Babamın Mavi Duası / Yusuf Kar

 

Baba!

Bir gökyüzü çiz bana!

Köşeleri olmasın maviliklerin

Engelleri engelle

Mavi olsun manilere kalemin.

Hudutları olmasın mavi düşlerimin

Duvarsız, penceresiz, parmaklıksız

Seni düşleyeyim tadı kalsın

Ruhumda, kalbimde, zihnimde ânın sınırsız

Pembe hayallerimi umudun rengine boya

Boş yer bırakma mavisiz

Kavuşmayı, gri bulutlara serpiştir

O, yağsın biz sarıldıkça

Beyaz yer kalmasın kâğıtlarda

Senli benli ne varsa karala

Alnıma vurduğun huzur mührü buseni

Kollarınla açılan güven çiçeğini

Tekin bağırlı göğsünde uyumayı,

Sihirli bir düşçesine ıtrını duymayı

Saçlarımda gezinen parmaklarını

Ellerimi, en çok da avuçlarındaki ellerimi

Mutluluktan kalan yerlere iliştir.

Kelepçeli donuk bakışlarını

Müjdelerin simleriyle ışıldat

Ki siyah manasını bulsun, parlasın gözlerinde

O zaman varsın, kara olsun vuslatın adı

Varsın rengini çalsın deli zaman, sevinçlerin

Sen yine geleceğimin kaygısını yanında taşı

Yeni bir milat koy takvimlere

Bizden başlasın gün,

Bizden başlasın her ay

Seninle başlasın senden sabahlar

Geçen yılları sırala gelecek say

Ama saatleri koyma duvarlara

Aradaki masayı da çizme, unut

Beni gözlerinde avuttuğun kadar

Artık dizlerinde de avut

Olmayalım yokluğa mahkûm

Annem, kardeşim sarmaş dolaş

Namahrem olmasın hiçbir bakış

Gardiyanları dünyanın öteki ucunda tut

Uzak olsun ruhumuzdaki kara gölge

Eller uzanmasın yüreğimize

Girmesin aramıza camdan da olsa ayrılıklar

Beyaz benim rengim kalsın

Mavi ikimizin…

Yollar gelişine tozsun.

Hayat kaldığı yerden tozpembe olsun

Rengini bulsun siyah beyaz ömrüm…

ben babamı kırk yaşımda kaybettim/farzımuhal

Ben babamı kırk yaşımda kaybettim
Bir eylül gecesiydi
Kanadı kırık kırk kırlangıç süzüldü genzimden
Ağlayamadım
Gidemedim , koklayamadım avuçlarını
Gidemedim,
çok uzaktaydım babamdan ve denizden…

Tozlu düşlerime sığındım çaresiz
Elimden tutan bir el gördüm puslu camlar ötesinde
Sırtıma dağ,destanıma kahraman
Ben aciz

Bilemedim kırk yıllık hayal gördüm
Kendimi ağlamaya meyyal gördüm
Ağlayamadım
Bir ah çektim derinden

Ordular kurdum zihnimde, süvariler, piyadeler
Bombaladım tüm mevzilerini ayrılıkların
Esir ettim firari yakamozları ,
Sırdaş bildim yıldızları
Yolladığım tüm şifreli telgraflar çözüldü
Mors alfabesi terketti beni ilk önce
Sonra sen baba
Sonra sen gidince
Ağlayamadım
Sol yanımda bir sızı yeşerdi ince ince
Sol yanıma bir sızı yerleşti sen gidince

Farzımuhal

Babam / Adem Yağmur


Babamın çok yoğun işleri vardı bu yüzden onu ara sıra görürdüm. Babama dair hatıralarım, çok eski bir kağıdın üzerindeki  belli belirsiz bir yazı misalidir. Yüzünü ve boyunu hatırlamaya çalışıyorum fakat benim  için babam akşamın alaca karanlığındaki bir görüntü gibi,  herhangi bir şeyle kıyasıylayamıyorum. Zihnimin bana her zaman hatırlatmaya çalıştığı şey herkesin babası gibi benim babamda çok çok büyüktü. 

