Gün Işığına Gazel / Dr Murad Karasoy

Sabah tatlı nazını bilirim gün ışığı

Kendimi kollarında bulurum gün ışığı.

Hasretinle kavrulan şu çorak gözlerimi

Senin bengisuyunla silerim gün ışığı.

Paramparça yürekle beğenmezsen gedanı

Elimde menekşeyle gelirim gün ışığı.

Günahsız dudağını saçlarımın üstünden

Çekersen darılırım, solarım gün ışığı.

Vuslatınla aramda sıra sıra dağları

Bir Ferhat yüreği ile delerim gün ışığı.

Beni ateşe atıp kaçıp gitsen çöllere

Peşinden gözyaşımı salarım gün ışığı.

Şu hırçın duygulardan sıyrılıp bir an olsun

Efsunkar manalara dalarım gün ışığı.

Bir Şiir İncelemesi / Ekvatorlu Süleyman Halidoğlu

Cizlavet Dostlarından Sevgili Gökhan Bozkuş’un Seni Ben şiiri…

Seni ben öylece
Seni ben sessiz
Seni ben buğu buğu gözlerle
Seni ben uzun bir gece
Seni ben..
Yürümedim aldılar , aldılar

Devrilmiş bardaktan dökülen su
Kanayan deriden akan kan
Ve ellerinde bir çocuğun , bir tutam ot
Seni ben küçükken henüz
Seni ben alnımda yol yortusu
Bir bavula derinden akan
Seni ben…
Gidemedim aldılar , aldılar

Seni ben ey talihsiz
Seni ben ey kadim iz
Seni ben nesimiden geriye
Seni ben alev ve iki temmuz
Yanamadım aldılar , aldılar

Seni ben
Bir bir çift kundurada
Bir kaldırım üzerinde boylu boyunca
Seni ben şehri saran bir çatlakta
Giyemedim aldılar , aldılar

Seni ben bir güvercin tüyünde
Seni ben ürkek ve tedirgin
Seni ben biraz da umut içinde
Seni ben…
Tutamadım aldılar, aldılar

Muhammed Ali, Burus Li(Bruce Lee) ve Mayk Taysın(Mike Tyson) aynı anda kuytu bir köşede saldırsa haliniz nice olur?

Yaklaşık bir sene önce, cuma günü  yazılmıştı bu şiir ve okuduğumda böyle bir etkiye maruz bırakmıştı beni. Sevgili Gökhan Bozkuş bize neleri reva görmüş, nasıl da yazmış öyle dokunaklı?

Eksiltili cümleleri, ince imgeleri ve samimi ifadeleri ile farklı bir şiir bu şiir. Çokları “Ne diyor bu şiir, ne anlatıyor, pek anlaşılmıyor? diyebilir, yoğun lirizmine rağmen tam idrak edemeyebilir bu şiiri. “Sembolik bir şiir işte” diyip geçebilir. Oysa ben, belki de şairiyle gönüldaşlığımız sebebiyle,öyle derin bir akıntı gördüm ki her denize nasip olmasını arzu ederim.

Şeklen değerlendirdiğimde , sadece bir dize takıldı gözüme: Mevcut hali de yeterince güzel ama “Kanayan deriden akan kan” mısrası “Yırtılmış deriden akan kan ”  diye yazılsa daha iyi olur diye düşündüm. Ama mananın etkileyiciliği bunu da unutturdu.

Alevden bir ağırlık var bu şiirde. Söylenemeyen, yazılamayan, kimseyle paylaşılamayan bir ağırlık. Eksiltili cümleler veriyor bu izlenimi. Ve bu paylaşılmazlık taşıyor en alevli ağırlıkları otağınıza, kavuruyor her yeri.

“Yürümedim aldılar , aldılar
Gidemedim aldılar , aldılar
Yanamadım aldılar , aldılar
Giyemedim aldılar , aldılar
Tutamadım aldılar, aldılar”

mısralarındaki “aldılar” ikilemeleri ile bir süreklilik”i vurguluyor şair. Bilinmez o alevin, kimseyle paylaşılamayan ve taşıyanı ezdikçe ezen o ağırlığın daimi olduğunu anlatıyor.

Nedir bu acaba? Nedir bu ağırlık, nedir bu alev?

Anlamak için bir defa daha okudum. Sonra bir daha, bir daha… Ve geçen cumaya gittim aniden, tam bir hafta öncesine…

Bir telefon görüşmesi yapmıştık. Yine hüznümüzü, masumlar’ın yâd-ı cemilini dile getirdikten sonra tebrik eden nazik bir üslupla:”Süleyman Abi çok dertleniyorsun, yıpratıyorsun kendini.” demişti.

Geçen hafta bunu demişti ama bu hafta kendi yangınını üflemişti. Ve işte o an derkettim ben nasıl bir şaheserle müşerref olduğumuzu.

Nice mazlumiyetler yaşandı, herkese malum. Nice yürekler dağlandı…

O telefon görüşmesini hatırlayınca anladım ki; Ekvatorlu’nun coşkun, yanık ve kızgın feryadına bedel “SİNELERDE ÇIRPPINAN, BOĞAZLARDA DÜĞÜMLENİP DE MEÇHUL KALAN HIÇKIRIKLARA TERCÜMAN OLAN BİR ŞİİRDİR BU MANZUME.

Betül Seda Özcan Masum’un şiirini yazmış, bir zoom görüşmesinde arkadaşların  değerlendirmelerine arz etmiştim. Şiirlerime yönelttiği tatlı sert tenkitler bu sebebiyle Füzeci diye andığımız Nazif Hoca’nın füzeleri işte o zaman test atışlarını tamamlamış, aktif hâle gelmişti, hâlâ da aktif maşallah.

