işbirliği ile her hafta cuma bir saat olacak şekilde Zoom dersleri başlıyor. İlk ders 24 Haziran Cuma günü Türkiye saati 22.00 ‘de Programa katılmak ücretsiz. Akademi@cizlavet.com adresine email atarak katılım linkini alabilirsiniz. Bütün derslere katılan herkese sertifika da verilecektir.

24 Haziran 2022 : Şair Ahmet Terzioğlu’nun sunumu olacak. Konu: Şiirde estetik

1 Temmuz 2022: Ressam Elif Altıntaş -Resim yapmaya yeni başlayanlar için bilinmesi gereken bilgiler

8 Temmuz 2022 : Ressam Huriye Genç – Yağlı Boya resim çiziminde dikkat edilecek hususlar

15 Temmuz 2022: Şair Fuat Eren – İkinci Yeni şiiri ve şiirde imge

22 Temmuz 2022: Yazar Gökhan Bozkuş – En çok okunan romanların yazım serüvenleri

29 Temmuz 2022: Cenk Enes Özer – Romanda kurgu

5 Ağustos 2022 : Yazar Mehmet Karadayı – Hatıra yazmak ve düzyazı teknikleri

12 Ağustos 2022 : Seslendirme Sanatçısı Mustafa Keskin – Güzel konuşma teknikleri

19 Ağustos 2022 : Şair Yaşar Beçene – Şiir ve Hatıra

26 Ağustos 2022 : Ebruzen Ayşe Beçene – Ebru sanatında temel bilgiler

2 Eylül 2022 : Yönetmen Engin Koç : Kamera arkasında yaşanan tecrübeler

9 Eylül 2022: Hasan Ahmet Gökçe – Edebi metinlerde temel ölçüler

16 Eylül 2022: Zafer Dinçer – Fotoğrafçılıkta Önemli Detaylar

John Steinbeck’ten Yazarlara Altı Edebi Sır

Steinbeck The Paris Review”a 1975 senesinde verdiği röpörtajda yazarlara altı tavsiyede bulunmuştu.

1. Kitabı yazmayı tamamlayamayacağınız fikrinden kurtulun. Tek seferde 400 sayfa yazmayı denemeyin, günde 1 sayfa yazın. Bitirdiğiniz zaman şaşıracaksınız.

2. Özgürce ve mümkün olduğunca hızlı yazın. Yazacaklarınızı bitirene kadar asla yazdıklarınızı düzeltmeyin veya değiştirmeyin. İşinizi bitirmeden düzeltme yapmaya kalkışmak genelde yazmayı bırakmak için bir bahane oluyor.

3. Okurun varlığını unutun. Başlangıçta isimsiz ve yüzsüz okurlar sizi korkutacak olsa da daha sonra bunun bir önemi kalmayacak çünkü bu bir tiyatro oyunu değil ve onlar aslında yoklar. Tanıdığım ya da hayal ettiğim birine yazıyormuş gibi yapmanın faydasını gördüğüm olmuştur.

4. Eğer yazının bir bölümü tüm enerjinizi emiyorsa o parçayı atlayın ve yazmaya devam edin. Yazınızın tamamını bitirdiğinizde sizi uğraştıran bölümü tekrar okuyun. O parçanın sizi o kadar uğraştırmasının sebebinin onun yerleştirdiğiniz yere ait olmamasından kaynaklandığını göreceksiniz.

5. Yazdıklarınız içinde en çok dikkat etmeniz gereken bölüm en çok beğendiğiniz bölümdür. O parçanın genele uyum sağlamadığını farketme ihtimaliniz çok yüksek.

6. Diyalog yazıyorsanız, aynı anda yazdıklarınızı yüksek sesle okumayı ihmal etmeyin. Diyaloglar ancak o zaman konuşma diline sahip olacaktır.