Babam şehir dışında çalışırdı, annem uzaklarda derdi. Şehir dışı nedir, uzaklar ne kadar uzak bilmezdim ama bildiğim tek şey, ona olan özlemimdi. Babam işe giderken çok şık giyinir çok güzel arabalara binerdi.  Bu arabalara bazen ben de binmek isterdim. Babam hadi atla bakalım der ama sadece arabayla sokağın başına kadar gider ve geri geri  gelirdik. Şimdilik bununla yetinmeliydim.  Çok işim var başka zaman daha fazla binersin derdi.  Başka zamanlar daha fazla binememiştim ama evin önünde kısa mesafelerde bile çok mutlu olurdum. Babamla her defasında farklı arabalara bindiğimi hatırlıyorum ne kadar çok arabamız var diye buruk bir sevince tutunmaya çalışırdım ama annem o arabalar bizim değil der de tutunduğum her şey birden kırılırdı. Babamı anlatacak pek hatıram olmadığından o boşluğu babamı hatırlatan şeylerle doldurmayı denerdim.

Benim anlamlandıramadığım bizim olmayan arabalar neden bizim evin önünde dururdu. Babam geldiğinin ertesi günü öğleye kadar uyur ve ben onun kalkmasını beklerdim. Bu yüzden kahvaltıyı her zaman olduğu gibi annemle yapardık. Kapının önünde oturur gelen geçenlerin ne kadar güzel bir araba gibi sözleri karşısında bu araba bizim demeyi çok isterdim ama yutkunur kalırdım.

