Zweig’i Ararken / Gökhan Bozkuş

Kottbusser Damm’daki kütüphanedeydim. Raflarda titizlikle bir şeyi aradığımı ve bulamadığımı anlamış olacak ki görevli kadın yanıma geldi ve yardımcı olmak istediğini söyledi. Teşekkür ettikten sonra “ich suche Zweig” dedim. Zweig’i arıyorum. Görevli kadın benimle gelin lütfen derken benim zihnimde bir yazı konusu çoktan oluşmuştu bile. Ömrü arayışla geçen, hikayeler, romanlar, biyografiler yazan , kendi memleketinde anlaşılmayan ve nihayetinde sürgünü tadan Zweig’i arıyordum.  Ne tuhaf dedim kendi kendime. O da kendini arıyordu. Ülkesinden uzakta ülkesine ağlıyordu. Yanında biricik eşi ile bu acımasız dünyayı düşünüyordu , insanlığa ve ülkesine musallat olmuş diktatörün pervasız oluşunu,  zulmünü belki de. Satranç yeni bitmişti.  Ama Zweig’de derin yaralar. Bitmiyordu zulüm , gitmiyordu diktatör. Dinmiyordu masumların gözyaşları. Haykıramıyordu herkes onun gibi. Zehiri yutmuş ve karısı Lotte ile ele ele Brezilya’da bir yatakta ölüme gidiyordu. Kendini bulamamıştı o. Sorularına cevap bulamamıştı o. Ve ben şimdi onun yaraları ile taptaze yaralanmış olan ben… Onun sürgüne zorlandığı bir iklimde, bir kütüphanede, onun dilini konuşan bir hanımefendiye ‘ich suche Zweig’ diyorum. Ne tuhaf. Ben Zweig’i arıyorum diyorum. Bulabilir miyim bilmiyorum ama görevli kadın nazikçe sordu. Hangi dilden olsun Zweig. Almanca olabilir dedim. Kendi diliyle anlamak istiyorum onu çünkü.  Tuhaf bir şey oldu sonra. Sormadığım halde, bana isterseniz Kürtçe Zweig kitapları da var dedi. Maskemi hafif indirdim ve tebessüm ettim acı acı. Kürtçe benim ana dilim ama anlayamıyorum hanımefendi. Sadece anamın ‘ez kurban’ sözleri dil azığım olarak kaldı dimağımda. Şaşırdı ve tekrar sordu. Anadilinizi anlayamıyor musunuz , dedi. Uzun hikaye dedim ve onunla Zweig’in kitaplarının olduğu raflara doğru yürüdük.

Ne tuhaf bir dünya. Ne tuhaf zamanlar. Aynı dili konuştukların seni anlayamıyor ve sen uzak diyarlarda zihin sancıları içinde intihar edip giderken senden iki yıl sonra o gitmez yıkılmaz zannedilen diktatör ölüyor hem de bütün kirli sistemi ile birlikte…

Ne tuhaf onu bir de kendi diliyle okumak istiyorsun ve onun diliyle konuşan biri sana kendi dili ile konuşamayan sana bir tokat gibi hatırlatma yapıyor.  Ne tuhaf.

Gökhan Bozkuş

4.5 Dakika / Mavi

Tatlı bir huzur kaplamıştı içini. Gözlerini açsa sanki bitecekti bu güzel an. Gerçek miydi yoksa rüyada mıydı biran emin olamadı. Dinlemeye devam etti. Harika bir melodiydi bu. Hem tanıdık, hem içini kavuran hem de huzur veren. Ara ara kendini yoklamayı ihmal etmiyordu. Rüya da mıydı yoksa gerçek miydi hala anlayamıyordu. Müzik dinlemeyi hep sevmişti. Onun için kendiyle baş başa kaldığı, kimi sözlerde kendini bulduğu, bazen isyan bazen sevgi bazen de nefrete açılan bir kapıydı müzik. Hoş hayatında nefret hissi uyandıran kimse olmamıştı şöyle bir düşününce. Nefret boyutuna eriştirecek kadar kimseyi tutmazdı hayatında. Ama bu melodi gecenin bu saatinde bambaşka bir tat vermişti O’na. Dinlemeye devam etti. 4.5 dakika uzadıkça uzamış tatlı bir huzur kaplatmıştı içini. Şarkının sözlerini duymuyordu. Gecenin bir yarısı melodi vurmuştu onu tam da kalbinden.

