HAYATIN TEORİSİNDE KAYBOLAN KARAKTER: OBLOMOV/ Mehmet Akbaş

Oblomov, İvan Aleksandroviç Gonçarov’un sayılı birkaç eserinden en meşhur olanıdır. Gözlemci bir okuyucu bu kitabı okurken birçok kaynağa bakması ve değişik başlıklarda Google araştırması yapması gerekebilir. Çünkü Oblomov birçok bilim dalının ustaca meczedildiği bir eser. Ekonomiden felsefeye, sosyolojiden psikolojiye oradan pedagojiye birçok alana dokunur yazar. Bunun nedeni, kanımca, Gonçarov’un yöneticilik dahil devletin birçok kademesinde görev yapmasının yanı sıra babasının geniş topraklara sahip bir tüccar olmasıdır. Bu durum yazara geniş bir alanda gözlem yapma imkanı sunmuştur. Yüksek öğrenimini dilbilim fakültesinde yapan Gonçarov edebi yönünü pekiştirip yazım sanatının inceliklerine mektepli olarak vakıf olmuştur.

Eser ilk olarak 1849 yılında bir dergide Oblomov’un Rüyası başlığı ile yayımlanmıştır. Daha sonra bu taslaktan yola çıkan yazar, 10 yıl kafasında taşıdığı Oblomov’u 1 ay gibi kısa bir sürede yaklaşık 600 sayfalık bir metne dönüştürmüştür. Kitap bu şekliyle 1959 yılında basılmıştır. 

Kapitalizmin etkilerinin yavaş yavaş Rusya’da görülmeye başlandığı bir döneme denk gelen kitap ülkede büyük yankı uyandırmış elden ele dolaşmıştır. İlk bakışta tembel bir Rus soylusunun hayatta karşı karşıya kaldığı durumlara verdiği ruhsal, düşünsel ve fiziki tepkiyi anlatan bir kitap olan Oblomov; dünya edebiyat literatürüne Oblomovluk tabirini sokmuştur. Eser o dönemde Rus edebiyatında işlenmeye başlayan uyuşukluk, hareketsizlik olgularından dolayı her mecliste tartışılır olmuştur.

Başta bahsettiğimiz sosyal bilimlerin ustalıkla harman edilmesi romanlar öğretici değildir diyenler için cevap niteliğindedir. Yazar Doğu-Batı karşılaştırmalarıyla sosyolojiye, Ştolts karakteriyle ekonomiye, karşıt iki karakterin çocukluğuna inerek pedagojiye ve baş kahramanın ruhsal durumuyla psikolojiye öneriler sunmuştur. Burada benim en dikkatimi çeken nokta pedagojiye yapılan vurgulardır. Kitabın yayınlandığı 19. Yüzyıl ortalarında dünyada henüz bu noktada doğru düzgün bir sav ortaya konulmamıştır. Fakat bugün Türkiye’de pedagogların anlattığı bir çok olguya kitapta şahit olur okuyucu.

Mesela kitapta Batı ekolünü temsil eden karakter Ştolts’un çocukluk dönemi şu şekilde resmedilir. Ştolts, aşarı bir cocuk olması nedeniyle ve hemen hemen her gün evine yüzü gözü kan içinde gelmektedir. Annesi sürekli tekrarlanan bu durum karşısında ağlar, babası ise hiç bir şey yokmuş gibi davranır. Hatta daha da ileri giderek Ştolts için yaman bir oğlan olacak şeklinde ifadeler kullanır. Annesi itiraz eder bazen ezilen burnunu bazen de yüzülen dizlerini hatırlatır. Bu sefer baba burnu kanamayan çocuktan ne hayır gelir şeklinde karşılık verir. Bunları söyleyen Ştolts’un babası bir Alman’dır. Ve bilinçli bir tercih ile oğlunun sokakta hayatı yaşayarak öğrenmesini ister. Alman ekolünün yanında batıyı da temsil eden Ştolts küçüklüğünde sokakta elde ettiği problem çözme yeteneği ile hayatın her noktasında hareketli ve beceriklidir, aynı zamanda disiplinli.

