Ne / Tahsîn-i Kelâm

Ne sevda masalların biter gönül,
Ne de anlamsız efsunkar yasların.
Ne muallak düşlerin biter gönül,
Ne de kesip biçtiğin kumaşların..

Ne güle şevk ile dizdiğin medhin,
Ne kaç kez özüne verdiğin ahdin,
Ne biter diller döktüğün, ne cehdin,
Ne de bülbülce mahzun ötüşlerin..

Ne yanık yanık nağmeler tellemen,
Ne dîl kârı şiirler bestelemen,
Ne biter yâr nazını irdelemen,
Ne de yoluna düşen bakışların..

Ne yer yer yarım kalmış heveslerin,
Ne çağlayıp boğan hun gözyaşların,
Ne mey diye zehr içtiğin tasların,
Ne biter uçup konma telaşların,
Ne de vuslata ördüğün taşların…

Tahsîn-i Kelâm

Ekmek / Adem Yağmur

Evdeki sessizliği pencerenin önündeki minik serçeler bozuyordu. Sofradaki ekmek kırıntılarını, bayat ekmek parçalarını pencerenin dış tarafına bırakırdı. Bunları gören kuşlar her gün uğrar, nasiplerine düşeni alırdı. Ürkek adımlarla etrafı gözetleyerek gelen kuşlar hızla, yiyebilecek kadarını yer, büyükçe bir parçayı da ağızlarında götürürdü.

Gittikleri yeri bilmiyordu ama yavruları olsa gerek der, her defasında pencere kenarına biraz daha fazla ekmek bırakırdı.


Eve giderken sokağın başındaki bakkaldan öğle yemeği için bir şeyler aldı. Ne zaman yemek hazırlamaya başlasa içini bir hüzün kaplıyor. Burak olmasa yemek de yemeyecek ya. Sofrada bazen duygulanıyor, torununa hissettirmeden peçeteyle gözyaşlarını siliyor. Evinin direği, yiğidi bu dünyaya veda edeli on yedi yıl olmuştu. ‘’Ellerine sağlık hanım! sözünü duymayalı tam on yedi yıl.


Bereket, huzurun bir parçasıydı, eşyaların gülen yüzleri vardı. Ayna bir başkaydı, kapının zilinden her gün yeni besteler geliyordu. Şimdi hepsi suskun, hepsi üzgündü. Gelini ve oğlu çalıştığı için, hafta içi her sabah torunu Burak gelir, evdeki sessizliği o bozardı. Hafta sonu o da yoktu.

Sabahları güneş doğmadan ve ikindi vakti balkonda sandalyesinde oturur, bir bardak çayın yalnızlığına sığınırdı. Balkon küçük bir bahçe gibiydi; güller, karanfiller, şebboylar hatta bodur bir limon ağacı bile vardı. Çiçeklere konan serçelerin şarkılarını dinleyerek, toprak kokulu köyünün özlemini yatıştırıyordu.


En son, trenle gitmişti köyüne. Köprülüden gelen tren üç günde bir, sabah saat 6:00’da buradan geçerdi.
Uzun bir aradan sonra ziyaret ettiği ata yadigârı evleri yıkılmaya yüz tutmuştu. Her gelişinde evlerinin bir yerini, gücünün yettiğince onarmaya çalışır. Ben hayattayken yıkıldığını görmeyeyim yoksa, yoksa…

Yine istasyonun yolunu tutmuştu. Hava biraz serindi. Gökyüzünü bir bahar güneşi aydınlatmaya başlamış, birazdan o da durağa misafir olacaktı. Büyük bir gürültüyle homurdanarak yaklaşan kara trenin uzaklardan duyulan sesiyle herkes raylara yaklaştı. O, en son binmek, doğduğu büyüdüğü bu köye iyice bakmak istiyor zira buraları bir daha görme imkânı olmayabilirdi. Annesinin ‘’Kızım seni kaçırırlar.’’ sözünden dolayı çocukken gelemezdi bu küçük istasyona. Şimdi ise ana-babasını toprağına bıraktığı bu köyden kaçarcasına uzaklaşıyordu. Biraz daha vakit geçirsem, şu taş duvarlara, geçmişime biraz daha baksam…


Köy artık tepelerin arkasında kalmıştı lakin buraların havasını solumak mazide ki tatları hissetmesini sağlıyordu.

Yataklı bir kompartımanda yer bulabilmişti. İki erkek, bir kadın ve üç tane de çocuk vardı. Selam vererek kadının yanına oturdu. Kısık bir sesle selamını alan kadının konuşmak istemediği her halinden belliydi. Tren sarsılarak hareket etti. İçeride trenin sesinden başka bir ses yoktu. İstemsizce göz göze gelmelerin sıkıcı atmosferi içerisinde yolculuk devam ediyordu. Sessizliği ara sıra çocuklar bozsa da babalarının kaş göz işaretleriyle onlarda tekrar suskunluğa gömülüyordu.


Yerinden kalktı, pencereye yaklaşmak istedi ama karşılıklı oturan iki erkek ve arada ki masa, onun pencereye ulaşmasına engel oldu. O da daracık koridora yöneldi, ellerini pencereden olabildiğince dışarıya uzattı. Köyünün hızla uzaklaşan manzarasından birkaç parça koparmaya çalıştı.

Avuçlarında biriktirdiklerini rüzgârlara bıraktı. Herkesten aldığımı yine herkese, belki eksiğiyle iade ediyordum diye düşündü.


Balkonda yine kahvaltı masasını hazırlıyordu. Birazdan Burak burada olurdu. Masaya bir tabak bayat ekmek kırıntıları bıraktı.