Babam uzaklara gittiği zaman annem her zamanki hazır olan valizini ve beni yanına alarak birlikte dedemlere giderdik. Dedem bu duruma alışmıştı artık, sadece bir hoş geldin der, annemde dedemin elini öperdi. Sonraki zamanlarda dedem elini öptürmeyi beklemeden hoş geldiniz der hızla koltuğuna gider eline kumandayı alır televizyonunu izlemeye devam ederdi. Televizyonun kumandası her zaman dedemde olurdu hatta benim kumandam nerde diye arar durdur ama kumandayı yine kendisi bulurdu. Dedeme hep uzaktan bakardım, bu durumu fark eden dedem bana nasılsın ufaklık der bende mutlu olurdum. Tebessüm ederdim ama cevap veremezdim çünkü onda anlamlandıramadığım bir hal vardı. Dedemin tavırlarından dolayı çok istememe rağmen yanına yaklaşamazdım. Gidip dizine oturmak, sakalları ile ve dökülmüş saçlarından geriye kalan parlak kafasıyla oynamayı çok isterdim ama dedem hiçbir zaman bu yakınlığı bana hissettirmedi. Bu evde bir odamız vardı ve bu oda her zaman bizi bekliyor gibiydi. Anneannem beni görür görmez hoş geldin yavruuuuum diye uzatarak söylediği yavrum kelimesini beni göğsüne bastırarak dindirirdi. Bende anneanneme sarılırdım o beni öper koklar ama ben ona sadece sessiz bir tebessümle cevap verince o da benim için benim kuzum sefil, çok sefil derdi. Anneannem de olmasa o eve gitmeyi hiç istemezdim. Dedem neden böyle yapıyor yoksa beni sevmiyor mu anne derdim, deden seni içinden seviyor o çocuk sevmeyi kucağına almayı pek bilmez ama seni çok sever derdi de ben bu sözlere pek inanmazdım.
Kaç gün geçtiğini bilmezdim, bir telefon gelirdi annem hadi oğlum eve gidiyoruz baban gelecek dediğinde hemen apar topar hazırlanır çıkardık. Vedalaşma olmazdı nasıl olsa bir gün sonra tekrar gelecektik. Ben kapıda oturur babamın gelmesini beklerdim bazen gelmesi uzun sürer ama ben akşam karanlığına kadar beklerdim. Babam yine şık elbiselerle biraz yorgun ve uzamış sakallarıyla gelirdi. Babamı görür görmez ona doğru koşar kucağına atlardım. Her zaman dediği gibi yine üzerim çok kokuyor der bu sarılmayı doyasıya yaşayamazdım. Babamın kokusu hâlâ burnumda, kendi benim rahatsız olmamı istemese de ben onun kokusunu severdim.
Valizini bir kenara bırakır, çamaşırları çabuk yıkayın yarın akşam tekrar çıkıyorum derdi. Yine karnı tok gelmişti, annemde bu durumu bildiği için bir şeyler hazırlar annemle ben yerdim. Babam yarın gideceği için işlerin planını yapardı.  Yemek masasında hiç olmazdı sadece o gün babamla beraber yatmak isterdim ama buna hiç muvaffak olamazdım hep oturduğum yerde uyuyakalırdım. Babam geç saatlere kadar otururdu annemle konuşurlardı babamın sesi kimi zaman çok yükselirdi, annem sessiz kalır bu konuşma bazen bir kaç damla gözyaşıyla sonlandırıldı. Babamla birlikte uyuyamasam da sabahleyin kahvaltıda buluşmayı çok arzu ederdim. Babamın evde olduğu günler birlikte kahvaltı yapmak için öğleye kadar onun uyanmasını beklerdim. Annem o kadar güzel kahvaltı hazırladı ki babamla birlikte kahvaltı masasına oturduğumuzda karşı karşıya kalırdık, annemle yan yana. Babamın yanında oturmayı çok arzu ederdim çünkü annemle zaten oturuyorduk. Babam bana hep ufaklık diye hitap ederdi. Ben ufaklık olmak istemiyordum, babamın büyük oğlu olmak istiyordum. Başka kardeşim yoktu zaten ama ben büyük olmak istiyordum. Kahvaltıdan sonra o gün akşama kadar babamın benimle oynamasını ümit ederdim. Benimle oynaması için etrafında dolaşırdım. Babam ise elinde gazete,  televizyonun karşısındaki koltukta otururdu. Bir gün televizyonun önüne geçtim kollarımı açtım baba dedim, çekil kenara dedi öyle bir soğuk ve sert söyledi ki bir daha babamın etrafına yaklaşamadım. Babamın bana olan yaklaşımları beni ondan soğutmaktan başka bir işe yaramıyordu. Anneme, bu adam benim babam değil mi acaba diye sorardım. Annemde o nasıl söz evladım baban seni sever hele sen doğduğunda diye başlar uzun uzun beni kucağına aldığını kokladığını öptüğünü anlatırdı. Annemin anlattığı hiçbir şeyi hatırlamıyordum ki annem belki de yalan söylüyordu. Dedemin ve babamın gerçekten sevdiğini neden hep anneler hisseder de ben hissedemiyordum.
Benim için günler hep böyle geçiyordu. Yine bir akşam üzeri babamla vedalaşırken alnımdan öptü elime para bıraktı o kadar mutlu olmuştum ki o kadar değerli olduğumu hissetmiştim ki o parayı harcamaya hiç kıyamazdım anneme verdim. Annem ben senin için biriktiririm oğlum derdi. Ben biriktirmesini arzu etmezdim çünkü babamın bana olan yaklaşımından dolayı o paraya sahip olduğumu hiç düşünmezdim.
Yine dedem gildeydik, dedem kapıyı açtı hoş geldiniz dedi ve o meşhur koltuğuna oturdu. Dedem hep koltuğunda uyuya kalırdı anneannem zorla uyandırır yatağa götürdü.
Benim için dedemin koltuğu ve babamın arabaları sihirliydi. Dedem yatağına gidince hemen koltuğa oturdum. Bu mavisi iyice açılmış sihirli koltuk çok eskiydi ve ortası çukurlaşmıştı. Oturduğumda koltukta kayboluyorum. O zamanlar zannedersem beş yaşlarında idim. Kumandayı elime aldım kumanda çok büyüktü, televizyonda kanalları değiştirmeye başladım çizgi film kanalı denk gelmişti izliyordum ve anneannemin dedeme söylediği hadi kalk yatağına sözünü o gün annemde bana söylemişti. Ben de koltukta uyuya kalmıştım. Annemin kucağında beni yatağa götürmesinden çok mutlu oluyordum. Bazen uyuyor numarası yaparak babamın beni yatağa götürmesini çok isterdim de yine annemin kucağında yatağa giderdim.