Arkadaşının aksine dilimizdeki tabirle; el bebek gül bebek ve ana kuzusu olarak yetişen Oblomov, en basit bir ihtiyacını gidermek için bile birisinin yardımına ihtiyaç duyar. Çünkü çocukluğunda dadısı, annesi ve halalarının gözü İlya İlyiç’in üzerindedir. Etrafından sürekli şu sesler yükselir; Aman üşümesin, aman hasta olmasın, aman ağlamasın, aman düşmesin. Böyle bir çocukluk geçiren İlya yetişkinliğinde düşünsel kabiliyetlerin de tesiriyle tam bir uyuşukluğa salar kendini.

Tam bu noktada Oblomovluk devreye girer. İlya İlyiç’in bilinçli bir tercih ile Oblomovluğu seçtiğini söyleyenlerin sayısı az değildir. Bunun nedeni onun ileri seviyedeki hayatı çözümleme yeteneğidir. Bir işe kalkışmadan 10 adım sonrasını hesap eden hatta işin nihayette nereye varacağını doğru tespit eden bir ferasete sahiptir. İçinde yaşadığı toplumun yaşam kalıplarından haz almayan Oblomov, kendini bilinçli bir hareketsizliğe hapseder. Çünkü çevresinde tanıdığı burjuva sınıfının davetten davete koşması, eğlence kültürü ve ikiyüzlü insan ilişkileri ona göre değildir. O, hayatın anlamının bu olmadığını düşünür. Bir yerde ‘’Benim gibi yatmıyorlar ama onlar da sinekler gibi dolanıp duruyorlar, ne anlamı var bunun’’ ifadelerini kullanır.

Başka bir yerde ‘’Bastığımız yeri yoklayarak yürümeliyiz; bazı şeylerden gözlerimizi çevirmeliyiz, mutluluk elimizden kaçarsa isyan etmemeliyiz; hayat budur işte’’ ifadelerini kullanır kahramanımız. Bir ara gönül verdiği kız ile geleceğe dair mutlu hayaller kurar. Fakat o, müthiş ferasetiyle muhatabını ve kendini mutsuz bir hayata mahkum edeceğini sezerek yine bilinçli olarak bu kızdan uzaklaşır. Bana göre Oblomovluk, bir kanadı çok güçlü ama diğer kanadı küçükken yaralanmış bir kuşun yaralanan kanadını hareketsiz bırakarak kendini tek kanada mahkum etmesidir. Çünkü Oblomov hayatın teorisini çok iyi çözülmemiş ama doğru hayatı yaşamak için bu doğru teoriyi asla pratiğe geçirmemiştir. Çevresindeki hayatların ve kişilerin anlamsızlığına çok takılmış, yaptığı planları sürekli erteleyerek hayatı ıskalamıştır. Yani kırk defa ölçmüş, yüz defa ölçmüş ama hiç biçmemiştir.

Hakikat Arşı’na İmanî BİR Miraç / F. Vera Deniz

-Göklerin kapısında Nur ve Feyzi-

Güneş, Karadağ ile Hacı İbrahim dağı arasından altın gibi başını uzatmış, üçüncüleri Allah olan iki yolcuya göz kırpmaktadır. Kalplerini birbirlerine rapteylemiş, Peygamber (sav) in ayak izlerini takib ede ede yola revan bir atlı ve hemen yanında yâr-ı gârı;

“Nur ve Feyzi”…

Nur, atının üzerinde ufukları seyre dalar. Avuçlarında dünün toprağıyla yarının çatlamaya hazır kapalı tohumları saklıdır. Tohumlar Feyzi’nin yüreğine düşer. Filizlenir, neşvünema bulur.

“Yaz kardeşim!” diyecektir az sonra…

“Yaz!” 

Kalem hazırlanır.

Hızır (AS) ile İlyas (AS)’ın âb-ı hayat suyundan kana kana içmeleri gibi ledün çeşmesinden feyizler akar yüreklerine. Kalemi yüreğinin mürekkebine batırıp yazmaya başlar sır kâtibi Feyzi… Rüzgârla çiçeklerden dökülen çiğ taneleri gibi dökülür Nur’un dudaklarından kelimeler;

“Kâinattan hâlikını soran bir seyyahın müşahedatıdır.”