Babasının her yıl tarladan elde ettiği buğdaylardan bir çuvalını kuşlara yem olarak ayırmasını o zamanlar anlayamamıştı. Babasından miras kalan bu hatırayı şimdi bu küçük balkonda canlı tutmaya çalışıyordu. Bir gün, baba niye kuşlara yiyecek atıyorsun diye sormuştu. Babası bir süre sessiz kaldı, derin bir nefesten sonra ‘’Kuşlara, ekmek bırakanlar giderse buradan, kuşlarda kalmaz gider, gelmezler bir daha’’ sözü hâlâ kulaklarında.


Atımızın, ineğimizin, eşeğimizin bir adı, hatırı, değeri vardı; Rüzgâr, Sarıkız, Karagöz. Onlar taşıyamadığımız yüklerimize dayanak, ırak yerlere yoldaş, katığımıza aş olurdu. Annem bizim sarıkızı sağarken hep türkü söyler karnını sıvazlardı. Babam, Rüzgâr’a kaşağı ile masaj yapar, yelelerini tarar ona “Oğlum” derdi ama oğullarına hiç hayvan demezdi. Zil çalınca kendi kendine konuştuğunu fark etti. Kim o! demeden kapıyı açtı. Hafta içi her sabah bu saatlerde aynı işi yapıyordu.

Anneciğim, Burak sana emanet ben geç kaldım. Tamam kızım, sen işine bak. Geliver, gurban olduğum diyerek torununun yanağından bir öpücük aldı. Babaannesinin kucağına gelirken her iki yanaktan öpücük vermeye alışmıştı. Burak, Nenee! ben acıktım dedi. Ben de kahvaltımı yapmadım seni bekledim guzuuum dedi.
Yemek yerken balkonun korkuluğuna gelen kuşlar için ekmek parçaları attı. Her sabah bu manzaraya şahit olan Burak, Babaanne bu kuşlar senin mi? diye sordu. Ne diyeceğini bilemedi. Kısa bir sessizlikten sonra, zor da olsa dudaklarından bir Evet cevabı çıktı. Nenee! bu kuşlar benim olsun mu? Hadi bakalım ekmekleri sen at ki bu kuşlar bundan sonra senin olsun dedi.

Adem Yağmur

Şaire Mektup / Mavi

Eller yukarı sevgili şair! Şimdi tüm kızgınlıkları, kırgınlıkları, nedenleri, nasılları, acabaları, velhasıl birikmiş tüm hırçınlığını usulca yere bırak.

Ben ki az çekmedim senden, az da çektirmedim sana. Yine de kozlarımızı paylaşacak olsak terazinin bir tarafı ağır basar. Söyletme bana hangi tarafın ağır olduğunu, bilirsin işte sen.

Bu defa mektup yazasım geldi. Arka fonda Zeki Müren ”Kimi benim gibi sever gönülden, kimi senin gibi el olur gider” diyor, ”Dünyanın bir yazı bir kışı vardır, her yolun bir sonu bir başı vardır” diyor. Kafamı karıştırıyor nitekim. Arada durup bir bu şarkıyı mırıldanıyorum, sonra cümlemin kaldığım kısmına bakıp ne yazacaktım ben diyorum. Konudan konuya atlamayı severim, bilirsin işte sen…

Bu ara bolca şiir okuyorum geceleri. Şiir yazamadıkça daha da okuyasım geliyor. Bazen sesli, bazen içten ama her gece, düzenli. Nasıl bu kadar güzel şiir yazıyorsunuz siz şairler? Bazen bir satırı yüzlerce kez okuyasım geliyor. Tıpkı çok sevdiğim bir şarkıyı milyon kere bıkmadan usanmadan dinlemeyi sevdiğim gibi. Tıpkı yağmurda şemsiyesiz sırılsıklam olana dek tüm sokaklarda yürümeyi sevdiğim gibi. Evet, abartmayı da severim, bilirsin işte sen…

Sende ne var ne yok sevgili şair? Bilirim bazen atarlı giderli şiirler yazar, bazen o en sevdiğim çocuksu haline dönersin. Bilsen o hırçın, aksi insanı kaldırıp atınca içinden ne cevherler çıkar senden. Sen de öyle daha mutlusun da işte… İnsan şu hayatta kaç kişi için tüm yelkenlerini suya indirir ki? Kimi yalnızca bir kişiye, kimi de… Bilirsin işte sen…

Senin de bir kendini koruma kalkanın var içinde. Kızınca hırçın ifade, kıyamayınca masum çocuk beliriyor yüzünde sen farketmesen de. Hırçınlığında bir gülümsememe bakar bilirim. He he deyip gülme şimdi. Tecrübeyle sabittir bu dediğim. Boşa onca atıp tutmalar, küstüm oynamıyorumlu şiirler. Yapamayacağın hareketi çekme derler ya hani, bilirsin işte sen…

Sana en sevdiğim sonbahar şiirini okumak isterdim ama buraya yazayım, sen oku. Güzel de şiir okursun bilirim.

“Ve güz geldi Ömür hanım.
Dünya aydınlık sabahlarını yitiriyor usul usul.
İnsanın içini karartan bulutların seferi var göğün maviliğinde.
Yağmur ha yağdı ha yağacak.
İncecik bir çisenti yokluyor boşluğunu insan yüreğinin.
Hüznün bütün koşulları hazır.
Nedenini bilmediğim bir keder akıyor damarlarımdan.