Babam / Adem Yağmur


Babamın çok yoğun işleri vardı bu yüzden onu ara sıra görürdüm. Babama dair hatıralarım, çok eski bir kağıdın üzerindeki  belli belirsiz bir yazı misalidir. Yüzünü ve boyunu hatırlamaya çalışıyorum fakat benim  için babam akşamın alaca karanlığındaki bir görüntü gibi,  herhangi bir şeyle kıyasıylayamıyorum. Zihnimin bana her zaman hatırlatmaya çalıştığı şey herkesin babası gibi benim babamda çok çok büyüktü. 

Babam şehir dışında çalışırdı, annem uzaklarda derdi. Şehir dışı nedir, uzaklar ne kadar uzak bilmezdim ama bildiğim tek şey, ona olan özlemimdi. Babam işe giderken çok şık giyinir çok güzel arabalara binerdi.  Bu arabalara bazen ben de binmek isterdim. Babam hadi atla bakalım der ama sadece arabayla sokağın başına kadar gider ve geri geri  gelirdik. Şimdilik bununla yetinmeliydim.  Çok işim var başka zaman daha fazla binersin derdi.  Başka zamanlar daha fazla binememiştim ama evin önünde kısa mesafelerde bile çok mutlu olurdum. Babamla her defasında farklı arabalara bindiğimi hatırlıyorum ne kadar çok arabamız var diye buruk bir sevince tutunmaya çalışırdım ama annem o arabalar bizim değil der de tutunduğum her şey birden kırılırdı. Babamı anlatacak pek hatıram olmadığından o boşluğu babamı hatırlatan şeylerle doldurmayı denerdim.

Benim anlamlandıramadığım bizim olmayan arabalar neden bizim evin önünde dururdu. Babam geldiğinin ertesi günü öğleye kadar uyur ve ben onun kalkmasını beklerdim. Bu yüzden kahvaltıyı her zaman olduğu gibi annemle yapardık. Kapının önünde oturur gelen geçenlerin ne kadar güzel bir araba gibi sözleri karşısında bu araba bizim demeyi çok isterdim ama yutkunur kalırdım.