 

-Göklerin Kapısında-

Mavidir sevdası Verâ’nın yeryüzüne sığmaz, semaları boylar. Gâh güneşin göğü terk edişine ağlar, gâh bir kuşun kanadına tutunup, sonsuz mavilikleri cevelân eder. Hisleri hayale, hayali kaleme havale eder…

Bu dünyaya gelen her misafir gibi o da Hâlık’ını tanımak, bilmek ister. Gizli hazine idi bilinmeyi istedi ve kâinatı yarattı Allah. Hak hazine, bütün kâinat tılsımsa eğer ve ilk vahiy “Oku!” ise kâinat kitabını okumaya, bakmanın ötesinde görmeye başlamak gerek. “Görünen”,”görünmeyen”e tanıklık eder. Kâinata sadece ruhun penceresi olan beden gözü ile değil sanki bütün duygularına birer beden verilmiş de, her bedenine hassas bir göz takılmış gibi, kalp gözü ile iman penceresinden, gönül gözü ile muhabbet penceresinden, merhamet gözü ile şefkat penceresinden, akıl gözü ile hikmet penceresinden bakar seyyah ve misafiri.

Haydi gel!  Mis kokulu rayihaların rüzgârıyla, zamanın içinden geçip eşlik edelim Nur ile Feyzi’ye. Göklerden bir seda işitildi bile…

“Bana bak! Aradığını sana bildireceğim.”

Feyzi ve Nur göklerin sesine kulak kesilir. Zahirden bâtına açılan perdeler hafifçe kıpırdanarak sûret’in ardındaki nazlı ‘hakikat’ göz kırpmaya başlar. Hz Ali mihmandarlığında maddeden mânaya kutlu bir yolculuk başlar. 

Zamanın altın ilmeklerine tutunup göğe doğru sevinç üveyikleri gibi yükselirler. Adeta bir sırrın izini sürercesine yedi kat göğü keşfe çıkarlar. Hür maviliğin bittiği yere kadar varırlar. Dünya öyle küçülür öyle küçülür ki denî olur. 

Zamanın çatladığı çizgiden evrene akarlar. Sonra bir Kehkeşan’ın içerisinde bulurlar kendilerini. Sanki sema bir deniz, samanyolu da bu denizde bir ada gibi görünür. İnsanoğlu iki trilyon galaksiyi keşfedebilmişse de nice bilinmezler gizlenir sema denizinde. Dünyamızdan binlerce kat daha büyük yıldızları ve gezegenleri görürler. Tüm bunları birbirine çarpmadan ve direksiz tutan bir Zât’ın azametini zihinlerinde tesbih ederler. 

“Yedi kat gök, yer ve bunların içindekiler O’nu tesbih eder. O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur, fakat siz onların tesbihlerini anlamazsınız. Şüphesiz O Halimdir, Gafurdur.”İsra Suresi:44

Bin ayet güler yüzlerine. Bin ayet şahit sözlerine… 

Güneşi görürler kendisini yakarken etrafını yaşatan. Yıldızlar adeta gökyüzüne serpilmiş çiçekler gibi göz kırpar seyyahlara…

Ayın gümüş ışıkları altında dünya semalarından inerler hece hece göklü misafirler.   Yaz der Nur. Yaz kardeşim Feyzi!

“Ey şiddeti zuhurundan gizlenmiş! Ve azamet-i kibriyasından ihtifa etmiş olan Kadîr-i Zülcelâl!”…. Senin Rububiyetinin haşmetine ve herşeyi icad eden kudretinin azametine zâhir delalet… ve hadsiz semavatı ihata eden hâkimiyetinin ve her bir zihayatı kucağına alan rahmetinin hadsiz genişliklerine kuvvetli işaret…

 Hz Ali (ra) ın rahlesinde Ramazan ayının da bereketiyle Ayetül Kübra’nın telifine başlanmıştır. Artık sır kapısı aralanmış, Nur’dan Feyzi’ye ilahi hakikatler katre katre akmaktadır. Katre ve ırmağın aslı deryadandır. Derya ise Vahdettendir. Vahdet saf su gibidir. Su, girdiği kabın rengi ile görünür. Hakikatler,  kabı ilim ve takva olan Feyzi’nin kalbine ığıl ığıl akar. Feyzi hakikat sırlarına mazhar, nur sırlarına kâtib olur. 