Kalbimin üstünde binlerce bıçak ağzı…
ve yüzüm ömrümün atlası; düzlükleri bunaltı,
yükseklikleri korku, uçurumları yıkıntılarımla dolu bir engebeler atlası.
Yaşamak bir can sıkıntısı mıdır Ömür hanım?” diye soruyor ya Şükrü Erbaş bile. Her Eylül’ün birinde ilk okuduğum şiirdir bu. Bir de Ahmet Kaya’dan Her Eylül’e İsyan Gibi’yi dinlerim…

Bilirsin işte Ahmet Kaya sevdamı. Ve ben de bilirim Senin Ahmet Kaya sevdanı. Şükrü Erbaş’ın bile dünya aydınlık sabahlarını yitiriyor usul usul dediği şiirlerde ben artık umuda değil, gerçeğe sarılıyorum.

Çıkmaz sokaklarda şiir de tükendi sevgili şair, umut da. En haylaz yanımızın gitmeyi kafaya koyduğu bir zaman artık bizimkisi. Bilirsin işte sen…

Şairin artık demir almak günü gelmişse zamandan, meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan dediği limandan demirlerimi toplayalı çok oldu.


Bazen öyle bir esiyor geçmişe özlem, sonra bir başka şiirle sona eriyor. Zeki Müren’in ”Ah bu şarkıların gözü kör olsun” dediği gibi şiirlerin de gözü kör olmasın mı sevgili şair?

Yelkenleri suya indirdim, umutları tükettim, enseyi kararttım sanma, bilirsin benim ne inatçı ne isyankar olduğumu. Bilirsin değil mi? Bilirsin… Bilirim…
Benim umudum insanların birbirlerini çıkarsızca sevemeyişinde tükendi. Birbirlerine yetememelerinde, hep daha çoğunda gözlerinin olmalarında tükendi. Hani şiirde diyor ya:

“Yarı dalgalı olmamalı deniz. Ya durulmalı ya da kudurmalı. Sonuna kadar batmalı hançer ya da hep yerinde durmalı. Yarı gönül vermemeli insan ya sevmeli ya da terk etmeli….” diye. İşte bilirsin benim grim yoktur. Ya siyahımdır ya beyaz. Ya tamamımdır ya devam. Ya çok severim ya terkederim. Bunu da bilirsin. Bilirim…

Ne dersin şair? Her lafa verecek cevabın vardır ama bunu cevapsız bırak. Sen başka denizlere yelken aç bundan böyle.

Ne demiş Mevlana:
”Her gün bir yerden göçmek ne iyi.
Her gün bir yere konmak ne güzel.
Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş.
Dünle beraber gitti, cancağızım, Ne kadar söz varsa düne ait.
Şimdi yeni şeyler söylemek lazım.”
Bilirsin işte sen. Artık yeni şeyler söylemek lazım cancağızım.

Mavi

Çikolata Ayakkabılar / Derya Hekim

 Her insanın fıtratında merhamet vardır. Kimi kalbinin merkezine koyar kimi merkeze yerleştirdiğinin etrafına. Yanık bir gönlün türküsü merhamet sahibi her insanın bam teline dokunur.

Son bir kez dönüp arkama baktığım diyara çok türkü söyledim. Her şeyimi bıraktığım yerden sonra hiçbir şeyim olmayan yerde nefes almak başlarda sudan çıkmış balık gibi hissettirdi. Kalbim kafese konulmuş güvercin gibi bir anda yerinden fırlayacakmışçasına atardı. Bundan başka bir yaşamın olmadığını düşünürdüm. Çünkü şimdiye kadar tanıdığım en yabancı haldi bu.

Her şeyi bilinmezliklerle örülü bir sarmaşıktı bu yaban el. Burada yaşamayı öğrenememiş, sadece alışmıştım. Şehir hayatına geçmek için epey bir çaba sarf ettikten sonra yorgunluk ve ümitsizlik kapımda bekleyen iki bekçi idi. Ümidim yoruldukça bedenim daha da yorgun ve bitkin oluyordu. Hayatımı idame edecek bir mesleğim varken çocuklarım okula, kocam işe derken kendime bir rutin tutturmuştum. Bu rutinin içinde bazen hastalık yakalasa her şey birkaç günlüğüne karmakarışık olurdu. Şimdi bu kadar karmaşa nasıl düzelecekti. Biri hayatımı alıp kör düğüm yapıp elime verdi sanki. Çok bilinmeyenli denklem gibiydi. Eşitliğin hangi tarafına neyi koysam hep eksik ve yarımdı. Bir türlü sonuca varamıyordum. Bilmediğim diyarda sorgulanacak çok şeyim vardı.

Her ay el eline bakmanın ezici yükünün altında gidip imza atıyordum. O imza ile elimdeki banka kartında aylık geçimim için bir miktar para olurdu. Onu bir ay yetirebilmek için para çekerken 2,60 Euro kesinti yapmayacak banka arardım. İmza atacağım yerde uzun uzun sıra oluşurdu. Halinden, duruşundan kendim gibi olanı çabuk tanırdım.  Selamlaşıp tanışırken aynı düğümden yana dertli olduğumuzu hemen anlardık. Çok konuşmak gerekmezdi. Boğazımızda düğümlenen cümleler yeterdi her şeyi anlamaya ve anlatmaya.