Babamla annemin arasındaki sevgiyi anlamlandıramıyordum. Pek sohbet etmezlerdi annem genelde yemek yapar babamsa işlerin çok yoğun olduğunu yine vakit bulamadığını, hep çok çalışması gerektiğini, para kazanmanın kolay olmadığını, söyler dururdu. Bense babamın işe gitmesini hiç istemiyordum. Bir gün anneme, verdiğim paralar ne kadar oldu diye sormuştum. Annem tebessüm etti ne oldu oğlum dedi. Anne o paraları bana verir misin dedim. Annem gerçekten biriktirmiş ve bir kavanoz dolusu parayı görünce ben de şaşırmıştım. Bozuk paraları, kağıt paraları üst üste bir şişenin içerisinde bana verdi. Beni babamdan uzaklaştıran şeyin bu paralar olduğunu artık anlamıştım. Babam eve geldiğinde yanına doğru yaklaştım, akşam yemeğini yemiş ve televizyon izliyordu. Ben para dolu şişeyi babama uzattım ne olur bir daha işe gitme baba, param olacağına babam olsun dedim ve babama sarıldım. Benim bu sözüm üzerine evde uzun bir sessizlik oluştu. Annem sırtını döndü titrek bir ses tonuyla ben bulaşıkları yıkamaya gidiyorum dedi. Babam elini başıma koydu ve o büyük elleriyle saçlarımı okşadı. Başımı kaldırdım babama bakıyordum. Babam hiç konuşmadı elimden kumbarayı aldı, kenara koydu ve bana bir daha sarıldı öyle bir sarıldı ki ben yılların bırakmış olduğu o boşluğu doldurduğunu hissettim. Ben de babama sıkısıkıya sarıldım. Nasılsın ufaklık dedi yine, iyiyim baba çok iyiyim dedim çünkü kendimi çok iyi hissetmiştim. Hadi bana bir kahve yapsın annen de getir bakalım dedi. Annem kahveyi yaptı oğlum sen dökersin ben götürürüm dedi. Babam kahvesini içerek televizyondaki tartışma programlarına bakmaya devam etti. Bu kısacık anı, hatırladığım en iyi hatıram olmuştu. Yine öbür gün babam işe gitti. Para kumbaram olduğu yerde kaldı, annem hadi oğlum valizimizi hazırlayalım dedengile gidiyoruz dedi. Ben kumbarayı yanıma almadım. Babam o gün giderken yine bana harçlık vermişti. O parayı kumbaraya atmadım çünkü kumbaranında bir işe yaramadığını görmüştüm.
Yıllar çok hızlı bir şekilde su gibi akıp geçti. Babamı uzun yıllar göremediğim için pek hatırlayamıyorum, bu hatıralarımda hayal mi yoksa babama olan ihtiyacımdan dolayı kendimce kırık dökük hayalleri tamir ederek böyle bir hatıra mı kurgulamıştım bilemiyordum.
Babamın uzaklara gittiği zamanlarda çok merak ederdim acaba bu uzaklar nasıl bir yerdi ve babam neler yapıyordu. Gözümü kapatırdım hayal ederdim bir an orada olsam,  babamın neler yaptığını görsem ama o beni görmese sonra gözümü açtığımda yine evde olsam derdim, gözüm açardım evdeydim babam yoktu.
Babam birgün gitti ve bir daha hiç gelmedi. Anneme her sorduğumda işleri bitince baban gelecek oğlum derdi ama zaman devamlı ilerliyordu, babam gelmiyordu. Yine sorduğumda, gelecek oğlum biraz işleri uzamış galiba derdi. Ben de aradan biraz zaman geçsin daha sonra sorarım derdim. Zamanın ne kadar geçtiğini bilmeden belli bir aralıkta yine sorardım. Annem bir gün karşıma oturdu ellerini birleştirdi  susuyordu. Ben onun ne diyeceğini bekliyordum. O ise tırnakları ile oynuyordu, sesi titreyerek baban bir daha gelmeyecek oğlum dedi. Niye anne dedim başını önüne eğdi konuşamadı, yanına gittim üzüldüğünü anladığım için başını kaldırdım ve anneme sarıldım. Gözünden akan yaşlar benim yanağıma değmeye başlamıştı. Bu soruyla annemi çok üzdüğümü anlayınca ondan sonra hiçbir zaman ama hiçbir zaman bir daha babam nerede anne diye sormadım. Yalnızlığa, babasızlığa alışmıştım zira babam varken de ben onun varlığını arada bir evin içinde kısa süreliğine hissediyordum.
Varlığına sevinmeyi, yokluğuna hüzenlemeyi çok istediğim ama bunu bir türlü başaramadığım babam.
Oysa ben babamın gelmediği zamanlarda babamın yatağına girerdim yorgana ve yastığına sinen kokusunu içime çekerdim. Babamı o kokullarla hatırlardım. Kokusundan hatırladığım ama yüzünü hatırlamayamadığım babamın bana bıraktığı tek mirası, hayatımı üzerine ikame ettiğim büyük bir, YALNIZLIK..