Orda falancayı da yazmayı düşünüyorum dediğimde: “Abi onun hakkında çok şey yazıldı. O da mazlum ama aynı acıları yaşayıp daha adı duyulmayan masumlar var, onlara yönelsek…” demişti.

Ne de iyi demişti. Vefat eden masum yavruları o zaman daha bi almıştım gündemime. Canlarım benim; RABBİM muvaffak etsin hepsinin destanını yazmaya…

İşte bu şiir o zaman yapılan bu isabetli tavsiyenin özünü temsil eden bir fidan olarak kök salmış bulunuyor kalbime.

RABBİM koca çınarı, mübarek ormanı da lütfeylesin cümlemizin sinesine.

Çok kaçtı benim uykularım…

Ve aziz dost, seni ben…

Bir yıl sonra, senin cümlelerini şimdi  de ben diyeyim sana:” Gökhan Abi yavaş ol,bu ne ateş böyle?”

Seni ben…

Zor bir ödevin de oldu güzel insan, farkında mısın?

Hep düşündüm, durdum:”Bir tanımı, bir sözcüğü var mıdır acaba “Boğazda Düğümlenip de Açığa Çıkamayan Hıçkırık”ın?
Bir sözcükle ifadesi var mıdır acaba bunun?

İşte bu  kelmeyi sen bulacaksın bizlere.

Bir isim bul aziz dostum bu sızıya. Bir tane sadece bir tanecik kelime. Öyle ki kulaklara geldiğinde, nazarlara dokunduğunda mağma gibi kaynayan ama  bilinmeyen, duyulmayan sancıları ihtar ve ilham etsin kalplere. Çok şey değil bir kelime istiyorum senden bir kelime.

Öyle bir kelime…

Yazdığın şiiri okumadan önce yine ayyüzlü bir masumun hicranı ile meşguldüm. Ve o ızdırabı resmetmeye davet edecektim dostları, onlara bir çağrı yazacaktım. Birşeyler yazmalı,birşey yapmalı, bir eksik var diyordum. Nice zamandır yazsam da masum ve mazlumların feryadını, aslında ben senden istediğim o kelimeyi arıyormuşum, senin şiirini okuyunca farkına vardım.

Bekleyeceğim, hep soracağım o kelimeyi. Bir sevgiliyi, bekler gibi bekleyeceğim. Artık senden soracağım o sevgiliyi…
Dile vukufunu herkes biliyor; bulmalısın bana o kelimeyi.

Şâd olasın, var olasın iki cihan…

Rabbim seni, beni, hepimizi, kalemlerimizi Hz. Halid bin Velid Efendimiz gibi Hakk’a hâdim ve tercüman kılsın, ihlaslı ve muvaffak eylesin.


Hayalin Yanımda Ses Vermiyorsun / Hüseyin Enver

nasıl dayanırım bu sessizliğe

hayalin yanımda ses vermiyorsun

alıştın mı yoksa bensiz yüreğe

hayalin yanımda ses vermiyorsun

ruhum sarmalandı gülümsemenle

kalbimi doldurdun, doldum sevginle

kısacık da olsa bir kelimenle

hayalin yanımda ses vermiyorsun

gönlümün ilacı candan sevdiğim

yolu üzre can u tenden geçtiğim

binler, milyonlar arasından seçtiğim

hayalin yanımda ses vermiyorsun

daha nasıl desem ben hicranımı

sele mi vereyim gözyaşlarımı

anladım, muradın dökmek kanımı

hayalin yanımda ses vermiyorsun

kulak verdim bulutları dinledim

bir seda yok hicran ile inledim

yalvardım bak sabaha dek dilendim

hayalin yanımda ses vermiyorsun

Yalnızlığım / Dr Murad Karasoy

Sabır yaptım ekmeğimi, taşımı

Yalnızım, dağlar gibi

Kimse okşamaz başımı.

Öksüz bir akşamın tülünde

Hayalinin yalımı vurur yüreğime

Yalnızlığım ağlar gibi

Gözyaşları selam durur yüreğime

Alevli dudağımda kanat çırpar bir ahım

N’olur yalnızlığım senle bitsin Allah’ım!

Bu ihtiyar duygularla

Anlatamam ben onu

Destansı yalnızlığım nerdesin?

Nerdedir bu saklambacın sonu?

Biliyorum esâtir-i evvelim

Bir bilinmez yerdesin

Şu ıssız çölün göğsünde

‘Yalnız Kelimeler’desin.

Alevli dudağımda kanat çırpar bir ahım

N’olur yalnızlığım senle bitsin Allah’ım!

Istırap Hülasa Edilmez / Dr. Murad Karasoy

Dilek tuttum kalbimden

Konuşmamaya yeminliyim bu dem.

Abbasi rengi bulutlardan

Akarken gökkuşağı duygularım

Renklerin körleştiği noktada

Kalemim konuşsun bu dem.

Istırap hülasa edilmez

Dertliyiz işte.

Yüreğim linke kalkmış gibi

İnan bir iş var bu işte.

Gözlerimde ıslanan melodilerin

Sağnak sağnak yağmasıdır halim

-Leyla yok, Leyli yok-

Elimde bir çift gözyaşı

Buğulu bakışlarımdan süzülen gurbetin,

Gurbetin gönlümde armasıdır halim.

Istırap hülasa edilmez

Dertliyiz işte.