Yine imzamı atıp yoluma giderken kafamda cevapsız sorular ile şehrin en işlek caddelerinin birinden geçiyordum. Sahil yoluna varmadan vitrin camlarını izlemek iyi gelirdi. Çikolataların vitrindeki sunumları cezbediyordu. Çikolata pek çok insanın keyifle yediği özel bir lezzet olmasının yanında çeşitleri göz doyuruyor. Bu vitrin baştan sona çikolatadan yapılmış ayakkabılar ile en dikkat çekeni idi. Memleketimde her şeyin fazlasını görmeye alışkındım. Oysa burada peşi sıra gelen dükkânların vitrinlerinin farklı olması olması bana ilginç gelirdi. Devamını arıyordu gözlerim. Çeşit çeşit modellerle yapılmış ayakkabıdan çikolataların devamı gelsin istiyordum. Bu kadarı bile mutlu etmeye yetiyordu. Her defasında önünden geçtiğim bu dükkâna girmeye bir türlü cesaretim yoktu. Gerek yetersiz kalan dilim, gerekse yabancısı olduğum bu diyarda göreceğim karşılığı bilemediğimden elim kapıya varmıyordu.

Yine böyle bir günde bu dükkânın önünden geçtim. Ayakkabıları incelerken içeriden birinin gülümsediğini fark ettim. Çekingen bir tavırla konuşmakta zorluk çekmeme rağmen vitrini işaret ederek “Fotoğraf çekebilir miyim?” diye sordum. Bana gülümseyen kadın başta anlamadı. “Neyin fotoğrafı?” diye sordu. Daha bir kızararak konuşmak yerine vitrini işaret ettim. Ben sesli cümleler kurduğumu sanıyorum ama içime içime konuştuğumdan artık el kol hareketlerim dilimden daha çok şey anlatmaya başlamıştı. Satıcı kadın yüzüne yayılan tatlı bir gülümseme ile “Tabii, tabii” deyince kendimi ifade edebilmenin huzurunu yaşayanlar anlayacaktır. O kadar zor bir durum ki ne istediğini anlatamamak. Sadece içinden uzun uzun cümleler kurup dudaklarını kıpırdatmadan kendini anlatmaya çalışmak. 

Yer yön bilmediğim gibi yaşamın bana neler kazandıracağını bilemezdim. Bu kadar zorluğa rağmen öğrenmem gereken yeni şeyleri keşfediyordum. Artık yaş kemale erdi, çocuklarım büyüdü; onların hayatlarındaki değişimler ile ilgileneceğimi sandığım yaşlarda hayat bana yepyeni ufuklar kazandırıyordu. Dil öğrenmek bunlardan biriydi mesela.  Yabancısı olduğum bu yerde sevgi dilinin binlerce kelime ile anlatamayacağım hissiyatımı kolayca anlattığını yaşayarak tecrübe etmiştim. Dünyanın neresinde olursa olsun tatlı bir tebessümün sevgi ile uzatılan bir elin ne demek olduğunu sanırım herkes bilir.

*Sevgi dilinin çikolata ayakkabıları

Derya Hekim

Yeni Zeybek / Mehmet Erdoğan

Eneden uzak bir zeybek tablosu,
Özlediğim benim, her şeyi nurdan.
“Haydi bre efem!” derken bengisu,
Akmalı kalb adlı billur fagfurdan.

Cepkeni kanatlı ezel ve ebed,
Elleri kalkınca yıkılır her set,
Sanki temessülde arza merhamet,
Parmak şakırtısı mülhem yağmurdan.

Yere diz vuruşu, bin secde gibi,
Dönüşü meydanda başyüce gibi,
Akıyor bir ahenk tam dicle gibi,
Bakışı duruşu, namus ve ardan..

Kaşını çatınca bir gece olur,
Gizemli bir ufuk hem nice olur,
Gülünce ediyor nevbahar zuhur,
Dişleri incidir, beyazdır kardan.

Baş kaldırmış o ki, Haktan gayriye,
Ebed meydanında döner “Hu” diye,
Belinde kuşağı gelmiş hediye,
Gökkuşağı misal ölümsüz Yardan.

Haydi bre zeybek son bir daha dön,
Duysun hamd sesini her cihet, her yön,
Gerekse ufukta güneş gibi sön,
Tutuşsun kandiller son ışıklardan..