Anne, Babam Gelsin / Yusuf Kar

Anne, babam gelsin
Tutayım kışın ceketinin ucundan
Yazın cebinin kenarından
Sürükleyeyim o dağ gibi adamı ardımdan
Sımsıkı tutsun yine ellerimden
Ellerim kurtulamasın tek avucundan
Ben babamda mahsur kalmaya razıyım
Ne elma şekeri ne de kırmızı balon
Bir gülücük istiyorum babamın gamzelerinden
Ne güzel bakardı benim babam
Bir çift kanat takardı bakışları
Uçardım gökyüzüne işteş kahkahalarla
Ne güzel adamdı benim babam
Merhameti iki yana açtığım kollarımdan da büyüktü
Kıyamazdı, kelebeğe, çiçeğe, ağaca
Hatırlar mısın basmamak için karıncalara
Sek sek oynardı benimle koca adam
Kafeslerdeki kuşlara ne çok üzülürdü
Özgürlük en çok kuşlara yakışıyor derdi
Şimdi kuş oldu benim babam
Sahi sana söylemeyi unuttum
Maviş’i özgür bıraktım kızma ne olur
Babama selamımızı götürmüştür çoktan

Anne babam gelsin
İçimdeki yaramaz çocuk çabuk büyüyor
En sevdiği elbise de dar geliyor bak işte
Ya o gelince giyemesem mavi gömleğimi
Anne babam gelsin
Yıllar çabuk geçiyor
Son dişimi o gelince çıkarsam
Lapa lapa kar yağmasa o gelinceye kadar
Karın yağmasına onunla sevinsem
Güvenip müzip gülüşlerimin zırhına
O gelince girsem yollarda biriken sulara
Nefesiyle ısıtırdı üşüyen kalbimi
Gözlerinin içi öperdi üşüyen ellerimi
Benim babam çocuk yürekli adamdı
Yaptığım kardan adama nasıl da gülerdi
Bahçelerin onsuz hiç tadı yok
Parkların neşesi kaçmış
Kardan adamlar da mahzun şimdi
Kızma ne olur perdeleri ben çektim.
Bugün yine keyfi yok kalbimin

Anne babam gelsin
Sen de özledin mi onu?
Benden sakladığın hıçkırıklarını dinliyorum gizli gizli
Şarkınızı dinlerken ağladığını da biliyorum
Çünkü gözlerine kaçmasın diye bütün tozları
Topladım hatırların sindiği eşyalardan bir bir
Senin üzülmene dayanamazdı babam
Benim babam altın yürekli adamdı
Ağlarken nasıl da güldürürdü değil mi bizi?
Şimdi her gece ağladığımızı bilse üzülürdü.

Anne babam gelsin
Anne bayram gelsin
En çok da bayramlar kanatıyor kalbimi
Bayram namazı bitince
Nedense bir hüzün çöküyor yüreğime
Kalabalık bir yalnızlığa düşüyorum
Sen bunları nereden biliyorsun küçüksün deme
Acı insanı büyütüyormuş anne
Anne babam gelsin
Çocukluğum içimde yıl yıl yaşlanmadan
Okumayı sökmeden bir hasret şiirinde
Harflerine kütüphaneler sığdırdığım
Kollarıma çizdiğim kalbimin içini
okumak istiyorum ona iki hecede
Sahi sana söylemeyi unuttum
Ben baba yazabiliyorum artık
Dolabıma,
Yatağımın ardına
Gizli gizli her yere …
O gelince boyarız yine duvarları
Duvarları da yazdım kızma ne olur
Hem sen dememiş miydin bu ev hüzün kaplı
Ben hüzünleri babamla karaladım işte
Anne
babam
gelsin
Anne

                      Bayram
          gelsin 

Anne,
kalbim
gülsün
Yine

Yusuf Kar

Babamın Yeşil Duası / Yusuf Kar

Baba!
Dünyanın renklerini ellerinde topla
Mutluluğun her tonuyla
Masmavi bir uçurtma çiz bana
Yıldızlardan gülen gözleri olsun
Ay tülünden saçakları
Dağıtsın bütün karanlıkları
Lacivert gecelerimizi uçursun aydınlığa
Güneş olsun bütün çocuklara