İki arada tek kalmış gibi

Geliş de yok gidiş de…

Ahmak / Mehmet Karadayı

Gözlerimi yakmaya başlayan teri elimin tersiyle silsem de, kurutmak da, terden kurtulmak da mümkün değildi. Birkaç gündür bir çölün ortasında yaşıyor gibiydik. Ter neredeyse bütün vücudumu yapış yapış bir ıslaklık içinde bırakmıştı.

Ta Yunus Emre Mahallesi’nden başlamıştım yürümeye. Otobüsün son durağı evimizin çok yakınındaydı ama saat başı sefer olduğu için bir seferi kaçırınca diğer seferi bir saat beklemek gerekiyordu. Dolmuşlar da pahalıydı. Hesabımı otobüs biletine göre yapmıştım. Bir saat beklemek yürümekten daha zor gelmişti ama şimdi bu kan ter içindeki durumuma bakınca yürümek çok da doğru bir karar değil gibi geldi. Yolda hep gölge olan yerleri bulup öyle yürümeye dikkat etmiştim ama ağaç gölgesi bulmak neredeyse imkansızdı. Bazen bina gölgelerindeki sıcaklığın gölgesiz yerlerden bir farkı yoktu. Gömleğimin ön tarafını ikide bir ileri geri sallayarak serinlemeye çalışıyordum. Bir duş sonrası giyilen beyaz bir gömlek değildi sırtımdaki artık. Hava kirliliğinden mi terin tesirinden mi bilinmez griye dönmeye başlamıştı. Saçlarım terden kaşınmaya başlamıştı ki Pac Meydanı’na ulaştığımı fark ettim. Bu meydanın ortasında İsmet İnönü’nün bir heykeli vardı. Buradan her geçişimde heykelin altındaki sözünü mutlaka okurdum: “Bu ülkede namuslular en az namussuzlar kadar cesur olmalıdır.” Trafik lambası yeşilden kırmızıya dönmeden karşı tarafa geçtim. Burada kaldırımlara ekilmiş bazı tropikal ağaçlar vardı ama gölgelerinde dinlenmek imkansızdı. Bir an önce sahile varmalı ve Adliye’nin yanındaki Kore Şehitleri Parkı’nda bulunan ulu ağaçların gölgesine sığınmalıydım. Gölgesi bol ve koyu olan bu parkta Sıtkı’yı beklemek daha kolay olacaktı. Bu düşünce bana güç verdi sanki. Adımlarım hızlandı.

Sokakların gölgeli taraflarını seçmeye dikkat ediyordum yine. Bu durum beni birkaç defa hedefimden uzaklaştırdı. Farkında olmadan daldığım bir sokaktan en kısa zamanda çıkmak isterken bir çıkmaza rast geldim. Geri dönüp aynı işlemi bir sonraki sokakta yapınca da bu sefer uzun bir sokağa girdim. “Şimdi bir ara sokak bulurum” diye diye sokağı boydan boya kat etmek zorunda kaldım.  Yolun sonunda sağa dönünce kendimi 5 Temmuz Ortaokulu’nun yanında buldum. Aman Allah’ım o da ne? Sanki çölün ortasında bir vahaya denk gelmiş gibi şaşkın şaşkın etrafıma bakıyordum. Sokağın kaldırımları sağlı sollu kitap satan insanlarla doluydu. Bazıları yere serdikleri yazgılarda, bazıları yerden biraz yüksek tezgahlarda kitapları sergiliyorlardı. Yazgısı veya sergisi olmayanlar kitaplarını okul bahçesinin ve diğer binaların bahçe duvarındaki boşluklarına koymuşlardı. Hiç böyle bir şey görmemiştim. Yok görmüştüm. Beni bu kadar şaşırtan başka bir olay yaşamıştım. Yaklaşık iki ay önce belediyenin karşısındaki bir binanın girişinde adına bilgisayar dedikleri televizyona benzer küçücük bir ekranı ve yazı yazmak için daktiloya benzeyen tuşları olan bir alet görmüştüm. O da beni çok şaşırtmıştı. Sahili unuttum. Tezgahların arasında dolaşmaya başladım.

Her türden kitap vardı burada. Ansiklopediler, sözlükler, eski okul kitapları, yardımcı ders kitapları, sınavlara hazırlık fasikülleri, yabancı dil öğrenmek için setler, romanlar, şiirler, hikayeler, yerli ve yabancı dergiler, eski zamanlara ait ajandalar ve hatta takvimler… Ellerim cebimde hemen her tezgahın önünde duruyor kitapları gözlerimle adeta seviyordum. Elime almaya korkuyordum çünkü cebimde, sahilde içeceğim bir gazoz ile – yürüyerek geldiğim için belki iki gazoz içebilirdim- beni eve geri ulaştıracak bir otobüs biletine yetecek kadar para vardı. Sanki kitabı elime alsam hemen parasını ödemek zorunda kalacakmışım gibi tedirgindim. Tezgahlara bir adım geride duruyor ve kitapları inceliyordum. Çocuk dergilerinin olduğu yere geldim. Ağzım açık kaldı. Türkiye Çocuk, Milliyet Çocuk dergileri ciltlenmiş olarak satılıyordu. Onları görünce cesaretlenip yaklaştım. Elimi uzatıp aldım birini. Dergiler bu kalın ve sert cildin içinde pırıl pırıl duruyorlardı. Kapağını açınca ilk sayfanın sağ üst köşesinde kurşun kalem ile yazılan fiyatı gördüm. Neredeyse bir dergi fiyatına bir yılın dergilerini satıyorlardı. Hem de ciltli ve pırıl pırıl. Birkaç cilt daha karıştırdım. Hepsinin fiyatı aynıydı. Baktığım son cildi de tezgaha koyup uzaklaşırken satıcı “Yarı fiyatını ver senin olsun.” dedi. Biraz tereddüt ettim ama “Yok” dedim “sonra alırım.” Satıcı umursamaz bir şekilde omuzunu silkti. Elindeki derginin sayfalarına bakmaya başladı. Sokağın sonuna geldiğimde gözlerim parlamaya başladı. Çizgi romanlar buradaydı.