Mehmet Erdoğan

At Nalı / Alpen Nur

Torosların yükseklerinde bir yörük çadırında başladı hikayem. Herkes şehre inerken ben kaldım Toros yaylalarında. “Şehir, midesinden tutsaklanan insanların paraya baş eğmesidir” derdi babam. Bir de “ insanın şifası da belası da insandadır.” derdi. Ne para derdim oldu ne de insanda şifa arayışım. Benim şifam da servetim de bu dağların süsü. Ağacı, suyu, havası…
Kilometrelerce uzakları görebilmek farklı bir his. Etrafta ne bir ev ne farklı bir insan yapısı… Şehirli insanlara göre fantastik ama kimine göre de sıkıcı bir hayat… Biricik eğlence; ertaftaki ağaçlarla, hayvanlarla kurulan hayattan ibaret… Dış dünyaya ait tek varlık, uçaklar…
Öyle anlar olurdu ki bazen yüksekçe bir kayanın üzerine oturur, keçileri yayarken bir uçak geçer ve ben hayallere dalardım. İçindeki insan hikayelerini düşünürdüm. Onca kişi farklı farklı umutlara uçuyor olmalıydılar. Kimbilir belki de kimisi de kederli bir acının üzerine gidiyordur. Ben şehrin ve insanların getirdiği dertlerden azadeydim. Ne dedikodu yapıyor ne dedikodum yapılıyor, ne iftiraya uğruyor ne iftira atıyordum ve ne de insanlardan zulüm görüyor ya da zulm ediyordum.
Tam üzerimden bir uçak geçerken bazen ayağa kalkar, bir elimi alnıma gölgeler, diğeriyle uçaktakileri selamlardım. Beni görmediklerini bile bile böyle yapmam, belki insanlara hasretimdendi. Ama ayda bir ihtiyaçlar için ilçeye inip kalabalıkların birbirine ne kadar yabancı olduğunu görünce dağdaki dostlarımın yanına heyecanla dönüyordum.
Zamanla tavşanlar bile bana alıştılar, korkmadan çevremde dolaşabiliyorlardı. Hayvanların yalaklarına taşıdığım su, kaç hayvan çeşidine hayat oluyordu ben de sayamıyordum. Keçilerim suya doyduklarında, diğer yabani hayvanlar da nasiplensin diye tekneleri susuz bırakmıyordum. Torosların zirvelerinden ötedeki tepelerin iki dudağı arasından gözüken denizi bana hep eski mezarlık gibi geliyor. Sahile yakın binlerce yıl önce yapılmış harabe kalıntıları, toplumların toplu mezarlığı gibi.
Kimler gelmiş kimler geçmiş ama kimi zalim, kimi mazlum olarak huzurda bekliyorlar şimdi. Yazın bu yaylaların havası, suyu bende müthiş bir duygu oluşturuyordu. Lakin ulaşılmaz heybetli zirveler, aşılmaz geçitler beni biraz eziyor haddimi de bildiriyordu. Bu dağlarda yazları, neşemin bozlak sesi yankılanırken kışları, eteklerdeki orman köyümüze dönerdik. Kışın, birkaç evden oluşan köyde geçen zaman da daha ufuksuz bir yalnızlıkla örülürdü.
Şehrin sorunlarından azade, yalnızca karım ve kızımla süslü sakin, sessiz bir hayat… Eşimin hastalanmasından sonra başka çocuğumuz da olmadı. Kızımın ilçedeki yatılı bölge okuluna gitmesiyle de bütün kış, karı- koca başbaşa bir hayat… Başbaşa bir sessizlik dense daha doğru olur. Belki şehirlilere göre baş başa huzurdu bizimkisi. Öyleydi de… Birbirimizin yarısıydık eşimle. Beni günahımla sevabımla, üstüme sinen keçi kokumla seviyordu keza ben de onu…
*
Her şey kızımın, ilköğretimi bitirip liseye gitme isteğiyle başladı. Her ne kadar ben sakin hayatımdan memnunsam da yaşadığımız bu hayat, kadınlar için zor bir hayattı. Kızımın bu dağlara mahkum olmasını da istemiyordum. Eşimin de bastırmasıyla kızımın isteğini onayladım ama nasıl olacaktı? Hadi ilköğretimi parasız yatılıda okudu. Bundan sonrasını nasıl edecektik? Aklıma ilk gelen çocukluk arkadaşım Nalbur Nusret oldu. O, bu dağlarda çile gördü şehre indi. Allah da rızkını oradan verdi. İlçeye her indiğimde uğrarım yanına, bir çayını içerim.