Rüya…Melodi… Uyku hali… Nerdeyim diye düşündü biran. Açtı gözlerini. Saat gecenin bir yarısı olmuştu. Peki bu müzik nereden geliyordu bu saatte. Sonra düşündü biran. En son telefonunda kızının uyku saatinde açtığı masallar geldi aklına. Belli ki masallar bitmiş, playlist kafasına göre takılırken efkarlanıp bir de Zeki Müren çalmak istemişti. Sözlerini kişilik olarak tasvip etmese de dinlemeye doyamadığı şarkılardandı bu.

“Sensiz bir dünyadayım
Gerçekten uzak bir rüyadayım, muhtacım
Beni sensiz dünyadan
Sonsuz rüyadan uyandır da git, muhtacım” diyordu Zeki Müren…

Şimdi rüyada mıydı hala yoksa gerçek dünyada mıydı bilemedi. Şarkının sözleri tam da bu ikileme tevafuk etmişti. Gerçekten uzak bir rüya mıydı bu… Müziğin verdiği gecenin o saatindeki huzur kalbini ısıtmıştı. Gözlerinden akan birkaç damla yaşla kendine geldi. Yüzüne dokundu. Elleri ıslandı. Demek ki gerçeklikten o kadar da uzak değildi. Hatta gerçeğin ta kendisiydi yaşadığı o an.

Geceleri çokça uyanır olmuştu. Lise yıllarında walkmanin kulaklığını takar müzik dinleyerek uyuyakalırdı. Kim bilir kaç şarkı devirirdi o kulaklık uyku sersemi kulağından fırlayana kadar… Müzikle birlikte hayallere dalardı. Hayal kurmadan uyuyamazdı. Hatta hayal kurmak o kadar mühim bir işti ki onun için, gün içinde gece kuracağı hayali belirler sonra da biran önce yatakhanede tek özel alanı yatağı olan malikanesine geçer, battaniyesini kafasını örtecek şekilde çeker, küçük bir nefes alma payı bırakıp, güzel bir müzik eşliğinde hayalini kurmaya başlardı. Neresinde kaldığını bilmeden uyuyakalırdı çoğu zaman.

Üniversitede bu sevdası yine bitmedi. Genellikle sabahın 3’üne kadar oturur gecenin sessizliğini dinlerdi. Büyümüştü ya artık. Kendisine ait bir odası olmuştu nihayet. İnsanlarla muhabbeti severdi aslında. Neşeli ve esprili biri olarak tasvir edilirdi. Ama yine de kendisini insanlardan uzak tutmaya çalışırdı. İyi bir iletişim kurabildiğini düşünmezdi. Ya O insanları çabuk çözer, ne yapmaya çalıştıklarını anlar ve uzaklaşırdı, ya da insanları anladığını sanır, bu varsayımlarla uzaklaşırdı. Yalnızlığa alışanı kolay kolay sokamazsın insan içine. O yüzden uzak durdu hep ikili ilişkilerden. Hayatının bir döneminde ergenlerin kanka diye tabir ettiği bir arkadaşlık yaşamıştı. Sonrasında bu kankalıklarına bir kişi daha ilave olmuştu. 3 kişilik arkadaşlıkların sonu genelde hep hüsranla sonuçlanır ve bir kişi elenirdi içlerinden. Elenen kendisi olmuştu. Hiçbir şeyi kafasına takmamayı öğrenmenin ilk adımı olmuştu bu dost kazığı. Sonrasında bir daha ikili arkadaşlık kuramayacaktı. Daha doğrusu kurmaya korkacaktı. Çok yakın arkadaşlıkları oldu ama kimseye vazgeçemeyecek kadar bağlanmadı. Samimiyet kurdu, yakınlık duydu ama vazgeçmesini bildi. Kafaya takmadı. Bazen takmıyorum sandı ama kendini feci halde takmış buldu. O geçmişte kendini gezinir bulurken Zeki Müren şarkısına devam
ediyordu…

“Şimdi bomboş ellerim
Seni çağırır yaşlı gözlerim, muhtacım
Beni öldür öyle git
Yaşamak için senin sevgine, muhtacım”

Yaşamak için birisinin sevgisine muhtaç olmak dedi.. Zaaf mıydı, eksiklik miydi yoksa hastalıklı bir ruh hali miydi.. Yaşamak için birisinin sevgisine “MUHTAÇ” olma düşüncesi ağır geldi ona. Gitmek isteyen giderdi. Zorla tutmaya çalışırdın belki ama isteyen yine giderdi. Kendisi kalmak isterse kalırdı ancak bir insan bir insanda. Bu sebeple Git demek kolaydı insanoğlu için. Asıl
zor olan “GİTME, KAL” diyebilmekti. Bunu da sayısı çok az insan evladı yapardı. O da bana hiç denk gelmemişti.