Teksas’ın serisi vardı. Tommiks ve Kaptan Swing’in de öyle. Örümcek Adam’ın görmediğim baskıları yan yana dizilmişlerdi. Zagor elindeki taştan baltası ile her an “Ahyaakkkk!” diye bağırarak maceraya atılacakmış gibi duruyordu. Hızla sayfalarını karıştırmaya başladım. Bir tanesine iyice dalmış olacağım ki satıcı uyardı uzaktan; “Okumak istiyorsan satın alman lazım. Babamızın hayrına burada değiliz.” dedi. Mahcup olmuştum. Kitabı alçak duvarın üzerine bırakırken içten içe adama kin beslemeye başladım. Satıcı o sırada tezgahına yaklaşan bir çocuk ile kitap değiş tokuşunu konuşuyordu. İlginç geldi pazarlıkları. Satıcı “Olmaz arkadaşım” dedi “ birebir takas olmaz. Bir tane sayı seç, bu sayıyı senden alırım, üzerine iki lira verirsin olur biter.” Arkadaşım dediği çocuk benim akranım görünüyordu. Elindeki Teksas serisinin benim de okumadığım bir sayısını tezgaha bıraktı ve “Ama ben sana aynısını veriyorum. Neden üste para vereyim?” Satıcı sesine bir ton daha ciddiyet katarak “Ben bu işi para kazanmak için yapıyorum. Git bakalım bayiden bu fiyata alabiliyor musun? Ver eski sayıyı iki lira da üzerine ekle al yeni sayıyı. Bayi gibi 25 liraya sayı satmıyorum ben.” Çocuk boynunu büktü “Ama bu sayıyı ben senden aldım. O zaman 10 lira verdim. Şimdi sadece sayı değiştiriyorum. Niye para vereyim?” Satıcının sabrı taşmış olacak ki “Tamam arkadaşım” dedi “satmıyorum, değiştirmiyorum da. Git nereden istiyorsan oradan al.”  Çocuk tezgaha bıraktığı sayıya baktı. “O zaman geri al. Ver benim 10 liramı.” Satıcı alaycı bir gülümseme ile “Olur mu öyle? Kitabı oku geri getir aynı paraya sat. Oh ne ala memleket! Beş liraya alırım. İşine gelirse.” Çocuğun gözlerinden çaresizlik okunuyordu. Elini uzattı. Satıcı beş lirayı verip Teksas sayısını getirip önümdeki serinin içine koydu. Çocuk arkasına baka baka yanımdan geçti. Köşede sola dönerek kayboldu. Satıcının bıraktığı sayıyı elime aldım. Onyedinci sayıyı hala okuyamamıştım. Gazi’de bütün seri vardı ama Yozgat’a gitmişti yaz tatili için. Kitabın kapağını açmıştım ki çocuk köşeden geri göründü ve “Haram zıkkım olsun!” dedikten sonra tekrar kayboldu. Satıcı dönüp bakmadı bile.

Bir iki sayfa okumuştum ki satıcının beni uyaracağı geldi aklıma. Yavaşça kapağını kapattım. Kitabı tezgaha koyarken satıcının yeni gelen biri ile konuşmaya başladığını gördüm. Birden kafamın içinde tilkiler dolaşmaya başladı. Satıcı beni görmüyordu. Kitap elimdeydi. Tam köşedeydim. Tazı gibi koşuyordum. Postanenin yanından köşeyi dönünce beni görmesi imkansızdı.   Gözümün önüne çocuğun kızgınlıktan ve ağlamaktan kızaran yüzü geldi. Kitabı elimde sımsıkı kavradığım gibi koşmaya başladım. Köşeyi döner dönmez çocuğu görmeyi umuyordum ama orada değildi. Duramazdım. Deli gibi koşmaya devam ettim. Bir binanın gölgesinde durdum. Her tarafımdan su gibi ter boşanıyordu. Kalbim yerinden çıkacak gibi atıyor nefesim sık sık tıkanıyordu. Derin derin nefes alarak rahatlamaya çalışıyordum. Birkaç defa endişeyle geriye baktım ama satıcı görünmüyordu. Nefes alışlarım biraz düzelince tekrar koşmaya başladım. Yeniden tıkandığımda durmak zorunda kaldım. Yusuf Amca’nın Sakızlı Dondurmaları tabelası tanıdık bir dost gelmişti. Demek ki biraz önce Zafer Sineması’nın yanından geçmiştim. Hemen ilerisi Çocuk Kütüphanesi olmalıydı. Kurtulmuştum. Sahile yakındım artık. Nefesimi bir daha düzenledikten sonra bu sefer sakin adımlarla denize doğru yürümeye başladım. Ayakkabılarımın içinden vıcık vıcık bir çamurun içinde yürüyor gibi sesler geliyordu. Üstüme başıma dikkat edecek durumda değildim. Sahile varınca ilk ağacın altına çimenlerin üstüne attım kendimi. Kitabın kapağı, terden sırılsıklam olduğum için adeta elime yapışmış gibiydi. Kitabı çimenlerin üstüne bırakıp ellerimi pantolonumda bulduğum kuru yerlere sürerek kuruttum. Kitabın kapağını da aynı şekilde kuruttuktan sonra şöyle bir baktım. Yüzüme bir tebessüm gelip yerleşti.