İlçeye iner inmez vardım Nusret’in yanına. “Böyleyken böyle dedim, sen yılladır buralardasın bir yol göster bana.” Nusret her zamanki gibi serin. Gelen müşterisiyle ilgilenirken, “kolay, kolay hallederiz” dedi. Günlerdir içime oturan çaresizlik, tuz yalayıp sulağa ulaşmış keçi neşesine döndü. Bir baba için kolay mı ergen bir kızını şehrin keşmekeşinde yalnız bırakmak! Köyde kalsa kapıya kısmetlileri dayanacak. Kızımı şehirde yalnız bırakmak içimi yeyip bitiriyordu. Ortalık sakinleyince iki çay söyledi Nalbur Nusret.
-Kolayı var ortak. Burada lise talebeleri için özel bir yurt var. Ben ilgilenenleri tanıyorum. Şuradaki
liseye kaydını yaptırdıktan sonra okula da yakın yurt. Gözün arkada kalmaz hem. Çocuklara kendi çocukları gibi göz kulak oluyorlar. Yurda giriş çıkış saatlerine dikkat ediyorlar. Vallahi senden çok dikkat ediyorlar. Parayı da dert etme, ben burs da ayarlarım. Sen de verebildiğin kadarıyla üç beş verirsin.
Bir anda içimde, Torosların ilkbahar çiçeklerinin hepsi birden açtı. Kızımı okuluna yurduna yerleştirip zirvedeki kıl çadırıma döndüğümde içimde açık gökyüzü genişliğinde bir huzur vardı. Ne ki böyle mutluluk zamanlarında, hep içimin bir kenarına kılçık gibi bir vesvese yapışır ve “yok öyle dertsiz baş, başına gelecekleri bekle” diye seslenirdi. Yine öyle bir ses ama ben bu huzurla onu duymak istemiyordum. Bülbül bahçesinde karga sesi gibi bir hal…
O gece kıl çadırın önündeki ateşin başında yemeğimizi yedikten sonra çaylarımızı içiyorduk. Sakin ayazlı bir gece, sonbaharın ilk üfültüsü dalgalanıyor karanlıkta. İçerden şeker almak için elimdeki sopayı bırakmadan çadıra girdim. Çıkarken sopanın ucu çadır kapısının üstündeki at nalına takıldı. Nal yere şangırtıyla düşünce karım ürperdi “eyvah” diye çığlığı bastı.
-Ne oldu Meriç, bu ne hal?
-Bilmez misin nalın düşmesi uğursuzluktur başımıza bir şey gelecek!
-Ağzını hayra aç Meriç. Bak kızımızı da okuluna yerleştirdik. Şimdi vesvese edip de içimizi karartma.
Sustu Meriç. Yalnız içime şüphe zehrini bırakmıştı bir kere. Belki at nalının düşmesinden değil ama eşimin hisleri kuvvetli olmalıydı ki ne zaman böyle dese o akıbeti yaşıyorduk. Her şey yoluna girmişken nasıl bir şey olabilir ki? Burada olan nedir ki? Çok çok keçi kayadan düşer ayağı kırılır. O da sorun değil keser yeriz. Keçileri yükseklere sürüyorum o gün. Gökyüzünde pamuksu bulutlar. Kızıyorum karıma. Ahmaklık işte, bunları dillendirip insana vesvese vermenin ne manası var.
“Hem başımıza her şey geldi. Daha ne olacak ki?”
Köyde yağmura yakalanınca ağaç altına sığınan ana-babamı yıldırım çarpalı daha kaç sene oldu ki? Hem anne- babamdan sonra mal davası yüzünden kardeşlerim birbirini vurdu. Kötülük daha çok insandan insana gelir. Bu yaylaların hırsızı yok, arsızı yok! Biz yaşayacağımız acıları felaketleri yaşadık zaten. Daha ne olacak ki? Yağmur yağınca, ağaç altına sığınmayız oluverir. Kardeşlerim ölünce iyi ki bana ait olanları yetim yeğenlerime verip çekildim kıl çadırıma. Kara kış bastırıncaya kadar inmem zaten köye.
Şehirlinin yağını peynirini üretiriz ama dağlı diye aşağılanırız hep. Bizi bize bir işe yaramayan sigara izmariti gibi hissettirirler. Bunlar da musibetin tuzu biberi. Hani elimde üç beş keçiden başka neyim var? Kimsenin ahını da almadım. İnsanlardan uzak olmanın en büyük faydası da bu belki. Kimsenin hakkına girmiyor, ahını almıyorsun. Ahı alınan biri varsa o da biz oluyoruz. Ayda beş on kilo peynir, beş on kilo yağ götürüyorum ilçe pazarına. Onun da kimisi borca gidiyor geri dönmüyor.
Ne ki at nalının akıbet çağrışımı kılçık gibi içimde duruyor. Yok yok, engerek yılanı gibi bir şey yüreğimin orta yerinde kıvrılıyor. Gururuna düşkün namuslu adamlar, bahtsızlıklarını düşünerek zevk alırmış hayattan, derler. Benimki belki de öyle bir hal.
İçimden bunlar geçerken dilimde de; “yaşanacak acıları yaşadık, daha ne olacak ki?” Bu sözü söylerken de ürperiyorum aslında. Yine bir uçak geçiyor üstümüzden. Kim bilir gökte uçan uçaktakilerin bilemediğimiz ne acıklı hikayeleri acıları?
Sürümü kurt telef etti, aç kaldım. Evim yandı açıkta kaldım. Kimi zaman Pazar edip dönerken paramı pulumu erzağımı çaldılar, zulmettiler. Başkalarına göre yabani bir şey olamamış bir dağlıyım. Ancak iç huzurum var. Kimseye zulmetmedim. Büyük mahkemeye bile hazırım.
“Yaşanacak acıları yaşadım daha ne olacak ki?” Kayalıkların tepesindeki iki köknar ağacı birbirine sokulmuş sanki benim sırrımı konuşuyor. Tavşanlar etrafımdan daha tedirgin geçiyor. Alaca keçi yüksek bir yere çıkmış, iç sesimi duymuş gibi öylece bana bakıyor.
O gün, keçileri toparlayıp obaya dönerken dalgındım. Bir anda elimdeki değneğe takıldım ve kayalıklardan aşağı saman balyası gibi gürp diye düştüm. Ayağımda dayanılmaz bir acı… Dedim at nalının mesajı bu olsa gerek. Ayağa kalkacak oldum. Yere basamadım. Ayağım kırılmıştı. Köpeğim yanımda kıvranıyordu. Alışıldığı üzere keçiler çadıra doğru uzaklaştılar. Hisli hayvan köpeğim. O da hayvanların peşinden…
Keçiler çadıra bensiz vardığında telaşlanmış karım. İçime doğduydu bir şey oldu diye dizlerine vurmuş. Düşmüş köpeğin peşine. Yanıma geldiğinde akşam olmak üzereydi… Eşeğin üzerine iki büklüm abanarak çadıra gelebildim. O kırıkla şehre inemedim. Zor da olsa köye yayladan köye inmiştik mecburen. Kış da soğuk nefesini hissettirmişti zaten. Ayağımı sopalarla sabitledim, bir nevi alçıya aldım yani. İki ay davara çıkamadım uzaklara. Etrafın yeşiliyle yetindi keçiler. Dayandım keçi sütüne . Üçüncü ayda yürümeye başladım. Ama çok zormuş. Bir daha; “Yaşanacak acıları yaşadım daha ne olsun ki” deyip Allah’a hoş varmayacak lafları mırıldanmamalıyım.
O eve girerken yine kapının üzerindeki at nalına ilişti gözüm. Karım ahırda keçileri yemliyor. Vesvese veren bu naldan kurtulma isteği kırbaçlıyor beni. Nalı çivisinden çıkardım. Kayalıklara varıp savurdum aşağı doğru. Akşam öncesi kapı önündeki ocağı yakmaya hazırlanırken fark etti karım nalın olmadığını.
“Eyvah nal kökünden gitmiş” diye ünledi yine.
Ben bir şeyden haberim yokmuş gibi acemi bir şaşkınlıkla, “ya, çok da şey etme rüzgardan düşmüş bir hayvanın ayağına dolanıp kaybolmuştur” diye geçiştirmeye çalıştım.