4.5 dakika sanki geçmek bilmemişti. Zihni müzikle birlikte kendisine oyun mu oynuyordu yoksa… Bu şarkı bu kadar uzun, yaşadığı hayat ve anılar bu kadar sonsuz muydu… Zeki Müren devam ediyordu…

Gitme sana muhtacım… Kimse kimseye muhtaç olmasın bu hayatta ama sevenler değer verdiklerine GİTME demeyi bilseydi keşke dedi içinden… Bitmek bilmeyen şarkı bitti biranda gözünden akan son damla ile. Ve playlistten bir sonraki Zeki Müren şarkısı başladı çalmaya…

“Şarkılarla ağladık, şarkılarla güldük
Şarkılarda ayrıldık, şarkılarda üzüldük
Şarkılarda hayat, şarkılarda ölüm, olursa olsun
Ah, bu şarkıların, gözü kör olsun”

…..

Mavi

entschuldigen,manzarasız pencereler ve varşova istasyonunda bir üşen/geç / Farzımuhal

yine kayboldum, istasyonun adı lazım değil
istasyonun bilgecesi gözlerin
şehri, yönü, numarası farketmez bir trenin
yön’bilmez vagonlarında ağlamak marifetim
sırtımda dünya küskünü bir mazeretin
çulha yalnızlığıyla selamlıyorum yalnızlığını dizginlenmiş mazeretlerin

Kötürüm bir güzelliksin neyleyim
Sana olan zaafım kadar güzelsin
Pir nazar uğrarım kitaplarına
Der kenar ararım Sümmani yazan
Gamzende boğulur da kederin
Sen de bilmezsin
Gamzen de bilmez
Sümmani de
Zaten hiç biriniz bilmesin

Sen bir tek gümansız bilesin
güz’bilmez bahçelerin var olduğunu dünya yüzünde
dünya gözüyle görmenin heyecanını da bilmelisin

kördüğüm bir inceliksin neyleyim
(artık)kömür kokmayan koridorların
mustazaf imgesisin
duyulmaz ki sesin
ki sesin duyulmaz
ama sen bağır
sen BAĞIR ki
kolu kanadı kırılsın seni duyurmayan mazeretlerin

farzımuhal

Sürgün / Mehmet Akbaş

Oturduğum masalardan başladı benim sürgünüm.
Sonra gönülleri sürgün etti evlerine, işlerine düzenlerine aşık kavmimin.
Bir sabah uyanıp her yanımda yaralarını hissettim, cüzzamlı bir hastalığın.
Bakışları bunu söylüyordu, etrafımda kümelenen tüm fısıltıların.
Sevgi saygı insanlık uçup gitmişti.
Ve kayboldu bir yere ait olmanın verdiği hafiflik. Asıldım bir boşlukta. İyi olan her şey gibi öksüz kaldı nahiflik.
Bir ses bastırıyordu bütün güzellikleri.
Kulakları sağır eden bir böğürtü.
Vicdanı lal kesildi suçlayan bakışların.
Duymuyordu kulakları sürü olmuş bu kalabağın.
Şimdi dolaşırım gurbet ellerde.
Yeni bir hayat kurmanın telaşesinde.
Bin acının yurdunda esir kalan aklımla.
Bıraksam bırakamam, uzansam dokunamamam.
Paylaşarak azaltamadığım, acıları yaralıyor beni yakınlarımın.
İşte bu ağırıma gidiyor.
Paylaşarak çoğaltamadığım, sevinçleri yakınlarımın.