Dudaklarda sımsıcacık gülsün sarı
Gülsarı küheylanlarla gelsin
Atlarına binip giden güzel insanlar
Siyah beyaz hayatı binbir renge boyasın
Yakarışlarımızın nurdan fırçası
Kaderimizin ressamı, Bedi’si,
Kaldırsın resmimizdeki demirden çerçeveyi
Annelerin ellerinde, yüzlerinde
Biz de görelim artık kelebeğin renklerini
Kolları sıkmasın zincirli kolçak
Açılabildiği kadar açılsın eller
Boyansın Sıbgatullah rengiyle gönüller
Aydınlık çizgisinden amudi uzansın ahlarımız
Sarsılsın ehram-ı arz, titretsin arş
Vicdanların karası silinsin alınlardan
Gözlerdeki perdeler açılsın yüreklere
Kalmasın tuvalimizde şerre yer
Ve tükensin haznemizdeki kirli renkler
Döküldükçe Mahmut’un al kanı
Yanacaksa mazlumun daha canı
Örtsün mavilikleri kızıl ebabiller
O zaman varsın kızıl olsun necatın adı
Varsın rengini çalsın deli zaman, sevinçlerin
Sen yine Kabe’nin kaygısını yüreğinde taşı
Gelecek yılları kutlu bir Fetih say
Geçen yılları Medine yeşiline boya
Ama matem karasını koyma ruhuma
İçimde hep mavi kalsın umut
Suyun rengi yok
Gözyaşlarımı da yanaklarımda tut

Akmasın ümitlerim ellerinden
Şib-i Haşim zulmünü tarihin sayfalarında kurut
Dökülsün bir daha miracın tohumları asra
Yeni bir hicret çiz zamana
Yeniden başlasın günler, yeniden başlasın ay
Hazanın en mat tonunu silsin bahar
Mavi duamın rengi kalsın
Yeşil sevinçlerimizin…
Avuçlar Nur’un rengine boyasın.
Parlasın bahtımızın güneşi, ayı
Boğulsun üstümüze çöreklenen karanlıklar

Geçmiş Zaman Özlemi / Frida

Yazıyı dinlemek için

Biri çocukluk mu dedi?

Nedendir bilinmez ama her insanda ortak olan geçmişe ait bir özlem bulunmaktadır ve bu özlem genelde çocukluk dönemine aittir. Bu yazar da kendi çocukluk dönemini yazarak, içinde yaşadığı modern dünyanın o günleri ile mukayese edilmesini ve gerçekten özlemeye değer olup olmadığını siz okuyucularına sormak istiyor.

Tek katlı ve bahçeli, balkonunda saksı yerine kova, deterjan veya yağ tenekelerine dikilmiş rengarenk çiçekler olan, balkona sıra sıra serilen çamaşırların güneşte ve hafif rüzgârda kurutulduğu, basma veya pazenden dikilmiş elbise ve etek giyen kadınların komşu kadınlarla samimi diyaloglar kurduğu, sokaklarda futbol, yakan top, istop, bilye, uzuneşek oynandığı, akşam babaların eve dönüş saatlerinde gün içerisindeki tüm canlılığını kaybetmiş mahalle hayatının olduğu yıllardan bahsediyorum. Az daha devam edeyim isterseniz. Kimsenin birbiri ile yarış halinde olmadığı, evde biten un veya şekerin eldeki bir kap ile komşudan rahatça istendiği, evde pişen yemeğin sıra ile komşularla paylaşıldığı, yufka ekmek yapımında seher vakti tüm komşuların toplandığı, fakir zengin ayrımı olmadan bütün mahallenin güzel bir birliktelik içinde yaşadığı günlerden bahsediyorum.

Tutmayın beni devam ediyorum.  

Hiçbir sorumluluğumuzun olmadığı çocuk günlerimizde mahalle arkadaşlarımız ile akşamın kızıltısı çökmeye başladığında pencere veya balkondan isimlerimiz çağrılıncaya kadar özgürce oynadığımız, susadığımızda hiçbir çekince olmadan herhangi bir komşudan rahatlıkla su isteyebildiğimiz mahalle hayatımız…

 “Eti senin, kemiği benim hocam, çocuğum size emanet” diye teslim edildiğimiz okulda bizim adımıza tek beklenti, derslerimizin iyi olması ve saygılı bir öğrenci olmamızdı. Mahalle oyunlarının havası okulda da devam eder, teneffüs aralarında erkekler hızla top oynamaya koşarken kızlar da bir kenarda seksek oynamaya çekilirlerdi. Ders zili çaldığında sınıflara koşar, sınıf başkanının “Dikkat!” demesi ile tüm öğrenciler birden ayağa kalkar, öğretmenin içeriye girip “Otur!” işareti veya sözünden sonra koca sınıfa bir sessizlik çökerdi. Okul çıkışında aynı mahallede oturanlar birbirlerini bekler, sonra da hep birlikte evlerin yolları arşınlanırdı.