Babam uzaklara gittiği zaman annem her zamanki hazır olan valizini ve beni yanına alarak birlikte dedemlere giderdik. Dedem bu duruma alışmıştı artık, sadece bir hoş geldin der, annemde dedemin elini öperdi. Sonraki zamanlarda dedem elini öptürmeyi beklemeden hoş geldiniz der hızla koltuğuna gider eline kumandayı alır televizyonunu izlemeye devam ederdi. Televizyonun kumandası her zaman dedemde olurdu hatta benim kumandam nerde diye arar durdur ama kumandayı yine kendisi bulurdu. Dedeme hep uzaktan bakardım, bu durumu fark eden dedem bana nasılsın ufaklık der bende mutlu olurdum. Tebessüm ederdim ama cevap veremezdim çünkü onda anlamlandıramadığım bir hal vardı. Dedemin tavırlarından dolayı çok istememe rağmen yanına yaklaşamazdım. Gidip dizine oturmak, sakalları ile ve dökülmüş saçlarından geriye kalan parlak kafasıyla oynamayı çok isterdim ama dedem hiçbir zaman bu yakınlığı bana hissettirmedi. Bu evde bir odamız vardı ve bu oda her zaman bizi bekliyor gibiydi. Anneannem beni görür görmez hoş geldin yavruuuuum diye uzatarak söylediği yavrum kelimesini beni göğsüne bastırarak dindirirdi. Bende anneanneme sarılırdım o beni öper koklar ama ben ona sadece sessiz bir tebessümle cevap verince o da benim için benim kuzum sefil, çok sefil derdi. Anneannem de olmasa o eve gitmeyi hiç istemezdim. Dedem neden böyle yapıyor yoksa beni sevmiyor mu anne derdim, deden seni içinden seviyor o çocuk sevmeyi kucağına almayı pek bilmez ama seni çok sever derdi de ben bu sözlere pek inanmazdım.
Kaç gün geçtiğini bilmezdim, bir telefon gelirdi annem hadi oğlum eve gidiyoruz baban gelecek dediğinde hemen apar topar hazırlanır çıkardık. Vedalaşma olmazdı nasıl olsa bir gün sonra tekrar gelecektik. Ben kapıda oturur babamın gelmesini beklerdim bazen gelmesi uzun sürer ama ben akşam karanlığına kadar beklerdim. Babam yine şık elbiselerle biraz yorgun ve uzamış sakallarıyla gelirdi. Babamı görür görmez ona doğru koşar kucağına atlardım. Her zaman dediği gibi yine üzerim çok kokuyor der bu sarılmayı doyasıya yaşayamazdım. Babamın kokusu hâlâ burnumda, kendi benim rahatsız olmamı istemese de ben onun kokusunu severdim.
Valizini bir kenara bırakır, çamaşırları çabuk yıkayın yarın akşam tekrar çıkıyorum derdi. Yine karnı tok gelmişti, annemde bu durumu bildiği için bir şeyler hazırlar annemle ben yerdim. Babam yarın gideceği için işlerin planını yapardı.  