Delik Kese / Mehmet Erdoğan

Eskiden cüzdan falan yoktu çoğu insanda. Ya da vardı da zenginler içindi öyle şeyler. Bizim gibi fakirler, olan biten üç-beş kuruşunu ya koynunda, ya boyunlarına astıkları veya kuşağının kıvrımlarına yerleştirdikleri bir kesede saklayıp korurlardı. Özellikle bu keseler duruma göre değişirdi.
Fakirinki ufak, biraz daha orta hallininki daha büyük olurdu.
Benim de böyle bir kesem vardı. Evde, özellikle dışarı çıkarken ne kadar param varsa ona tıkardım. Neme lazım eve hırsız mırsız girer. Ya da yolda bir yankesici zula eder. Tıklım tıklım tren ve otobüslerde kimin ne olduğu belli değildi. Namuslu, iffetli kadınları bile taciz edenler hiç senin cebini taciz etmez mi? Elde avuçta ne varsa alır giderlerdi alimallah. Gerçi evde asıl servet babamınki idi. O giderse iş fecaat olurdu. Bir maaş gitse aylarca sarsılırdık. Buna rağmen benim de bir miktar param olurdu cebimde. Hayır hayır kesemde Evde de mi kese diyeceksiniz? Evet evde de. Neden mi bu keseye önem veriyorum. Durun size anlatayım. Ben aile içinde ütüden ayakkabı boyamaya kadar her şeyi yapardım. Tabii kardeşlerimin özellikle ağabeylerimin harçlıklarından elde ettiğim alın teri ile kazandığım bu paraları da öyle ulu orta her yere, ya da kolayca ulaşılabilecek olan cebime koymazdım. Bir keseye koyardım. İşte bu kesecik benim hazine kasamdı. Ona koyar onu da ucundaki bir iple boynuma asar hatta keseyi bir anaç tavuğun civcivlerini kanadı altına alması gibi, koltuk altıma sıkıştırırdım. Ara sıra kolumla kontrol eder, oradaki şişkin şey tenime değdikçe varlığından şüphe etmez, sevinirdim.. Ama onda hafif bir ufalma hissedersem gizlice bir odaya girer, ipi boynumdan çıkarır kontrol eder, paraları sayar, tamam çıkarsa ki çok kez öyle olurdu, keseyi tekrar boynuma asar, tenimde iz yapacak şekilde kolumla sıkardım. Onun için eve hırsız girse babamın maaşını bilmem ama benim paraları bulması için önce beni elbiselerimden üryan etmeli, sonra da sımsıkı bastırdığım, kilitli kapılardan daha sağlam tuttuğum kolumu kaldırmalı ve ustaca parayı oradan almalıydı. Bu da mümkün değildi. Ben ki yolda yürürken bile bütün dikkatimi koltuğunun altına toplamış bir kişi olarak, bir sinek bile omzuma konsa, ona tecessüsle bakar ve ne olur ne olmaz diye onu elimle kişkişlerdim. Değil ki öyle değme hırsız gelecek de, beni elbiselerden üryan edecek, sonra yan böğrüme japon yapıştırıcısıyla yapıştırılmış gibi sıkı kolumu kaldıracak ve keseyi oradan alacak. Gülerim buna. Konu eve geldi bak.. Eskiden evlerde kapılar da kapıların kilitleri de bu günkü gibi sağlam değildi. Yine zengin-fakir ayrımı yapacağım. Zenginlerde değil elbet bu sakıncalı durum. Fakirlerin evleri. Kapıların yarıklarından içeriyi görme imkanı bile vardı. Hafif yüklensen aşığın maşuğa açılan kalbi gibi bizim kapılar kollarını açar ve buyur ederdi geleni. Ne de olsa cömert insanların (yani fakir ama cömert insanların) kapısı bunlar. Kargir evlerde, hele kerpiç binalarda ne gezer o kapı gibi kapılar. Gürgen, ceviz vs. tahtalardan çakılmış kapılar nerede? Kavak mavak ağacından derme çatma kapılar işte bunlar. Çelik melik hatta demir kapılar da üst seviyeli zenginlerin malikanesinin girişlerini bekleyen nöbetçilerdi.
Neyse sadede gelelim. Bir gün benim işte bu çok kişinin bilmediği gizli kese delindi. Eve geldiğimde onu çıkardım. Baktım bir kaç lira düşmüş, kayıp gitmiş delikten aşağıya. Bulana helal olsun. Sadakamdır. Ama bu keseyi onarmak gerek. Bu el yordamıyla, bizim dikişlerle olacak bir iş değildi.