Karım bu kez daha telaşlı.
-O daha kötü, dedi. Nalın düşmesi bir yana bir de kaybolmuşsa daha büyük belaya işarettir.
-Ya Meriç şu vesveseleri çıkar artık aklından. Asıl sen böyle yapınca bela kuşu gelip konuyor başımıza.
*
Ayağım kuvvetini bulunca birikmiş ihtiyaçlar ve kızımı ziyaret etmek için karımla şehre indik. Kızım bambaşka biri olmuştu sanki.
-Baba herkesin telefonu var. Biz de telefon alsak. Bak ayağın kırılmış ve ben sizden aylardır haber bile alamadım. Telefonun olsa belki buradan ambulans bile çağırırdın.
Yine Nalbur Nusret’e vardım. Anlattım durumu.
-Yahu dedi, telefonsuz olur mu? Başına bir iş gelse kimsenin haberi olmaz. Esas sana lazım. İkinci elden tuşlu bir telefon aldım kendime. Nusret, kızıma daha farklı bir telefon beğendi. Dokunmalıymış. Biraz borçla hallettik. O günden sonra, kızımızın sesi her akşam yankılandı yayla çadırının içinde. Yalnız, yine nal meselesi bir kıymık gibi içimin bir yerlerinde… Karım, nal da nal deyip durmuş, ilçeye geldiğimizde yeni bir nal tedarik etmeyi ihmal etmemişti.
Kış geldi geçti. ilkbaharın nefesi kışın soğuklarını kovdu. İçimdeki nal tedirginliğini kovamadı. Kış boyunca ha şu oldu ha bu olacak diye tedirgin yaşadım. Bunun batıl bir inanış olduğunu bilsem de karımın böyle söyleyince hep bir musibet yaşamamız, beni tedirgin ediyordu. İlkbaharla beraber yaylaya çıktık yine. Keçilerin peşinde koştururken aklımdaki bela beklentisi.. yine dilime o uğursuz cümle dolanıyor her yerde.
“Yaşanacak acıları yaşadım daha ne olabilir ki” Şeytan kovar gibi kovuyorum aklımdaki vesveseyi.
az başında şehre indiğimde bu kez kızımla döndüm. Takdir almış. Büyümüş, serpilmiş. Pek bir
durulmuş. Kitapları yanında. Namaz felan da kılıyor. Yaylaları, keçileri de pek özlemiş. Toprağın cümle süsü arzı endam eylemiş. Gökyüzü açık, kuşların ötüşü kıvamında, keçiler otlaklara doyuyor, biz mutluyuz. Ama içimdeki kıymık hala batıyor.
Temmuz sonuna doğru jandarmalar geldi yaylaya. Meriç’in yüreği hop etti, elini göğsüne bastırdı. Bu alışıldık bir hal değildi. İçimde bir şeyler cızz etti. Dizlerimin bağı çözüldü. Kötü bir şeyler olmuş olmalıydı! Kıymık canımı kanatmaya durdu. Jandarma kumandanının hali zaten iyi bir haber getirmediğini gösteriyordu. Yaba gibi eli telsizi sıkıca kavramış, iri gözlerini daha bir belerterek tok sesiyle sordu:
-Eyüp Duru sen misin?
Omuzlarım düştü bir an. Göz ucuyla karıma baktım. Elini göğsüne bastırmış hâlâ öylece kımıltısız duruyordu. Eliyle askerlere işaret etti jandarma komutanı. Askerler çadırın içine daldı. Komutan elindeki kağıdı göstererek:

  • Savcılığın arama ve gözaltı emri var?

-Niye ki kumandan Bey?
-Niyesini bilirsin sen! İşin detayını savcıdan öğrenirsin.

  • Nedir kumandanım adam mı öldürdük, ne yaptık? Bildiğim bir şey yok! Ben dağ başında yalnız yaşayan bir adamım.
    -Baylok yüklemişsin
    Yüzümde keskin bıçak soğukluğu…
  • Ne bayloğu ne yüklemesi kumandan! Ben ayda bir peynirimi, yağımı eşeğime yükler ilçeye inerim. Başkaca da bir yüküm olmaz!
    -Hep böyle söylersiniz zaten, diye sokurdandı komutan.
    -Telefonunu ver bakayım.
    -Hemen de tuşlusunu verirsiniz. Diğeri nerede?
    -Yok kumandanım, bundan başka telefonum yok benim.
    Ellerime kelepçeyi vurduklarında içimden bir şeyler koptu. Kızım ve eşim bu dağ başında yalnız kalamazlardı.
    -Meriç, dedim. Gece yalnız kalamazsınız. Kızım davarın peşinden gelir gelmez karşı obaya, gidin. Gecikirsem de köye dönün.
    Meriç, cansız ceset. Gözlerinin ışığı yitmiş. Pembeliklerinin üzerine morumsu bir renk yürümüş. Kermeleri seğiriyor… Başını sallarken gözlerinden yaşlar pıt pıt düştü.
    Kuşlar dönüyordu ufukta. Kuşlar ve dağlar birbirine sevdalılar. Bir de ben. Ne ki ayrılıyordum. Jandarma minibüsünde ellerim kelepçeli Torosları inerken içimde bozlak bir ağıt… Minibüsün radyosunda bir türkü:
    Eyübün derdi dert midir
    Ben ondan besbeter çektim
    Aman aman aman aman

“Bu dertli baş, daha neler görecek kimbilir? Bir daha da, daha ne olacak ki demeyeceğim. Sahi yahu, bu baylog da ne ola ki? Böyle ite kaka kelepçeleyip aldıklarına göre uğursuz at nalı olsa gerek herhal! Lakin o da kaçakçılığa girmez ki! Bakalım daha ne olacak?!”

