Bir sonbahar günü, daha gün ışıklarını sokaklara salmamışken gönlü, gözü kapkara olanların korku ve nefret kustukları bir zamanda, teheccüt vaktinde, kapımızı kırarcasına vurdukları, tekmeledikleri bir vakitte gitmiştim. Zebanivari insanların arasında. O gün boynum büküktü, kapılarını aralayıp bakan komşular dilsizdi, apartman yöneticisi ispiyoncuydu, çocuklar ürkek, ben Yusuf, sen ise Yakup’tun.
Neron’un zulmünden kaçarken Mesih’in Aziz Petrus’a seslendiği gibi seslenmiştin arkamdan: “Quo vadis, Domine?” (Nereye gidiyorsun, Hazret?) Evet, gidiyorum çağımızın Neronlarının zulmü sarmışsa bütün ülkeyi ümidi kesip gitmek düşer bize.
Daha birkaç ay önceydi gözlerinde ışıltı, yüreklerinde sevgi, yüzlerinde masumiyetle bekleyen kuzucuklarım vardı benim. Saf, temiz dimağlarım, gülen yüzlerim, kahkahalarım, koridorlarda koşan neşeli ayaklarım vardı benim. Bugün ise bir suçlu, bir mahkûm, bir hain, bir darbeci… Ne kadar da yabancıydı bu kelimeler bana. Bana emanet edilen çocukların kulaklarına bile fısıldamadım bu tür kelimeleri onların zihinleri kirlenmesin diye… Dün “Hocam!” diyerek peşimizden koşanlar, “Allah sizden razı olsun!” diyenler, çocuğunu hiç düşünmeden “Eti de kemiği de sizin olsun!” diyen aksakallı amcalar vardı öğretmenler odasının kapsının önünde. Ama şimdi hepsinin nazarında bir “Öcü!”
Sonra itiş kakış, ellerimde kelepçe, önümde arkamda jandarma. Gören sanır ki bir suçlu. Alaycı bakışlar, küçümseyici süzüşler…
Nuh kavminin üzerine çöken kara bulutlar gibi kara bulutların, düşüncelerin çöreklendiği bir binanın girişindeyim “Adalet mülkün temelidir.” yazıyor ama “adalet” sadece o cümlede kalmış. Uyduruktan bir mahkeme… 7/A sınıfındaki Zeynel’in babası savcı koltuğunda. Defalarca okulumuza gelip gitmeler, halı saha maçlarındaki forvet oyuncumuz… Yargıç koltuğunda kim vardı biliyor musun senin sınıf velilerinden Mücella. Veli ziyaretine ben iki, sen bilmem kaç kere gittiğin Hakim Mücella. Kendi
demlediği çayı dağıtırken, biz geleceğiz diye birkaç çeşit ikram hazırlayıp ikram eden Hakim Mücella. Sık sık tekrarladığı “Allah sizden razı olsun”la başlayan ve biten sohbetler. Ama kendi razı olmamış. Kürsüde bir kükrüyor, bir savruluyor görmelisin. İthamlar, hakaretler… “Yok!” desem, “Hayır!” desem, “Olmadı” desem, “Yalan, iftira!” desem olmayacak. Hakim ve savcı koltuğunda oturan zevat bizi bizden iyi biliyor. Ne oldu da bir gecede biz böyle olduk? Gözümün önüne Zeynel geldi, Mücella’nın
Zeynep’i geldi, boyun büktüm, kader dedim…
Dar koridorlar, karanlık dehlizler, paslı zindanlar gördüm. Konserve kutusu mahkûm arabalarının küçücük penceresinden dünyaya baktım… Zindan daha aydınlık, koğuş daha rahat, ranza daha huzurlu, koğuş arkadaşlarım daha onurlu… Hepsi de birbirinden mübarek…
Zoraki bir kamp zamanı. Katılmamak için mazeret de yok. Teheccüt tekmil, duha yoklama, ikindi sohbet, akşam vird, yatsı tevekkül…
İlk emir oku! Okuduk, okuduk…Kitab-ı kebir-i kainatı…
Hafızlığa başlayanlar, 2,3. yabancı bir dil öğrenenler, paso çıkartamayan saçlarına ak düşmüş ikinci bir üniversite öğrencileri, sınavlarda hocalar yerine gardiyanlar, mektuplar, voltalar, üzerinde zamanın buğu buğu eridiği çaylar, yastığa akan birkaç damla gözyaşı ve zeytin çekirdekleri… Ve sabırsızlıkla beklenen görüş günleri…
İşte ben geldim… Bunca yılın sonunda geldim. Yaşadığım şehir değişmiş, sokağım değişmiş, evim taşınmış, eşyaların azalmış, çocuklarım büyümüş, saçlarımız ağarmış, gözlerinin atlı morarmış, yanakların çökmüş…
Ya ben, ya ben!
Dün herkesi kucaklayan bir kalbim vardı. Bugün Atlantik’teki 6,3 şiddetinde bir kasırga kadar öfke yüklü bir yüreğim var, kasırgaların önünde kabarıp sahilleri döven dalgalar kadar kinim var.
İşte geldim…
Yağmalanmış bir hayatım, okulum, evim, düzenim, çocuklarım ve çocuklarımızın hayalleri var gözümün önünde. Senin gözlerin okyanuslar kadar dalgalı, yağmur yüklü bulutlar kadar nemli. Evde fırtına öncesi bir sessizlik, kapının önünde yıllarımı sığdırdığım mavi bir poşet… içinde dizleri eskimiş iki pantolon, düğmesi kopmuş bir gömlek, giymekten, yıkanmaktan sarkmış iki kazak, teki yırtık bir çift terlik, zeytin çekirdeklerinden dizilmiş birkaç tesbih… Ama hepsi de cennet kokulu. Yıkama onları olur
mu, atma onları eskimiş diye olur mu? Onlar benim mahşerde şahidim, yoldaşım, kefenim, necatım…