Bizim bir terzimiz vardı. Tahir Ay isminde. Ona bayramlık urba da diktirirdik. Tabii senede bir elbise. İki bayramda da giyerdik onu. Bazen bu baba armağanı her bayram için bir elbise olarak değişirdi. Babam nereden bulurdu bu parayı bilmiyorum. Beş oğlan, iki kız. Buna para mı dayanırdı. Alt tabanı işçi maaşı. Demek ki bereket vardı o zamanlar. Tabii yine de elde avuçta ne varsa terziye giderdi o ay. İç çamaşır, ayakkabı vs. Bunlarla epey harcamamız olurdu. Onun için elbiseyi bir iki sene dayandıranlar kazançlı çıkardı bizde ve bizim gibi ailelerde.
İşte Çiğli Aytöre Pasajı’nda dükkanı olan bu terziye götürdüm ben delik keseyi. Dedim şuna bir dikiş at Tahir abi. Zayıf orta boylu, alın tarafı biraz geniş, çeneye doğru zarif bir şekilde incelen bir yüzü vardı onun. Ama bu çehre daima gülerdi. Kızmasına, hatta bazı asabilerde olduğu gibi kızınca kömür gibi karardığına hiç rastlamadım. Ela gözlü biraz sivrice burnu altında fırça sertliğinde fazla sık olmayan kumral bıyıklarıyla ay gibi parlardı çehresi. Evet o bizim Tahir abimizdi. Gençliğimiz onun dükkanında çay içip, sohbetlerini dinlemekle geçti. Bize çok iyi davranırdı. Bilhassa biz gençlerle daha iyi geçinirdi. Bir kez kötü bir söz söylediğini duymadım kimseye. Bazen zilzurna sarhoşlar bile gelirdi ona. Bir kaç gün yanında çalışmak için. Hatta geceleri, terzi kesim biçim masasının altında ıvır zıvır atılmış kuytu boşlukta yatardı bazıları. Evi damı yok ne yapsın. İzin verirdi o. Bu yüzden garibanlar da severdi onu. İyi, canlı, heyecanlı sohbetler ederdi. Konuşurken ara sıra bize baksa da aksatmadan dikiş işini sürdürürdü. Erzurum şivesiyle bazı fıkralar anlattırdı sohbet aralarında. Dinlendirmek için elbet. Beş dakka ara vardır ya bizim açık hava sinemalarında, işte öyle birşey. Biz bu dinlenme faslından sonra yeniden ikinci sohbet için güç bulurduk kendimizde. Boşuna dememişler bir gülüş bir kilo pirzolaya denk güç verir insana, diye. Tahir abide böyle fıkralar kırla giderdi. Onlardan birini durun anlatayım size.
Bir gün Erzurumlu bir köylü İzmir’e gelmiş. Vapura binmiş. Adam ne bilsin bilet milet almayı. Vapur mu var Erzurum’da? Dalgalı denizi ilk gördüklerinde bazı anadolu köylerinden gelenler, Yahya Kemal’in “gördüm deniz dedikleri bin başlı ejderi” mısraında olduğu gibi üzerlerine gelen bir mavi gözlü ejderha sanır, korkarlarmış ondan. Vapur kıyıdan uzaklaştıkça, hele bir de imbat esiyorsa deniz kokusu vapurun her tarafını sarar bir anda. Ben de İzmirli olduğum için bu seyahatlerin güzelliğini iyi bilirim. Kıyıya yaklaştığında ve rıhtıma yanaştığında ise bu koku uçup gider bir günlük kokusu, bir esans gibi. Martı kuşları atılan simitleri ustaca uçuşlar ve kavisler çizerek kaparlar. İşte şimdi de böyle güzellik yaşanıyormuş vapurda. Kalkıştan birkaç dakika sonra biletci gelir ve tek tek biletleri kontrol eder. Hikayede de aynı böyle. Kondüktör sıra sıra biletleri kontrol edip geliyormuş. Bazısı uykulu gözlerle, bazıları yorgun bir eda ile, bazıları da piyango vurmuş gibi neşeli bir şekilde biletini görevliye veriyormuş. Biletci uzatılan biletleri kontrol ediyor. Ya elindeki özel zımba ile deliyor, ya da yırtıp atıyormuş. Erzurumlu’ da tabii bilet falan yok. Tam şokta sizin anlayacağınız. Ama o sırada onun dikkatini bir şey çekmiş. “Faso fiso” gibi şeyler diyenler varmış vapurda. Biletçi onları es geçiyormuş. Erzurumluda bilet yoksa akıl da mı yok. Bir anda onlar gibi demek gelmiş aklına. İşte son çare, can simidi yarım yamalak duyup, anladığı bu kelime. Kulak kapartıyor, dikkatle dinliyor. Ama adamların ne dediklerini de tam anlamıyormuş. Ne de olsa şive farkı var. Yeni duyduğu bir şey çünkü. Biz de olsak aynısı yaşarız. Evet onun için yine de tek çare onların dediği gibi bir şey deyip biletçiden kurtulmak. Bu kelimeyi