Sahildeki çay salonu sadece aileler için olmasına rağmen yaşımızın küçüklüğünden midir nedir bizim girmemize ses çıkarmazlardı. Sıtkı ile orada buluştuk. O otobüsle gelmesine rağmen aynı şekilde terden ıslanmıştı. Denize yakın olan masayı seçip oturduk. Güneş batıya çoktan meyletmesine rağmen henüz ikindi sonrası serinliği çökmemişti.  Birer tane gazoz söyledik. Sıtkı elimdeki kitaba hayranlıkla bakmış ve onyedinci sayı olduğunu görünce adeta kendinden geçmişti. Nereden bulduğumu sordu. “Bir çocuktan aldım.” dedim “bana beş liraya saydı.” İskenderun Körfezi’nin en güzel yanı meltemiydi. Limana yakın yerlerde kokudan durulmazdı ama bu çay bahçesinin olduğu yere ulaşmazdı o koku. Hele bu tarafta esen melteme doyum olmazdı. Sıtkı kitabı benden önce okudu. Ben denize tekne ile gezintiye çıkanları seyredip martıların balık avına hayran hayran bakarken okuyup bitirdi kitabı. İkindi sonrası serinliği nihayet başlayıp meltem ile birleşince tadına doyulmaz bir hava olmuştu. Çay bahçesinin ışıkları yandıktan sonra uzun uzun sohbet ettik. Sonra o ayrıldı. Bir gazoz daha içtim. Yürüyerek gelmenin mükafatı olmuştu bu. Bir müddet daha oyalandıktan sonra elimde kitap otobüslerin kalktığı noktaya gittim. Saat 9’u geçmişti. 10’daki sefere binmek için beklemeye başladım.  Bir bank bulup oturdum. O zaman kitabı okumayı akıl edebildim ancak. Macera o kadar sürükleyiciydi ki kitabın sonuna nasıl ulaştığımı fark edemedim bile. Bankın üzerindeki floresan ışığında kitabı bitirmiştim ki otobüsün kaçtığını gördüm. Mecburen bir sonraki seferi bekleyecektim. Denizin sakin mırıltılarını dinleyerek çabucak geçti bekleme süresi. Son seferdeki otobüse bindim. Camdan rüzgar alan bir koltuğa oturdum. Bu saatte otobüs sakin olduğundan istediğin yeri seçme özgürlüğün vardı. Püfür püfür son durağa kadar gittim. Otobüsten iner inmez babam ve küçük kardeşimi gördüm.  Beni arıyorlarmış. “Neredesin oğlum? Perişan olduk burada.” Babamın gözlerinde bir öfkenin kıvılcımları çakmaya başlamıştı. “Sahilde kitap okurken dalıp otobüsü kaçırdım.” dedim. Hemen öfkesi sönmüştü babamın. Kitap okumak hele de otobüsü kaçıracak kadar dalarak kitap okumak kızılmayı değil takdiri hak ederdi. “Dikkat et bir daha. Annene yazık oğlum” dedi.

Sıtkı’yla bu kaçıncı buluşmamızdı sayısını unuttum. Tam otuzüç yıl hiç aksatmadan yerine getirdiğimiz bir gelenek olarak yine Teysir Çay Bahçesi’nde buluşmuştuk. Denizin yanındaki masaya oturmuştuk. Çocukken haftada bir gelirdik buraya. Üniversiteye başladıktan sonra sedece yazları ama neredeyse her gün buluşur sohbet ederdik. Çalışmaya başlayınca her yaz bir defaya düştü buluşmalar. Artık tarihi sabitlemek zorunda kalmıştık. Her yaz 20 Temmuz hasret giderme günümüz olmuştu. Yine buluşmuş, uzun uzun sarılıp hasret giderdikten sonra Sıtkı masadan kısa süreliğine kalkmıştı. Ben de telefonumdan ilginç gelen bir haberi okumaya dalmıştım. Telefonun ekranındaki haberden başımı kaldırınca Sıtkı’yı elindeki kahve ile gelirken gördüm. “Tavla da atalım mı?” diye sordu uzaktan. Kafamı yukarıya doğru kaldırarak hayır işareti yaptım. Geldi oturdu. Sevdiğimi bildiği filtre kahve almıştı. İskenderun Körfezi’nin cana can katan melteminin huzurunu içime çektim. Telefon ekranındaki haberi gösterdim. İlgiyle baktı. Haberde Irak’taki bir kitap satıcısının kitapları sokakta bıraktığından bahsediliyordu. Neden saklamıyorsun diye sorulunca “Hırsız kitap okumaz zaten okusa hırsız olmaz” diye cevap vermişti. Sıtkı’nın yüzü aydınlandı. “Hangi ahmak kitap çalar ki zaten?” dedi. Kırkbir yıllık dostluğumuzda ondan sakladığım tek sırrımı gülümsememin arkasına hapsettim.  Kahve harikaydı.  

Bir Sarı Hüzün / Mehmet Karadayı

bir sarı hüzün yağar sisli tepelerine

gel bu yağmur altında ağlayan güzeli bul

sonbahar rüzgarıyla sarıldım ellerine

ruhta isyan ateşi dilde efkar istanbul

***

bu yürek yangınında köze atılan kimdi

kimdi ateşi tutan kora katılan kimdi

asırlık çınar gibi yere savrulan şimdi

ruhta isyan ateşi dilde efkar istanbul

***

çiçekler açmaz oldu kuşlar ötmez dalında

bilmem hatırlar mısın adım var mı yadında

azap ruhuma yoldaş yalnızlığın salında

ruhta isyan ateşi dilde efkar istanbul

Bir Of Çeksem Roman Olur / Mehmet Karadayı

“Toprakta gezen gölgeme toprak çekilince,
Günler şu heyulâyı da er, geç, silecektir.
Rahmetle anılmak, ebediyyet budur amma,
Sessiz yaşadım, kim beni, nerden bilecektir?”