Yemek masasında hiç olmazdı sadece o gün babamla beraber yatmak isterdim ama buna hiç muvaffak olamazdım hep oturduğum yerde uyuyakalırdım. Babam geç saatlere kadar otururdu annemle konuşurlardı babamın sesi kimi zaman çok yükselirdi, annem sessiz kalır bu konuşma bazen bir kaç damla gözyaşıyla sonlandırıldı. Babamla birlikte uyuyamasam da sabahleyin kahvaltıda buluşmayı çok arzu ederdim. Babamın evde olduğu günler birlikte kahvaltı yapmak için öğleye kadar onun uyanmasını beklerdim. Annem o kadar güzel kahvaltı hazırladı ki babamla birlikte kahvaltı masasına oturduğumuzda karşı karşıya kalırdık, annemle yan yana. Babamın yanında oturmayı çok arzu ederdim çünkü annemle zaten oturuyorduk. Babam bana hep ufaklık diye hitap ederdi. Ben ufaklık olmak istemiyordum, babamın büyük oğlu olmak istiyordum. Başka kardeşim yoktu zaten ama ben büyük olmak istiyordum. Kahvaltıdan sonra o gün akşama kadar babamın benimle oynamasını ümit ederdim. Benimle oynaması için etrafında dolaşırdım. Babam ise elinde gazete,  televizyonun karşısındaki koltukta otururdu. Bir gün televizyonun önüne geçtim kollarımı açtım baba dedim, çekil kenara dedi öyle bir soğuk ve sert söyledi ki bir daha babamın etrafına yaklaşamadım. Babamın bana olan yaklaşımları beni ondan soğutmaktan başka bir işe yaramıyordu. Anneme, bu adam benim babam değil mi acaba diye sorardım. Annemde o nasıl söz evladım baban seni sever hele sen doğduğunda diye başlar uzun uzun beni kucağına aldığını kokladığını öptüğünü anlatırdı. Annemin anlattığı hiçbir şeyi hatırlamıyordum ki annem belki de yalan söylüyordu. Dedemin ve babamın gerçekten sevdiğini neden hep anneler hisseder de ben hissedemiyordum.
Benim için günler hep böyle geçiyordu. Yine bir akşam üzeri babamla vedalaşırken alnımdan öptü elime para bıraktı o kadar mutlu olmuştum ki o kadar değerli olduğumu hissetmiştim ki o parayı harcamaya hiç kıyamazdım anneme verdim. Annem ben senin için biriktiririm oğlum derdi. Ben biriktirmesini arzu etmezdim çünkü babamın bana olan yaklaşımından dolayı o paraya sahip olduğumu hiç düşünmezdim.
Yine dedem gildeydik, dedem kapıyı açtı hoş geldiniz dedi ve o meşhur koltuğuna oturdu. Dedem hep koltuğunda uyuya kalırdı anneannem zorla uyandırır yatağa götürdü.
Benim için dedemin koltuğu ve babamın arabaları sihirliydi. Dedem yatağına gidince hemen koltuğa oturdum. Bu mavisi iyice açılmış sihirli koltuk çok eskiydi ve ortası çukurlaşmıştı. Oturduğumda koltukta kayboluyorum. O zamanlar zannedersem beş yaşlarında idim. Kumandayı elime aldım kumanda çok büyüktü, televizyonda kanalları değiştirmeye başladım çizgi film kanalı denk gelmişti izliyordum ve anneannemin dedeme söylediği hadi kalk yatağına sözünü o gün annemde bana söylemişti. Ben de koltukta uyuya kalmıştım. Annemin kucağında beni yatağa götürmesinden çok mutlu oluyordum. Bazen uyuyor numarası yaparak babamın beni yatağa götürmesini çok isterdim de yine annemin kucağında yatağa giderdim.