derken dudak ucuyla dese anlaşılmaz elbet. Bir de dilini biraz peltek yapar, olur biter. Neyse biletçi onun yanına gelmiş. Tam tepesine dikilmiş. İri yarı zebella gibi bir adammış gelen. Zaten bakınca insanın dili ister istemez tutulur, peltekleşirmiş onu görünce. Heybetli kondüktör şapkasının güneşliği altından Erzurum’luyu süzüp gayet ciddi bir polis edasıyla “bilet kontrol” demiş. Erzurumlu ona bakmış ve başkalarının yaptığı gibi umursamaz bir şekilde faso, demiş. Demiş ama yüz ve mimiklerinden acemi olduğu da belli. Bütün yüz hatları heyecandan dalgalı deniz gibi hareketli. Bir de kızaran elma gibi yanaklar. Kondüktör ona şüpheli bir nazarla bakmış. Bilet kontrol, demiş tekrar. Erzurumlu içinden “herhalde ben yanlış duydum bu kelimeyi” diye geçirmiş. Başka şekilde söylemiş, Fiso, demiş ardından. Biletci sert öfkeli bakmış Erzurumluya bu kez. Biletiniz beyefendi, demiş kükreyen bir sesle. Erzurumlu yine söylediği kelimeden şüphelenmiş. Herhalde ben yanlış duydum bu kelimeyi, bu sefer de haso, demiş. Biletci küplere binmiş bu defa. Ne faso ne fisosu efendi, demiş, bilet bilet. Erzurumlu ciğerlerini hava ile doldurup, onunki gibi gür bir sesle son umut olacak kelimeyi söylemiş bu kez, Hüso, Hüso, demiş “hadi bırak yakamı” der gibi yakaran bir eda ile. Tabii kondüktör, tepesi atkın, sinirleri zirve yapmış, yüzündeki damarlara kan toplanmış mosmor bir çehre ve bıçak gibi keskin öfkeli bakışlarla “la havle” çekmiş. Nihayet kendini biraz toparlayıp sinirle sıktığı dişleri arasından ıslık gibi bir sesle “Bilet dostum bilet, anlamıyor musun?!” demiş. Erzurumlu bu ya. Damarlarında asil kan olan Aziziye yiğidi. Kalkmış ayağa ve bak kardeşim, demiş, faso, dedim olmadı haso, dedim olmadı. Hüso dedim olmadı. Bir türlü çekip gitmiyorsun. Ne bu yahu! Başkaları deyince, gidiyorsun. Senin kastın bana mı? Biz, demiş Nene hatun torunuyuz, unutma. Biletci bakmış adama şaşkın ve öfkeli bir şekilde. Kardeşim biletin yoksa alacaksın. Biz de Çakıcı efe’nin torunuyuz, demiş. Erzurumlu zarla zorla kesenin ağzını açmış ve bilet parasını ödemiş tabii. Ama parayı verirken onu alaylı bir tebessümle seyreden halkın bakışlarından da rahatsız bir şekilde, tam dadaş öfkesiyle, herkese duyurur gibi; ne bu tafra yahu, demiş, “tahtayı tahtaya çakmışsan ismini vampur takmışsan. Sonra bizden para istiyirsen!”
Herkeste bir kahkaha ki deme gitsin. Biz de katıla katıla gülerdik bu fıkraya.
Neyse verdiğim keseyi aldı Tahir abi. Şöyle bir ters çevirdi. Sökük yere parmağını soktu, büyüklüğünü ölçtü. Baktı inceledi. Sonra dikiş makinesinin başına oturup gır gır gır çalışan makine iğnesinin altına tuttu. Bir iki gitti geldi kese. Sonra keseyi aldı. Dikiş yerinden uzayan ipi kopardı. Ardından kesede kalmış bıyık kılı kadar ipin ucunu ağzına götürdü. Bunu da dişleri arasına alıp, hatta en isabetli yer olan, küçük azı dişleri arasında sıkıştırıp, çekip kopardı ve ardından ağzındaki minik parçanın tükürükle iyice ıslanmasını önleyip (çünkü yere yapışıyordu) onu ustaca dudağına nakledip yere üfledi. Ardından keseyi ters yani asıl yönüne çevirip bana verdi. Bir taraftan da bize nasihat ediyordu tabii bu işleri yaparken. Manevi kazancın önemli olduğundan. Salih amel işlemek, hayır hasenat yapmak kadar bu kazancı korumanın da dikkat edilecek bir husus olduğundan, dem vuruyordu. Keseyi bana verirken gülümsedi ve espriyi patlattı. “Mehmedim, maddi kazanç keseni onardık. Artık paran düşmez. Delik kapandı. Manevi keseni de sen sağlam et. Yoksa bu kese delinirse ne var ne yok, bütün hayır hasenat, güzel amellerin boşluğa akar gider gülüm.
Ötelere bu keseyle gideceğiz unutma. Varımız yoğumuz bu kese..”