Mehmet Akif Ersoy

Beylik laflar etmeyi seviyoruz. “Bir of çeksem karşıki dağlar yıkılır. Benim derdim yağmur olup yağsa dağları eritir. Dağlar seni delik delik delerim. Ordunun derleri aksa yukarı aksa / Vermem seni ellere ordu başıma ka(l)ksa.” Mübalağa sanatının bu müstesna ifadeleri hemen her sohbette ihmal edilmez replikler olarak tekrarlanır. Yaka bağır açılır. Dizler dövülür. Ama ihmal edilmeyen edilemeyecek olan bir ifade varsa o da “Hayatımı yazsam roman olur.” cümlesidir.

Bu cümlelerin karşısına “Hadi bir of çek de şu karşıki dağı yık.” diye bir iddia ile çıkmak istersin ama konu dertleşme olduğu için tutarsın kendini. Çünkü ortam ona müsait değildir. Bu cümleler başka bir ortamda dile getirilse drama uzak mizaha yakın olur. Çükü mübalağa içinde biraz da alay barındırır bana göre. Ama son cümleye gelince dururum. Mizaha yakın görünen ve bazen de birilerine alay maksatlı söylediğimiz bu cümle aslında hakikatin ta kendisidir. Çünkü bir of çeken yıkamaz karşıki dağları. Derleri yağmur olup yağsa bir dağı eritemez. Ordunun karşısına çıkıp sevdiğini ellerin elinden kurtaramazsın. Ama hayatını yazarsan bir roman yazmış olursun. Kötüdür belki, kısadır. Anlatımı bozuk, kurgusu zayıf, ifadeleri kudretsiz, tasvirleri tutarsız, kahramanları şöhretsiz olabilir. Ama bunların hiçbiri o hayatı roman olmaktan çıkarmaz.

Ben size Kays B. Mulevveh kimdir desem dudaklarınızı büker, kaşlarınızı kaldırır ve omuzlarını umursamaz bir tarzda kaldırıp bilmem diye cevap verirsiniz. Peki Leyla’yı seven Mecnun kimdir dediğimde herkesin Mecnun hakkında bir fikri vardır. Çünkü Mecnun Leyla’ya duyduğu büyük aşkı kayıtlara geçmiş bir kahramandır. Kasidede vardır, Gazelde vardır. Mesnevide vardır. Leyla ile olan aşkını anlatmak için divanlar yazılmıştır. Aşık olan her erkek bir Mecnun olma iddiasındadır. Çünkü tarihin belki de en büyk rol modelidir. Çünkü birisi Mecnun’un Leyla’ya olan aşkını kayda geçirmiş yani yazmıştır. Çoğunlukla gerçekte yaşamadığına dair bir inanç varsa da bazı Arap kaynakları Mecnun’u tarihte yaşamış bir şahıs olarak kabul eder. Esasında önemsiz ve halk arasında yaşamış sıradan bir kimliği olan Mecnun yaşadığı büyük aşk ve hakkında yazılmış edebi eserler sayesinde öldükten sonra meşhur olmuştur. İşte buradaki sır Mecnun’un hayatının yazılmış olmasıdır.

Bir şah oğlu iken Ermeni keşişin kızına aşık olan Kerem, Aslı’nın peşinde diyar diyar gezer, perişan olur ama sonunda muradına erer. Fakat bir büyü evlenen bu aşıkları ölüme götürür. Issız bir yere gömülen aşıklar unutulmaya mahkum edilmiş gibidir. Ama bir kişi onların hikayesini yazınca efsaneye dönüşürler. Kavuşup murat alamayan herkesin dilindedir Kerem ile Aslı hikayesi. Aradan asırlar geçmesine rağmen kızların adında yaşamaya devam eder Aslı. Kerem her aşıkta küllerinden doğup köze dönüşür.

Sadece aşıklar ölümsüzlüğe kavuşmak yazıyla. Yeldeğirmenlerine savaş açan Don Kişot ve sadık hizmetçisi Sanço Panço da bu kervana dahil olur. Kahramanlık hikayeleri okuyarak aklını devlerle mücadele ile bozan sıradan bir insan dünyanın her tarafında bilinen bir kahramana dönüşür. Cervantes Manş’ın bu sıradan şövalyesini yazmasıyla tarihin şeref levhalarına kendisini de kaydetmiş asırlar boyunca anılmayı hak etmiştir. Tarih hayatı yazılan herkesin bir roman kahramanına dönüştüğünün örnekleri ile dolu. Yazılan da yazan da tarihteki yerini alıyor. Unutulmaz oluyor.

Maksat unutulmamaksa yazmak icap eder. Rahmetle anılmaksa, hoş bir sadâ bırakmaksa gök kubbede, bir değere sahip çıkmaksa, içinin yangınlarını söndürmekse, kendini ifade etmekse, tarihe not düşmekse, tanıklık etmekse olağanüstü zamanlara yazmak icap eder. Okunmak kaygısı gütmeden, şöhret beklemeden, nazarlara arz etmeden, kçmseden övgü ve yergi beklemeden yazmak icap eder. Biz nasıl yüzyıllar öncesinden kalma bir esere değer veriyorsak bir gün birilerine ilham kaynağı olacağız belki de. Beki de bir araştırmanın kilidini açacak yazdıklarımız. Doğru verileri ulaştıracağız merakla bizi inceleyen torunlarımıza. Geçmişle bağlarını kuran, kurulmuş bağı güçlendiren bir delil olacağız.