Alpen Nur

İnanmazsan / Mehmet Remzi

Bağlandım kalakaldım, kalbine demir atıp
Kurtulmak istiyorsan eğer çözüver gitsin
Resmimin arkasına eline kalem alıp
Hayranımdı bir zaman diye yazıver gitsin

Yada biraz merhamet resmin seyrine dalıp
Arkadaşım can dostum filan yazarsın gülüp
Yazmak istemez isen eğer bahane bulup
Üstüne simsiyah bir çarpı çiziver gitsin.

Sevmek zor seni böyle olup senden uzakta
Beklerim ömür boyu sevda adlı durakta
Bir ağaç gibi hatta kök salarım toprakta
O zeytin gözlerinle beni süzüver gitsin..

Sen sevda bahçesinde gül ben gülün dikeni
Varmıdır benim gibi bilmem hasret çekeni
Kanadı kırılmış kuş gibi önünde sekeni
Sözüme inanmazsan beni üzüver gitsin

M Remzi

Söndür Leyli… / Beyruha

Şimdi söndür leyli bütün ışıklarını
Ay olmasın
Yıldız parlamasın
Ateş böcekleri uçuşmasın
Ben ki gurbetin karanlığında
Neşeye âmâ
Tam da vurulmuşken kalbimden gama
Sussun koca devlerden yükselen ra’d
Bitsin kabus
Hele o kör olası inat
Şimdi söndür leyli bütün ışıklarını
Sessizce söyle kulağıma yakamozları
Bırakma hüzün yanığı yalnızları
Sen okşa saçlarını leyli
Usulca öpüver vuslatın gözünden
Karanlığını yıka göz pınarlarından
Şimdi söndür leyli bütün ışıklarını
Gösterme çehreni öyle herkese
Mahrem kıl varını yoğunu
Bilen bilir sendeki zahiri
Söyleme leyli
Sır ol
Gördüysen yaralı bir kanat
Yaren ol, yar ol
Sustur bütün baykuşları ötmesinler
Bozmasınlar acının sihrini
Beraber ahh diyelim mi leyli?
Beraber dokunalım mı sevdanın teline?
Şimdi söndür leyli bütün ışıklarını
Zifiri örtsün üstümü
Dalayım rüyanın seyrine
Deniz olur
Mavi olur
Sabah olur
Belki hayra yoran olur
Söndür ışıkları leyli
Sen kahkülünü uzat seherin ellerine
Ben tutunayım yeniden kuşların sesine

Beyruha

Benim de Diyarlarım Vardı / Michelle Granas

Benim de diyarlarım vardı
Kuzey kutbuna yakın bir yerde
İçinden coşkun Çina akardı
Altın madencilerinin şehirlerinde

Orada ladinlar zor bela yaşar
Cüce orduları tepeleri kaplar
Kasabayı tepeler çepeçevre sarar
Levandel mesafede yükselir dağlar

Labrador çayı ve kamburüzüm’de,
Yosunun kokusu bir yaz gününde
Bir ferahlık duyulurdu her bir tepede
Sular, kuşlar, ağaçlar,.. insanlar hep içi içe

Bir yaz gününde o tepenin başında
Mavimsi mor fiğler dizim boyunca
Şenlendi yüceldi kalbim, güneş yakınlarımda
Hükümdar benim artık bilsin bunu bütün dünya

Michelle Granas

Kavuşma Vakti / Ceylan Güriçin

Rüzgâr pencereden sokuluyor dalga dalga
Özgürlüğün nağmelerini fısıldıyor usulca
Yanağıma türlü memleket havaları konduruyor ardı sıra
Hafif kıpırdayan kirpiklerimin ardından
gözlerim, dalıyor uzaklara
Sonra,ruhumu alıp çıkıyor bir parmaklık aralığından
Küçücük bir kafes karesinden
O merak ettiğim fotoğraf karelerinin açılması gibi sanki
Daracık kafesler açılıyor özgürlük diyarına..
Bazen de bir sineğin kanadına takılan hayallerim,
uçuyor uzaklara…
Güneş ısıtıp sıvazlıyor sırtımı
Ufukta beliriyor rengârenk şehrayin
Ben salıveriyorum tutsak güvercinlerimi
Pervaz ediyorlar semada
Havanın her zerresini teneffüs etmek istiyorum hesapsızca
Her saniye canı çekilen duvarlara inat
Kelebek kanatlarını izlemek istiyorum
Birbirini ovuşturan ellerimle yârin ellerini tutmak sımsıkı
Yavrumun yanaklarını avuçlamak, saçlarını taramak istiyorum..
Kurduğum kavuşma vaktinin alarmları çınlıyor sürekli kulaklarımda
Kavuşmanın yazdıracağı mısralar dönüyor dimağımda
Sahi!
İlahi tayinatın vaktini bekleyelim mi sevdiceğim
Ne zaman buluşacağız diye sormadan..
Saatimiz çalacak birgün nasılsa.
Sana sabretmenin visal çiçeklerini getireceğim buradan
Zamanın beyaz telleriyle öreceğim onları saf ve temiz
Sevgimle bir taç yapacağım başına
En güzel gülmeleri yüzüne giydirmek duasıyla sulayacağım hep
Anlaştık değil mi sevdiceğim
Saatlerimizi kuralım mı
Kavuşma zamanına…

Ceylan Güriçin

WordPress.com'da bir web sitesi veya blog oluşturun

Yukarı ↑