Efgan / Aksel Turgut Tuna

Hakikatin peşinde yorulmaksa eğer hayat,
Yaşamadım.
Bir nehirde temizlenip durulmaksa eğer hayat,
Yaşamadım.
Zirvelere tırmanarak geçebilmek dağları,
Bir bir parçalamak göğsündeki eraciften ağları,
İncitmemek ayırmadan ölüleri sağları,
Heyhat yapamadım,
Ben beni aşamadım.
Artık güzündeyim uzun ince yolumun
Derdest hüzündeyim takati yok kolumun
Ümidin azındayım ,
Hicazın sazındayım,
Dokunamadım bir kere bamteline esrarın,
Saymadım sayamadım dünüm oldu kaç yarın.
Oldu mu hiç gönlüm, bir gündüze yararın,
Ben Seni yaşamadım,
Ben beni aşamadım…

Ben Bir Mülteci Demir Yolu Görevlisi / Talha Erçevikbaş

Günlerden Cuma , haftanın son mesai günü….

İncecik yağmurun altında duran , iki vagonlu kırmızı tramvay

Her yağmur tanesini bir melek indirirken yeryüzüne benim gibi bedeni ve ruhu yorgun….

Rüzgârın sesini ray tıkırtısı izlerken,

Yüreğimin kafesindeki damarlar tramvayın rayları zorladığı gibi zorluyor….

Çok şey anlatmak istiyorum lakin bedenim bu yaşanan acılarınağırlığını daha fazlakaldıramıyor.

Ince uzun vagonun iÇerisinde sıkışmış kalmış bir ruh gibiyim….

Kırmızı tramvay , duyulmayan çığlıklarım içerisinde bir istasyona ilerlemeye çalışıyor

Akşam üzeri , güneş hafiften batmak üzere , Raylarda ince uzun insan gölgeleri,

Tramvayın kömür rengi telleri aldı götürdü uzaklara yine beni

Kendimi Haydarpaşa tren GARINDA buluyorum……

Bıraktığım hali canlandı gözlerimin önünde,

Gurbete düşmüşlerin, gideceği istikameti bilen bilmeyen yolcuları

Kavuşanlar, birbirini yolcu edenler…

Dolup boşalan trenler ………..

Fakat şimdilerde oralarda Paramparça olmuş yolcu hayatları , kırgın aileler ,

tutsak çocuklarınyakınları , özlem ile kavuşmayı bekleyenler ile dolu

Ve daha nice gaybubette olupta haydarpaşa garından baska diyarlara yol almak için düşleyenler….

Sanki yorgunluğumu hisseten demir yığınının içerisinde yalnız kalıyorum

Dizlerim çözülüyor

Başım hafif tutuşmuş yanıyor

Gözlerimin feri sönüyor

En İçte derinlerde yaralarım tramvayın RAY sesi gibi acıtıyor Icimi !

Hasretten mi?….. yoksa dünyanın renklerini kirletenlerden dolayı mı?

Kendimi arıyorum tramvay rayının seslerinde

Yine kalabalığın sesi ile karışan gürültü kirliliğinin içerisinde

Alnımı yağmur damlalarının çizdiği cama dayıyorum…

Ayakta kendime zor yer bulduğum köşede, gözlerimden süzülen damla damla gözyaşları ,

sessizlik ile mühürlenmiş dudaklarıma kadar süzülüyor ……

Tramway ise yokuşu alırken sanki nefes nefese soluyor….

İçimde acıyla gözlerim dolaşıyor hicret ocağı raylarının üzerinde ,

geride bıraktığımız sevdiklerimizi düşünürken……

Tam uzaklardayken , derin derin dalmışken

Sırılsıklam kalmış kızıl saçlı , hafif kilolu , ne kısa ne de uzun boylu, gözleri yeşil iskoç asıllı Avustralyalı yolcu , yalnız , biletsiz tramvaya biniveriyor……

Nefes nefese kalmış solumasıyla uzaklardan irkiliyorum ,

Sesimi toklaştırpı “Bilet kontrol” diyorum

Önce bana bakıyor ve özür dileyerek yağmurdan dolayı biletsiz bindiğini aktarıyor ve peşine aksanımdan dolayı “Nerelisiniz? memur bey” diyor

Ben ise bir anda dudaklarımdan çıkıveren Ben bir mülteci demir yolu görevlisi

Sanki o an zaman durdu

Beden dili her şeyi anlatıyordu …

ikimizde susmuş ve gözler sessizliği ile ifade etmişti tüm olup biteni , tüm acıları özlemleri hasreti göz bebeklerimin buğusundan okumuştu sanki olup biteni

Daha fazla soru sormadı

Anlamlı sessizliğin içerisinde Ayrı yönlerde uzaklaşan

İki tramvay gibi ayrılmıştık sessizce

Yürümekte olduğum istikamette her bir cisim sanki hücreciklere ayrılıyor

Bir an kulaklarımda Musab Bin Umeyr in “ Rıza yolunda biraz cefa gördük diye Rahman’a naz mı edeceğiz.” Yankılanıyor ……

Sesim titrek, gözlerim ağlamaklı

Perişan kalbim,Ruhum ise boyun bükmüş her bir eziyete

Sesler uzaklaşıyor yavaş yavaş benden

Utanıyorum kendimden..