Artık hokka ve mürekkep kullanmıyoruz. Sayfalarca yazıyı istiflemek, ciltlemek ve arşivlemek zorunda değiliz. Yazdıklarımızı tashih etmek için bütün metinleri teker teker okumak macburiyetimiz de yok. Parmaklarımızın hareketini yazıya geçiren makineler var. Seslerimizi yazıya geçiren bilgisayarlar. Kağıtta okumak istersek hemen önümüze çıkarıveren yazıcılar var. Artık bahanelerin ardına sığınmaktan vazgeme zamanı gelmedi mi?

Dağları deviremezsiniz bir of çekmeyle. Derdinizi dağlara dökmekle eritemezsiniz. Ordunun derelerini yokuş yukarı akıtamazsınız. Ama hayatınızı yazabilirsiniz. Ve o yazıldığı anda roman olur. Belki kısa olur. Anlatımı bozuk, kurgusu sıradan, olayları merakı celbedici değildir. Ama romandır o. Sizin hayatınızın romanı. “Hayatımı yazsam roman olur.” diyenler dinleyin. Evet yazarsanız hayatınız roman olur. Ama yazarsanız.

Amacı Dışında Kullanmak Yasak / Gülçin Beyza Yalçın

Dranggg…dranggg…

Pencere demirlerine vuran plastik çekicin sesini ilk Mesut duydu. Koğuşun en genci olan ihraç teğmen Mesut “Arama vaarr!” diye bağırırken yerinden fırlayıp üst kata koştu. Namaz kılmak için yerlere serdikleri battaniyeleri hızla toparlayıp ranzaların üzerine gelişigüzel atarken imdadına yetişen ihraç polis memuru Serhat, yerden toplanan battaniyelerin sağından solundan çekiştirerek düzeltmeye yardım etti.

Onlar battaniyeleri yerleştirirken merdivenleri ikişer ikişer atlayan Murat bey bir solukta üst kata çıktı. İki haftadır gözü gibi baktığı elma sirkesi bidonunu koğuşun en dibine çekip üstüne kıyafetlerini attı. Koğuştaki çoğu insan zulalarının yerine koşup saklamak için çil yavrusu gibi sağa sola koşuşurken koğuşun ağır demir kapısı gürültü ile açılıp İKM’ler (İnfaz Koruma Memurları) koğuşa doluştu. Bu günkü aramaya başgardiyan RSK nezaret ediyordu.

Mahkûmlar arama sırasında koğuşun bahçesine çıkarıldı. Nezaret için sadece öğretmen Nevzat bey kaldı. Gariplerim endişeli adımlarla bahçeyi turlarken İKM’ler ince ince aramaya başlamışlardı bile. Bakalım bugünün zayiatı neler olacaktı?

Hapishaneler Ceza İnfaz Kurumu olalı beri senelerin gardiyanları da İnfaz Koruma Memuruna dönüşerek statü atladı. Artık onlara kısaca İKM deniliyor. RSK ise İKM’lerin amiri. Mahkûmlar, her arama sonunda mekanik bir sesle “Rabbim Sizi Kurtarsın” dediği için bu sevimsiz ve buz gibi soğuk bakışlı iri yarı esmer adama kendi aralarında kısaca Reseka diyorlar.

İki katın araması fazla sürmedi. Biraz sonra infaz koruma memurları buldukları “amacı dışı” kullanılan malzemeleri alt kattaki masaların arasından geçerek kapının önüne yığdılar.

İlk bulunan ihraç hâkim Mustafa beyin yarısını kesip büyükçe bir tasa dönüştürdüğü, içine elma ve portakallarını koyarak taze kalması için pencere demirlerine astığı beş litrelik su şişesi oldu. Sonra ihraç komiser Şerif beyin buzdolabındaki ayran doldurduğu bir buçuk litrelik gazoz şişesi İKM’lerin hışmına uğrayarak içindeki ayran lavaboya boşaltılıp boş gazoz şişesi kapının önündeki yığına doğru fırlatıldı. Ardından ihraç doçent Salih beyin yarısını kesip su doldurarak haftada bir kantinden gelen nane ve maydanozu taze kalmaları için içine koyduğu su şişesi alındı.

Tabi infaz koruma memurlarının ilk gözüne çarpanlar “amacı dışında kullanılan” su ve gazoz şişeleri, yoğurt ve helva kutuları olmuştu ama daha ustalıkla saklanan şeyler de kısa sürede ele geçirildi. Mesela, ihraç İngilizce öğretmeni Salih beyin çakmak ateşi ile ısıtarak eğip askıya dönüştürdüğü plastik kaşıktan yapılma duvar askılıkları gardiyanlar tarafından hışımla kırılarak yerinden söküldü.

İhraç doktor Melih beyin kaligrafi kalemi haline getirdiği kırık kurşun kaleme el konuldu. Hâlbuki zavallı Melih bey onun için ne çok emek harcamıştı. Diğer mahkûmlara verilen atölye ve kurs imkânlarına sahip olamadıkları için normal kurşun kalemi ikiye kırmış, ucunu eğri bir kaligrafi kalemi haline getirebilmek için dakikalarca mutfak lavabosunun yanındaki pürüzlü zemine sürterek düzeltmiş sonra da aramalarda bulunmaması için bileklik yaptığı boncukların arasına özenle saklamıştı. Ama gardiyan boncuklarını koyduğu karton helva kutusunu alt üst edince kalem de ortaya çıkmıştı.