Babamla annemin arasındaki sevgiyi anlamlandıramıyordum. Pek sohbet etmezlerdi annem genelde yemek yapar babamsa işlerin çok yoğun olduğunu yine vakit bulamadığını, hep çok çalışması gerektiğini, para kazanmanın kolay olmadığını, söyler dururdu. Bense babamın işe gitmesini hiç istemiyordum. Bir gün anneme, verdiğim paralar ne kadar oldu diye sormuştum. Annem tebessüm etti ne oldu oğlum dedi. Anne o paraları bana verir misin dedim. Annem gerçekten biriktirmiş ve bir kavanoz dolusu parayı görünce ben de şaşırmıştım. Bozuk paraları, kağıt paraları üst üste bir şişenin içerisinde bana verdi. Beni babamdan uzaklaştıran şeyin bu paralar olduğunu artık anlamıştım. Babam eve geldiğinde yanına doğru yaklaştım, akşam yemeğini yemiş ve televizyon izliyordu. Ben para dolu şişeyi babama uzattım ne olur bir daha işe gitme baba, param olacağına babam olsun dedim ve babama sarıldım. Benim bu sözüm üzerine evde uzun bir sessizlik oluştu. Annem sırtını döndü titrek bir ses tonuyla ben bulaşıkları yıkamaya gidiyorum dedi. Babam elini başıma koydu ve o büyük elleriyle saçlarımı okşadı. Başımı kaldırdım babama bakıyordum. Babam hiç konuşmadı elimden kumbarayı aldı, kenara koydu ve bana bir daha sarıldı öyle bir sarıldı ki ben yılların bırakmış olduğu o boşluğu doldurduğunu hissettim. Ben de babama sıkısıkıya sarıldım. Nasılsın ufaklık dedi yine, iyiyim baba çok iyiyim dedim çünkü kendimi çok iyi hissetmiştim. Hadi bana bir kahve yapsın annen de getir bakalım dedi. Annem kahveyi yaptı oğlum sen dökersin ben götürürüm dedi. Babam kahvesini içerek televizyondaki tartışma programlarına bakmaya devam etti. Bu kısacık anı, hatırladığım en iyi hatıram olmuştu. Yine öbür gün babam işe gitti. Para kumbaram olduğu yerde kaldı, annem hadi oğlum valizimizi hazırlayalım dedengile gidiyoruz dedi. Ben kumbarayı yanıma almadım. Babam o gün giderken yine bana harçlık vermişti. O parayı kumbaraya atmadım çünkü kumbaranında bir işe yaramadığını görmüştüm.
Yıllar çok hızlı bir şekilde su gibi akıp geçti. Babamı uzun yıllar göremediğim için pek hatırlayamıyorum, bu hatıralarımda hayal mi yoksa babama olan ihtiyacımdan dolayı kendimce kırık dökük hayalleri tamir ederek böyle bir hatıra mı kurgulamıştım bilemiyordum.
Babamın uzaklara gittiği zamanlarda çok merak ederdim acaba bu uzaklar nasıl bir yerdi ve babam neler yapıyordu. Gözümü kapatırdım hayal ederdim bir an orada olsam,  babamın neler yaptığını görsem ama o beni görmese sonra gözümü açtığımda yine evde olsam derdim, gözüm açardım evdeydim babam yoktu.
Babam birgün gitti ve bir daha hiç gelmedi. Anneme her sorduğumda işleri bitince baban gelecek oğlum derdi ama zaman devamlı ilerliyordu, babam gelmiyordu. Yine sorduğumda, gelecek oğlum biraz işleri uzamış galiba derdi. Ben de aradan biraz zaman geçsin daha sonra sorarım derdim. Zamanın ne kadar geçtiğini bilmeden belli bir aralıkta yine sorardım. Annem bir gün karşıma oturdu ellerini birleştirdi  susuyordu. Ben onun ne diyeceğini bekliyordum. O ise tırnakları ile oynuyordu, sesi titreyerek baban bir daha gelmeyecek oğlum dedi. Niye anne dedim başını önüne eğdi konuşamadı, yanına gittim üzüldüğünü anladığım için başını kaldırdım ve anneme sarıldım. Gözünden akan yaşlar benim yanağıma değmeye başlamıştı. Bu soruyla annemi çok üzdüğümü anlayınca ondan sonra hiçbir zaman ama hiçbir zaman bir daha babam nerede anne diye sormadım. Yalnızlığa, babasızlığa alışmıştım zira babam varken de ben onun varlığını arada bir evin içinde kısa süreliğine hissediyordum.
Varlığına sevinmeyi, yokluğuna hüzenlemeyi çok istediğim ama bunu bir türlü başaramadığım babam.
Oysa ben babamın gelmediği zamanlarda babamın yatağına girerdim yorgana ve yastığına sinen kokusunu içime çekerdim. Babamı o kokullarla hatırlardım. Kokusundan hatırladığım ama yüzünü hatırlamayamadığım babamın bana bıraktığı tek mirası, hayatımı üzerine ikame ettiğim büyük bir, YALNIZLIK..