Annelerimizin ev işleri konusunda bizden çok beklentisi olmazdı o yıllarda. Elimize tutuşturulan ihtiyaç listesindeki tüm malzemeleri bakkaldan aldıysak şayet, günlük vazife tamamlanmış olurdu. Akşam evin babası gelince kurulan yer sofrasında yemekler yenir, tek tabağa daldırılan kaşıklar bazen birbirine çarpar, karşılıklı gülüşmeler ile sofrada bir şenlik havası olurdu. Yemekten sonra hele de mevsim kış ise soba üzerinde demlenen çay; aniden çat kapı geliveren komşularla bazen sade bazen de yanında petibör bisküvi ve lokum eşliğinde muhabbetin dibine vurularak içilir, arkasından ikram edilen meyveler de misafirlik süresinin sona ermek üzere olduğunun işareti sayılırdı.

Uyku saati geldiğinde dallı güllü basmalardan dikili döşek yere serilir, etamin veya kanaviçe işlemeli saten başlıklı yastıklar sıra ile dizilir, her çocuk döşek üzerinde takla atmadan yorganlar örtülmezdi. Genellikle eşlerinin diktiği çizgili mavi pijamaları giyen babalar, gece lambalarını yakıp, perde arkasından sokağa şöyle bir göz atarak diğer komşuların sarı, mavi, kırmızı, mor gece lambalarının yanıp yanmadığını kontrol ettikten sonra “Sabah ola hayrola” diyerek günü bitirirler, gün ağarıncaya kadar sürecek dinlenme ve sessizlik zamanını başlatırlardı.

Daha yazacak çok güzel anılar var lakin yazarın kelimeleri sınırlı. Bu kadarı bile modern dünyada hiçbir şeyin tadı kalmamış dedirttiyse ne ala.

Şimdi gelelim can alıcı soruyu okuyucuya sormaya. Sizce bu yazar geçmişine özlem duymakta haklı mı, ne dersiniz?

FRİDA

Babama / Mehmet Karadayı

Benim de dilim bu yönden bağlı

Söylemeyi bilmem ama severim

Biraz yabaniyim biraz da dağlı

Söylemeyi bilmem ama severim

Dağ gibi duruyor gurur kaynağım

Neşemde sevinçte sürur kaynağım

O olmaz ise kurur kaynağım

Söylemeyi bilmem ama severim

Gururla taşırım onu başımda

Varlığı lezzettir ekmeğimde aşımda

Anlıyorum şimdi elli yaşımda

Söylemeyi bilmem ama severim

Gurbet ele mecbur oldum atlandım

Vuslat için bu mihnete katlandım

Sesin duydum zehir iken tatlandım

Söylemeyi bilmem ama severim

Baba dedim o mukaddes varlığa

Sevgisi üstündür şaha çarlığa

Rabbim düşürmesin onu darlığa

Söylemeyi bilmem ama severim

Koca Çınar / Bahar Gökçe

Koca bir hasretlikti babamın kollarından ayrılık,
Bilmediğim diyarlarda kalbimi yaralayan şu yalnızlık,

Ama bilirdim,hissederdim herkes etse de aldırmazlık,
Ne diyordu Koca Çınar?
Allah sana verecek,güzelliklere bir karşılık,

Koca Çınar’ın gölgesi şimdi büyüdü artık,
Dünya ne kadar olursa olsun karmaşık,

O gölge başka sevdalılara derman,
Senin de dediğin gibi,o sevdalıklar da imtihan,

Ne diyordu Koca Çınar?
Bazen gemileri sessizce yakmak gerek,
Sonuçta,masum sandığımız bu dünya müşterek,
Ama Allah ister ki insanlık olsun tek bir yürek,

O yürekler şimdi insanların simâlarında,
Baktıkça yüzlerine,dertlerim artık gözyaşlarında,

Ne diyordu Koca Çınar?
Ayrılık da olsa,hasret de olsa yolun sonu,
Bu yol Allah’ın yolu…

Bahar Gökçe

Baba Dağdır/Murat Emiroğlu

tüm aykırılıklarımızla Barışabi’nin
kol düğmeleri kadar bile değildik
hiç değilse onlar düzenli aralıklarda bir araya geliyordu
biz ise Aralık’larda hep ayrı oluyorduk

Küçüktüm “Anadolu liseleri” imtihanına giderken onunla
“karnım ağrıyor baba” demiştim ellerinden sımsıkı kavramış olmalıyım
sonuçların açıklandığı gazete parçasına da üstün körü bir göz atmış,ismimi bulamamış pes etmişti.Biz bulmuştuk.Bardağın boş tarafını görmeyi severdi,galiba ben de öyleyim …

