Evdeki sessizliği pencerenin önündeki minik serçeler bozuyordu. Sofradaki ekmek kırıntılarını, bayat ekmek parçalarını pencerenin dış tarafına bırakırdı. Bunları gören kuşlar her gün uğrar, nasiplerine düşeni alırdı. Ürkek adımlarla etrafı gözetleyerek gelen kuşlar hızla, yiyebilecek kadarını yer, büyükçe bir parçayı da ağızlarında götürürdü.
Gittikleri yeri bilmiyordu ama yavruları olsa gerek der, her defasında pencere kenarına biraz daha fazla ekmek bırakırdı.
Eve giderken sokağın başındaki bakkaldan öğle yemeği için bir şeyler aldı. Ne zaman yemek hazırlamaya başlasa içini bir hüzün kaplıyor. Burak olmasa yemek de yemeyecek ya. Sofrada bazen duygulanıyor, torununa hissettirmeden peçeteyle gözyaşlarını siliyor. Evinin direği, yiğidi bu dünyaya veda edeli on yedi yıl olmuştu. ‘’Ellerine sağlık hanım! sözünü duymayalı tam on yedi yıl.
Bereket, huzurun bir parçasıydı, eşyaların gülen yüzleri vardı. Ayna bir başkaydı, kapının zilinden her gün yeni besteler geliyordu. Şimdi hepsi suskun, hepsi üzgündü. Gelini ve oğlu çalıştığı için, hafta içi her sabah torunu Burak gelir, evdeki sessizliği o bozardı. Hafta sonu o da yoktu.
Sabahları güneş doğmadan ve ikindi vakti balkonda sandalyesinde oturur, bir bardak çayın yalnızlığına sığınırdı. Balkon küçük bir bahçe gibiydi; güller, karanfiller, şebboylar hatta bodur bir limon ağacı bile vardı. Çiçeklere konan serçelerin şarkılarını dinleyerek, toprak kokulu köyünün özlemini yatıştırıyordu.
En son, trenle gitmişti köyüne. Köprülüden gelen tren üç günde bir, sabah saat 6:00’da buradan geçerdi.
Uzun bir aradan sonra ziyaret ettiği ata yadigârı evleri yıkılmaya yüz tutmuştu. Her gelişinde evlerinin bir yerini, gücünün yettiğince onarmaya çalışır. Ben hayattayken yıkıldığını görmeyeyim yoksa, yoksa…
Yine istasyonun yolunu tutmuştu. Hava biraz serindi. Gökyüzünü bir bahar güneşi aydınlatmaya başlamış, birazdan o da durağa misafir olacaktı. Büyük bir gürültüyle homurdanarak yaklaşan kara trenin uzaklardan duyulan sesiyle herkes raylara yaklaştı. O, en son binmek, doğduğu büyüdüğü bu köye iyice bakmak istiyor zira buraları bir daha görme imkânı olmayabilirdi. Annesinin ‘’Kızım seni kaçırırlar.’’ sözünden dolayı çocukken gelemezdi bu küçük istasyona. Şimdi ise ana-babasını toprağına bıraktığı bu köyden kaçarcasına uzaklaşıyordu. Biraz daha vakit geçirsem, şu taş duvarlara, geçmişime biraz daha baksam…
Köy artık tepelerin arkasında kalmıştı lakin buraların havasını solumak mazide ki tatları hissetmesini sağlıyordu.
Yataklı bir kompartımanda yer bulabilmişti. İki erkek, bir kadın ve üç tane de çocuk vardı. Selam vererek kadının yanına oturdu. Kısık bir sesle selamını alan kadının konuşmak istemediği her halinden belliydi. Tren sarsılarak hareket etti. İçeride trenin sesinden başka bir ses yoktu. İstemsizce göz göze gelmelerin sıkıcı atmosferi içerisinde yolculuk devam ediyordu. Sessizliği ara sıra çocuklar bozsa da babalarının kaş göz işaretleriyle onlarda tekrar suskunluğa gömülüyordu.
Yerinden kalktı, pencereye yaklaşmak istedi ama karşılıklı oturan iki erkek ve arada ki masa, onun pencereye ulaşmasına engel oldu. O da daracık koridora yöneldi, ellerini pencereden olabildiğince dışarıya uzattı. Köyünün hızla uzaklaşan manzarasından birkaç parça koparmaya çalıştı.
Avuçlarında biriktirdiklerini rüzgârlara bıraktı. Herkesten aldığımı yine herkese, belki eksiğiyle iade ediyordum diye düşündü.
Balkonda yine kahvaltı masasını hazırlıyordu. Birazdan Burak burada olurdu. Masaya bir tabak bayat ekmek kırıntıları bıraktı.
Babasının her yıl tarladan elde ettiği buğdaylardan bir çuvalını kuşlara yem olarak ayırmasını o zamanlar anlayamamıştı. Babasından miras kalan bu hatırayı şimdi bu küçük balkonda canlı tutmaya çalışıyordu. Bir gün, baba niye kuşlara yiyecek atıyorsun diye sormuştu. Babası bir süre sessiz kaldı, derin bir nefesten sonra ‘’Kuşlara, ekmek bırakanlar giderse buradan, kuşlarda kalmaz gider, gelmezler bir daha’’ sözü hâlâ kulaklarında.
Atımızın, ineğimizin, eşeğimizin bir adı, hatırı, değeri vardı; Rüzgâr, Sarıkız, Karagöz. Onlar taşıyamadığımız yüklerimize dayanak, ırak yerlere yoldaş, katığımıza aş olurdu. Annem bizim sarıkızı sağarken hep türkü söyler karnını sıvazlardı. Babam, Rüzgâr’a kaşağı ile masaj yapar, yelelerini tarar ona “Oğlum” derdi ama oğullarına hiç hayvan demezdi. Zil çalınca kendi kendine konuştuğunu fark etti. Kim o! demeden kapıyı açtı. Hafta içi her sabah bu saatlerde aynı işi yapıyordu.
Anneciğim, Burak sana emanet ben geç kaldım. Tamam kızım, sen işine bak. Geliver, gurban olduğum diyerek torununun yanağından bir öpücük aldı. Babaannesinin kucağına gelirken her iki yanaktan öpücük vermeye alışmıştı. Burak, Nenee! ben acıktım dedi. Ben de kahvaltımı yapmadım seni bekledim guzuuum dedi.
Yemek yerken balkonun korkuluğuna gelen kuşlar için ekmek parçaları attı. Her sabah bu manzaraya şahit olan Burak, Babaanne bu kuşlar senin mi? diye sordu. Ne diyeceğini bilemedi. Kısa bir sessizlikten sonra, zor da olsa dudaklarından bir Evet cevabı çıktı. Nenee! bu kuşlar benim olsun mu? Hadi bakalım ekmekleri sen at ki bu kuşlar bundan sonra senin olsun dedi.
Adem Yağmur