O An Ağladım / Fehmi Acat

O An Ağladım!

Mardin’de yaz aylarımızı öğrencilerin geleceklerini daha kaliteli geçirmeleri adına fırsat eşitliğini daha çabuk yakalayacakları yerlere yollamaya ayırırdık. Bazı öğretmen arkadaşlarım memleketlerinde ki yurtlarla görüşür, üç beş başarılı öğrenciye ücretsiz okuma şansı nasıl sunarız diye dertlenirdi. Bulunan yerlere öğrencileri yollama işi bendeydi. İstanbul’da Ataköy 5. Kısım da, Yeşilköy’den inince taksi ile 5 dakika mesafede bir konumda bir yurt vardı. Adı “Azim” idi sanırım. Her yıl bir kaç öğrencilik kontenjan ayırırlardı. Yurt caminin altında, giderleri de büyük ihtimalle caminin cemaati tarafından karşılanıyordu. Bizim öğrenciler ilkokulu sayısız öğretmenle, ortaokulu alabildikleri derslerle bitirirlerdi. Hepsini karnesi inci gibi 5 notları ile doluydu. Ancak İstanbul eğitimi nerede, Mardin köylerinin eğitimi nerede der endişelenirdim. Tek güvencem çocukların gözlerindeki heyecan idi. Hepsiyle tek tek konuşurdum. “Tek hedefiniz okumak derdim. Sataşan olur mu olur, yan bakan olur mu olur derdim. Bu öğretmen de olabilir, yurdun idarecisi de olabilir. Sizin işiniz okumak ve yaşadığınız fırsat eşitsizliklerinden sonraki nesillerin de mağdur olmasını engellemek” derdim. “Azim yoldaşınız, sabır katığınız olsun” der yollardım. Sonrasında nadiren de olsa sorunlar gelirdi. Genelde ise güzel haberler duyardım. Aslında sorun gelmiyorsa, işler yolunda der huzurlu olurdum. Anne babalar evlatlarını dönem tatilleri dışında görmezdi. Dargeçit’in köyünden bir öğrencimin babası denk gelmişti. “Hocam bir kez aradım, direk namazlarını kılıyor musun diye sordum. Baba evet hem de sünnetleriyle. Hoca oldum hoca deyince bir daha aramadım. Tatilde gelince, köyde imamlık yaptırdık. Maşallah çok güzel yaptı, dedi. Gururluydu. Babalar çocuklarının kalpleri ile ilgileniyordu. İstikamette kalsınlar istiyorlardı. Onlar ise hem kalplerini hem de beyinlerini kanatlandıracak bir yere gitmişlerdi. Bir yaz dönemi İstanbul’a yolum düştü. Kalacak yer için birçok kişiyi arayabilirdim.  öğrencilerden birini aradım. İdare ile konuşup yer ayarlamalarını istedim. Hemen döndüler. İdarecilerde görüşecek olmaktan mutluluk duyacaklarını söylemiş. Öğleden sonra oradaydım. Çocuklar ve idareciler okulda okullarındaydı. Yurt boş gibiydi. İçeri geçtim. Koridorunun karşısında iftihar tablosu vardı. Orayı inceledim. Kaç zamandır gönderdiğin çocukların neredeyse tamamını ismi yazıyordu. Kimi okul birincisi, kimi ikinci, kimi üçüncü olmuş, orayı Mardin’in köy okulu yapmış birbirleriyle yarışmışlardı. O an oturdum ağladım. O çocukları otobüse ben bindirmiştim. Köyden şehrine giden biri en güzel kıyafetlerini giyer. Bu çocuklar İstanbul’a iyi yıkanmış yırtık bir t-shirt, yamalı pantolon ve naylon ayakkabılarla gitmişlerdi. Bazısının yol parasını bile kendi aramızda karşılamıştık. Çocuklar bizi  utandırmamış, kendilerini