Okulun ilk günü götürmüştü beni,bir de bilmem kaç yıl sonra bir veli toplantısına gitmişti.Gerçi emin değilim daha fazla da gitmiş olabilir.
O veli toplantısında da stres yapmıştım.
Stresten ve tabiki başka nedenlerden şehrin tek benim gidebileceğim sinemasına gitmiştim;”Evrenin askerleri”…
Hocalar beni övmüşler,sevinçli idi.
Tabi annem izlediğim filmi belgesel zannetmiş ;”(Kenan) Evren’in askerleri”.O da beni tebrik etti kültürel bir aktivite yaptığım için…

/bugün evren yok bugünün ”Evren’lerine” duyurulur/

Trabzon’a kazandığım bölüme beni elleriyle yerleştirmeye götürdüğünde;
“üzgün” olan ben görünüyordum ,yanılmışım…
Arkasından mahzun bakmışım..
Farkında değildim.

Yaz gelince tatile geldim “bihaftalık”.
O vakitler evrensel nedenlerimiz vardı bir de ”yaz” okulumuz.
O tüm yaz evde olmamı bekliyordu bir haftayı duyunca celallendi,evden kovdu..
Gitmedim tabi,bir hafta sonra giderken yolculamaya geldi.Zaten öfkesi su gibiydi,akardı..
Bu da bir kaybedişmiş geç anladım…

/O vakitten sonra hep uzaktaydım,hiç yakın olamadım./

Bu kez çok uzaklardaydım “yazın gelemeyebilirim param yok” dedim.
Net olarak cevap verdi “oralarda sürüneceğine gel paranı vereyim,buralarda sürün”.Yürekten söylememişti biliyordum.Ben de zaten gidecektim.Benimkisi sadece olası bir aksiliğe karşı önlem itiyadı idi.

Her neyse bir eylül gecesi haber geldi “gitmiş“
Ben yine çok uzaklardaydım.Yolculuk dönüşü bir toplu taşıttaydım.Herkes arkadaşımdı taşıtta,sustum ağlayamadım…

Yusuf’a Mektup/ Gökhan Bozkuş

Bu mektubu sana yazdığımda sen küçüktün henüz,  anacığın belki okuyacak sana belki de baban eve dönünce okurum diye düşünerek katlayacak ve saklayacak bir yere Yusuf.

Ah kimselerin vakti yok
Durup ince şeyleri anlamaya , diyor ya şair.

  Bu mektubu sen de anacığın da ve mektubun asıl yazılma sebebi olan baban da gayet iyi anlayacak. Babanı anlatacağım sana Yusuf. Bana dertlenmenin ne olduğunu öğreten dostumu Dalından düşen her yaprağa gözyaşları döken ve uzaklarda olmamıza rağmen bana kalbindeki sızıyı hissettiren babanı… Bugün de bir çiçek koptu dalından. Bugün de dalda ağrılar var. Bugün de tomurcuklar yetim. Bugün de havada bir elveda uğultusu, diyen babanı…

Derdin sözünü eder kimiler ben gibi.
Derdin şiirini yazar , bestesini yapar kimileri ben gibi. Baban derdi hücrelerine kadar yaşıyor ve çok ağlıyordu küçüğüm. Belki dokunamıyor, belki koklayamıyor , belki sarılamıyorsun ona. Olsun. Biliyorum ki baban o güzel kalbi ile örtüyor her gece üzerini. Tanıyorum babanı Yusuf. O üzeri açık kalan ve dudaklarında baba sözcüğü yarım kalan, biraz kekeme biraz sızı olan her çocukla ağlıyor ve her çocuğun üzerini derdiyle örtüyordu.  Baban güzel bir insandı Yusuf.

Çağrılamayan Yakup şiirinden bahsetmiştim de ağlamıştı yine bir gün baban. Ah hassas ruhlu güzel insan. Cansever’in şiirindeki imgelerle bile kendini sorumlu tutuyordu. Şimdilerde varsın anlamasınlar babanı varsın karanlıkta kalsın duvarlar Yusuf. Babanın yüreği aydınlıktır. Karanlık onu anlayamayan ben de , bizdedir Yusuf.

Ah kimselerin vakti yok
Durup ince şeyleri anlamaya , diyor Gülten Akın…

Baban sadece anlamıyor ağlıyordu Yusuf.

Gözlerinden öper seni tebrik ederim.
Göklere sığmaz bir baban var Yusuf…

19.12.2020
Gökhan Bozkuş

WordPress.com'da bir web sitesi veya blog oluşturun

Yukarı ↑