Bana bahşedilenlerin değerini bilememekten

Görememekten verilen onca nimeti

Utanıyorum işte..

Meleklerden Utanıyorum

Hapisteki kardeşlerimizden utanıyorum

Masum bebeklerden utanıyorum

İNSANLIĞIMDAN UTANIYORUM.

Talha Erçevikbaş

İnilti / Tahsîn-i Kelâm 

Anam yok dert yanayım
Babam yok dayanayım
Yar gelmemiş ayayım
Gönlümün gök yüzüne

Çekmez gönül kantarı
Neşe yok gam ambarı
Bürür bu şom zemheri
Hüznümün örtüsüne

Kâh baygın kâh ayılmış
Bitmeyen yolda yılmış
Ömür gün gün takılmış
Vaktin tel örgüsüne

Bak halime nâzenîn
Baş ayakla hemzemin
Bendeki dert kimsenin
Benzemez öyküsüne

Nerdesin ey âşinâ
Bir çıkmadın karşıma
Yenildim bir başıma
Hayatın döngüsüne

Başı sonu bir hiçtim
Gam renkli kaç ton içtim
Bilmem ne değer biçtin
Sözümün vurgusuna…

Tahsîn-i Kelâm 

Aralık / Kehribar

Yıllardan nar ,aylardan Aralık.
Beklenen ve bekletilen,çaresiz, kimsesiz.
Geride kalanlar şiirdeki kadar ümitsiz .
Uğurladıklarına ne el salladılar, ne de mendil.
Göç için yola koyulan kervan sahipsiz ve sessiz .
Yüzlerini soğuk veya yakan sıcak rüzgar okşadı ,anne,çocuk, baba, dede,nene değil.
Son sözleri elveda olamadı ,son şarkıları sensiz geçen o baharın ne tadı ne tuzu diye mırıldandılar.
Yutkunurken büyük bir lokmayı yutamayan boğaza inat, ağrının acısını göz pınarlarından
akıtamadılar.
Yazamadılar,seslenemediler, ölümleri de kimsesizdi,yaşamları da.
Birileri bir şeyler söylüyor ,yazıyor fakat meselenin ne tam içindeler, ne de tam dışında.
80 nindeki insanın zar zor yürüyüşü mü göze,yüreğe dokunan ? Doğmaya çalışan bebeğin ızdırabını
korkusundan hissedemeyen annenin buz kesmiş yüreği mi yoksa?
Yaşayanlar yaşamayanlara anlatadursun.Yaşamayanlar yaşayanların anlatacakları kadar olamaz.
Dil de lal ,gönül de.
Söz de kayboluyor,yazı da.
Öz de kayboluyor ,köz de.
Belki bu mevsim böyle geçecek , bir fidan bulan sevinecek gidenler arasından, sadece.
Kaç hakikat ,kaç yolcu, kaç çoban daha gidecek memleketinden ,benliğinden,özünden .

Kehribar

Sürgün Yüreğim / Gülten Bayduz

Aç kalbinin kafesini
Sal gitsin ürkek güvercinleri
Ruhun titrek bir mum ışığı
Bedenin bir ülkenin soğuk kışı
Yüzüne yansımış yakamozlar
Göz bebeklerinde hırçın dalgalar
Gecenin sukutudur çığlıklar
Göz yaşlarındır parlak yıldızlar
Çekilmiş kirpiklere sukûtî sürmeler
Dost bildiklerim karanlığın yareni
Baykuşlar tek bir ağızdan ötüşmedeler
Her anı bir temmuz ateşi aynalar
Ana kucağı aramakta var olanlar
Korkunun esareti altında ruhlar
Tıka basa dolu zindanlar
Uykularım uykusuz dertli
Hayaller kurşun sanki
Dualar yolunu kaybetmiş bedevi
Bir mazlumun duruşu kadar asil
Bir uygurun çığlığı kadar suskun
Kıyıya vurmuş mülteci yorgunluğu
Sürgünüm şimdi yok saydığın benden
Sürgün verdim bitti dediğin yerden

WordPress.com'da bir web sitesi veya blog oluşturun

Yukarı ↑