utandırmamış, ailelerinin yurt mütevelli heyetinin gururu olmuşlardı. Sonraki yıllarda onlar çocukları çekmiş, bir vefa borçlu oldukları topraklara kalifiye eleman olarak dönmüşlerdi. Yurtlar denince denince bunlar aklıma geldi. Anadolu’nun yüzyıllık makus kaderini o yurtlar değiştirmişti. Bu acımasız fırtınada bunun için koptu zaten. O başarı mı zor, yoksa bu fırtınaya katlanmak mı bilmiyorum. Geçmişe bakınca Dargeçit’in bir köyünden kalkıp Ataköy’de başarıya koşan ve fırsat eşitliğini tüm ülkeye sunan kuzucuklar bu fırtınayı da onurlarıyla atlatacaklardır diyorum.

Göz Nurlarım / Fehmi Acat

Bir dönem Mardin’in varoş bir Mahallesi’nde öğretmendim. 2 öğrencim vardı. Seher ve Nurullah.  İkisi de madden çok fakirdi. Seher gün ışıltısı saçan, yolu gözlenen bir öğrenci idi. Belki de en güzel kıyafeti önlüğü idi. Başka da doğru dürüst bir kıyafeti yoktu. Okula öyle bir hazır gelirdi ki, 3 yıl boyunca, ne önlüğün ütüsünde bir karışıklık, ne Yakası’nda bir yana kayma, ne kurdelesine bir yanlış ilmek ne de defterlerin herhangi bir sayfasında bir katlanmışlık görmedim. Düzenin kitabını yazıyordu. Elinde olan her şeyi en güzel şekilde kullanıyordu. Nurullah 7 yaşında 1. Sınıf öğrencisiydi. Öyle bir bakışı oturaklı bir duruşu vardı ki, sanki kırkını aşmış olgun biri gibi, karakterli mi karakterli, gayretli mi gayretliydi. Okuma yazmayı nasıl öğrendiler hatırlamıyorum bile. Sanki bilinmez bir diyar da her şeyi öğrenip tastamam okula geliyorlardı. Benim onlara katkım yollarına çıkabilecek farklılıkları trafik işaretlerinin yaptığı gibi yönlendirerek geçmelerini sağlamaktı. İlkokul 3. Sınıfta idik. Ortaöğretim Türkçe öğretmenimiz Sadık Bey okul içi bir şiir yarışması düzenleneceğini, istersek sınıfımızdan da eserleri yollayabileceğimizi söyledi. O 4. Sınıf ve yukarısını hesap etmişti. Deneriz dedim. Sınıfta duyurdum. Konunun önemi yok, her konuda yazardı çocuklarım. Onlara güveniyordum. Bir  öğretmenin özellikle yapması gereken şeydir bu. Çocuklarına güvenmek, onlarla gurur duyduğunu onlara hissettirmedik. Sınıf içi yarışmamız çekişmeli geçmişti. Birkaç eser yolladım. 1-2 hafta sonra sonuçlar açıklandı. 2 ve 3. bizim sınıftan çıkmıştı. Sadık Bey “aslında hocam 1 ve 2. idi ancak Ortaokullara ayıp olmasın diye birinciyi onlardan seçtik demişti. Bir çocuğun önünü kadar açarsan o kadar verim alırsın. Ne kadar güvenirsen O’da o kadar ürün verir. Kızarak, bağırarak, döverek, hayallerini baltalayarak bir yere varamazsınız. O iki kişi kim miydi? Tabii ki biri günümü aydınlatan ferahlatan Seher’im, diğeri kalbimi nurlandıran Nurullah idi. Ne çok özledim onları. Keşke şimdi bilsem neredeler ne yapıyorlar. Şu anda kimleri aydınlatıyorlar? Sistemin acımasız çarkları onları da ezdi mi? Özlemiyor muyum, özlüyorum tabii ki. Onlar her dönem karnelerine “iyi ki varsınız, iyi ki benim öğrencimsiniz” yazdığım onlarca öğrencimden sadece ikisi idi. 