İhraç fizik öğretmeni Süleyman beyin tespih yapmak için topladığı, günlerce su dolu şişede bekletip duvara sürte sürte kenarlarını düzeltip bir ipe dizdiği yüz yirmiden fazla zeytin çekirdeğini kaptırması ise tabiri caizse tüm koğuşun yüreğine oturdu. Aslında normalde alınmayan zeytin çekirdekleri RSK’ya yaranmak isteyen işgüzar yeni bir memur tarafından alınıp atılırken arama nezaretçisi Nevzat bey de itiraz edemediği için nemli gözlerle zeytin çekirdeklerinin ardından bakakalmıştı.

Gardiyanlar bu suç(!) aletlerini toplarken başgardiyan RSK azametle başını kaldırmış, birinde cop olan ellerini arkada birleştirmiş bir şekilde geziniyordu. Bir yandan da başını hiç hareket ettirmeden en ufak bir duygu zerresi barındırmayan gözleriyle bahçede volta atan mahkûmları ara ara pencereden süzüyordu. Gardiyanlar aramayı bitirip bulunan tüm sakıncalı eşyaları kapı önüne yığınca yanlarına gelerek durdu etrafı gözleriyle şöyle bir kolaçan etti. Sonra İKM’lerin onca dikkatlerine rağmen gözlerinden kaçan koğuş penceresindeki sakıncalı eşyaya doğru yavaş adımlarla gitti. Azametinden hiç eksiltmeden bir eli arkada dururken diğer eliyle mahkûmların kızgın sabah güneşinden korunmak için astıkları penceredeki çarşafı yırtarak çıkardı. Aceleyle yanına koşan genç infaz koruma memuru İsmail’i adeta gözleriyle döverek elindeki çarşafı uzattı. İsmail korkuyla başını yere eğdi. İnce aramalarla meşgulken gözlerinden kaçan bunca bariz bir hata affedilir gibi değildi elbette.

Mevzuat gereği koğuşa gelen her eşya sadece yapılış amacına göre kullanılmalıydı. Ayran şişesinde su, su şişesinde ayran ya da mahkûmların kendi yaptıkları soğuk çay olmamalıydı. Cuma ve cemaatle kılınan vakit namazları için yere battaniye sermek ya da güneşi engellemek için pencereye çarşaf asmak kesinlikle yasaktı. Pandemi ortamında kalabalık koğuşlarda hijyen ve koruyucu hekimlik şartlarından mahrum olan mahkumların yapmak cüretinde bulundukları sirkeler kesinlikle en tehlikeli ürünler arasındaydı. Mahkûmların defalarca dilekçe verip istemelerine rağmen çamaşır suyu ve sirke verilmediği gibi zorlukla üretilenlere de anında el konuluyordu. Hâlbuki ihraç komiser Murat bey elma sirkesini yapabilmek için ne uğraşmıştı ama şu an koğuşa lavaboya dökülen beş litrelik yarı olgunlaşmış sirkenin kokusu yayılmıştı.

İnfaz koruma memurları kısa sürede işlerini bitirip “amacı dışında kullanılan” eşyaları çöp torbaları içine doldurup diğer koğuşların aranmasına geçtiler.

Onlar koğuşun ağır demir kapısını hızla çarparak kapatıp gürültü ile kilitlerken onca emek ve masrafla okumuş meslek sahibi olmuş, çoğunlukla memleketin gariban kesiminden gelen mahkûmlar gündelik işlerine dönmüştü.

Amacı dışında kullanılan bir plastik şişeye tahammül edemeyen kudretli azametli cânım devletimiz, yetişmiş insan sermayesi olan doktor, mühendis, asker, öğretmen, öğrenci, emniyet mensubu ve daha birçok meslek gurubundan on binlerce insanı en verimli oldukları çağlarda toplumdan koparıp damgalayarak ya cezaevlerine doldurdu ya da toplumdan soyutlayıp insan dışılaştırarak toplum dışına itti.

Biz cahil(!) insanlar anlamayız ama, hikmetinden sual olunmaz devletimizin vardır elbet bir bildiği…

Belki de dünyanın en otoriter ve antidemokratik yönetimlerinden biri olan bir buçuk milyar nüfuslu Çin’den sonra en büyük cezaevini inşa ediyor olmakla övünen zalim muktedirlerin yapmak istediği tam da budur. Aynen Pol Pot rejiminin yaptığının modern versiyonunu.

Dört yanı betondan, eğitimli insan öğütme makineleri!…

Billur Düşler / Yaşar Beçene

Billur düşler uzaktan..kardelen rüyasından

Başkadır ılık rüzgâr; bir ileri bir geri

Taze baharlar damlar ızdırabın yasından

Aşklar aralar ilkin bildiğin perdeleri

Billur düşler uzaktan..kardelen rüyasından

Pervânedir kanatlar kanayan ateşlere

Nazarın ufka döner semalar alevlenir

Köpüren duygulara şavkıyan güneşlere

Gıpta eder yüreğin; sevinir de sevinir

Pervânedir kanatlar kanayan ateşlere

Yıldızların kalbine d/okunan akşamların

Ölüm sessizliğini durduran elinden tut

Mülteci bakışlara veda eden gamların

Sükûtunda bin çığlık.. çığlığında bin umut

Yıldızların kalbine d/okunan akşamların

WordPress.com'da bir web sitesi veya blog oluşturun

Yukarı ↑