İlk Civcivlerim / Fehmi Acat



Eskilere dair bir fotoğraf karesi, bugünlerin ağır yüklerini alıp, geçmişin huzur kanatlarıyla uçurabiliyor. Albümleri karıştırarak huzur ararken ilk sınıfım ile çektirdiğim bir fotoğraf karesi düştü önüme..


İlk civcimlerim. Onları 4 yıl okuttum. Yıl 1999. İxtiyaro orda. Dişleri dökük, hafif kambur görüntüsü ile yaşlıca durduğu için sınıf onu öyle çağırıyordu. Şıyar en öndeki kabadayı. Sınıf Kürtçe bildiğimi bilmezdi. Hissettirmez onlarla oyun oynardım. Şiyar ara sıra sallardı bana. Ne dedi diye çocuklara sorar çaktırmazdım. Tanışırken adım Şiyar ama bana hıyar derler demişti. Kendisi ile bu kadar barışık olması onu daha bir sıcak kucaklamamı sağlamıştı. Onu hayalimden hiç silemeyen şey ise “Baban ne iş yapıyor” sorusuna verdiği cevapta gizliydi.
“Tutuklu” dedi. O günden sonra kimseye babasının mesleğini sormadım. Kürt illerinde babalar, ya kan davası, ya siyasi mücadeleler, ya özgürlük arayışları için çocuklarından ayrılırlardı. Ya ölür, ya da ölümün kötü bir kopyası tutukluluk yaşarlardı. Kendisinden haber alınamıyacak şekilde kaybedilenler ise nesillerin omuzlarında unutulmaması gereken bir sorumluluk olarak taşınırdı.
Şiyar’a ne mi oldu. Dedimya neşeli bir çocuktu. Bir gün Kürtçe küfürvari bir şeyler söyledi. Artık müdahele zamanım gelmişti. Şıyar “hela ver vır” (Şiyar buraya gel) diyerek yanıma çağırdım. İlk kez Kürtçe bildiğimi anladılar. Herkesten çok Şiyar dondu kaldı. Bu ders O’na yetti. Bana laf ettirmez, babası gibi severdi. Mutluyduk be..
Dövmeyen, gezdiren, tüm köye tiyatro gecesi yaptıran öğretmenleri olmuştu.
Çocuklar dövmeden de ıslah oluyor. Özellikle haylaz olanları. Sevince daha çok bağlanıyorlar. Onları sevin. Sınır koymadan sevin.
Zozano zekiydi. İkna edilmek isterdi. Birgün 40 dakika bir matematik konusunu sadece ona anlattım. İkna için uğraştım. Sonunda anladı. Satranç öğrettim. 1 haftada beni zorladı. Bir daha oynamadım.
Köyden Fen Lisesini kazanan ilk çocuk oldu.
Sercan’ın babası otobüste görüp sordu.
-Onun öğretmeni misin?
-Evet
Yer verdi. Onun yeri belliydi ve kimse oturamazdı.
-Geçen baktım ayakkabım boyanmış. Kızıma, eşime gelinime sordum. Hanginiz yaptınız dedim. Biz yapmadık, Sercan boyadı dediler. O’nu çağırdım. Öğretmemim ödev verdi dedi. Çok mutlu oldum. Büyük adamsın dedi. Köylüler okula gelip çocukların durumunu sormayınca, okulun varlığını onlara hissettirmem gerekiyordu. Benim için sıradan bir işti. Onlar için unutulmaz bir ödev.
Hanım kızım vardı. “Oy le Gule” şarkısını sölerdi. Biliyor musunuz? Kürtçe şarkı söylemelerine izin verdiğim için beni extra sever, cesaretime hayran olurlardı. Dili yasaklamak cinayet değilde nedir? Kendini istediği gibi ifade edemeyen nesiller zaten ölü gibi yaşarlar. Hepsi ile ilgili hatıra var. Evladım gibiydiler. Bunu bilirdiler
Sınıf başkanımı kızlardan seçerdim. Köy yerinde kızlara pozitif ayrımcılık yapmam şarttı. 4 yıl bu görevi hakkıyla yaptı. İmkan olsa başbakanlık yapardı.
Gözüm birine ilişti. Hasan, cennet yüzlü bir çocuktu. Bir gün matematik dersinde “gel beni döv” dedirten hareketler yapıyordu. Çok sabrettim. Matematik dersinde hassas olduğumu bilirlerdi. Dikkatlerin dağılmasına asla müsade etmez, sanki her birinin yanında oturur gibi varlığımı hissettirirdim. Bakışarak uyarılarım netice vermedi. Sonunda patladım. Gel Hasan buraya dedim. Korktu. Seni severim bilirsin dedim. Yanaklarından öptüm. Utandı. Bir daha çıt çıkarmadı. Bildiği tek Türkçe şarkı “Dam üstüne çul serer” idi. Hemen hergün, herhangi bir dersin ağırlığı çöktüğünde “söyle Hasan” derdim. Söylerdi. 20 yıl geçti hala o şarkı denk geldiğinde O söylüyormuş gibi dinlerim.
Fotoğraf Mardin gezisinden. Köyden ilk kez çıkanlar oldu. Okulun ilk gezi organizesi idi. Okuldan, ilçeden, veliden izin almak dağ gibi yükü omuzlamak gerekirdi. Civcivlerim için buna değerdi. Çocuklara sıfır maliyetle gezi yaptım. Cami, kilise, medrese ne varsa gezdim. Kimi elinde not defteri gezdiği yerlerle ilgili notlar alıyorlardı. Öyle ya, öğretmen dönüşte sorardı. Her yeri gezdirdim. Yediler içtiler. Tarih oldu be..
“Velat” ilginç bir isim. İnsan niye evladına Vatan ismini kor ki? Ötelendiği vatanda özlemlerini çocuğunda görmek istemiş. Velat’ı neden sormuyorsun derdim babasına.
-O xocam, ben okuma bilmem, o biliyor. Benden iyi maşallah, nesini sorayım derdi.
Onlar civcivim idiler, dokundurtmazdım. Babalarına bile evlatlarımı sakın dövmeyin derdim. Şimdi aradan yirmi yılı aşkın zaman geçti. Bir gece vakti ellerinden tutup yüreğine dokunduğum çocuklarım, sürgün diyarında biriktirdiğim dertlerimi yüklenip götürdüler.





WordPress.com'da bir web sitesi veya blog oluşturun

Yukarı ↑