Bir kez daha bakarlar Allah’ın rahmetine ayna olan gökyüzüne. Nasıl da kucaklamıştır tüm varlığı sevgi ve şefkat ile… Gözler ân olur içimizdeki göklere, ân olur semadaki göklere açılır. Bazen de kaçılır gökyüzüne, yeryüzünden bunaldıkça… 

Göklerin fısıltısını ve mâna ezgilerini duyan Feyzi Râd kapısında yeniden yazmaya koyulur.

“Kâinattan hâlikını soran bir seyyahın müşahedatır”

 

Umulur ki her insanın gönlünde bir gökyüzü olsun. Öyle bir gönül ki tüm insanlığı sevgi ile kucaklayabilecek enginlikte olsun.

Yas’ın Edebî Tadı: Yas Günlüğü / Cihangir Asyalı

İnsan, yasını ve kederini içinde tutar; yüzünde taşır. Lakin her insan böyledir anlamına gelmez bu. Kimi insanlar da konuşarak rahatlamayı seçer. Hele hele şair, yazar ve sanatçılar, onu, sanatıyla ortaya koyma ve herkese mal etme konusunda pek cömerttirler. Düşünürler de öyle. Çünkü bir güç, onları bu işi yapmaya sürükler. Öyle olmasaydı başka insanların yapıp ettiklerini nasıl öğrenir, kendimizi tanıma ve doğru ifade imkânını nasıl bulurduk.

Bir sokaktan başlayarak bütün bir dünyayı içine alacak şekilde “İnsan insanın aynasıdır.” denilebilir. Bir insan, hisleriyle, sonra da fikir ve yaşantısıyla bir başka insana ışık tutar ya da bir başka insanı yansıtır. Acıda, kederde, sevgi ve sevinçte birbirimize benzememiz bundandır. “Biz bize benzeriz” sözü de buradan doğar. Birbirimize olan benzerlik genelde böyle olsa da, özelde her insanın aynasına ışık tutan ya da sesine yankı olan bir “ruh akrabası” olduğu muhakkaktır.

Bazen tevafuken karşımıza çıkan bazen de adresi elimize verilen sanatçılar olmasaydı, onların eserleri bizlere aracılık yapmasaydı, başkalarının neler yaşadığını, olaylar karşısında ne düşünüp neler hissettiklerini bu denli anlayamazdık sanırım. Belki de, yaşadığımız tecrübeleri dünyada yalnızca kendimiz yaşıyor sanır, acıların getirdiği yükü taşıma gücünü kendimizde bulamazdık. Yalnız kalırdık bir bakıma. Kendimizi anlatmak ya da anlaşılmak hayli zorlaşırdı.

Bundandır ki, şair ve yazarlara, özellikle de düşünce ve hislerini edebiyatın altın suyuyla yoğuran, yoğurup da onu bir süt gibi sunan mütefekkir kalemlere çok şey borçluyuz. Mesela, bir insan, bütün insanlığın ortak kederi olan ölüm karşısında ne hisseder. Hele bu ölüm, çok sevdiği ve birlikte anılar biriktirdiği birinin, annesinin ölümüyse nasıl bir tavır sergiler, ne düşünür, neler söyler? Bütün bunlar, işte o birilerinin içini döküp açık etmesiyle anlaşılabiliyor ve fark ediliyor.

İşte, onlardan bir tanesi olan ve annesinin ölümü karşısında, hayattaki en büyük dayanağını kaybeden Roland Barthes’ın, satırlara döktüğü “Yas Günlüğü” ruh akrabası kimselere tutulan bir ‘ışık’ olarak böyledir. Ve mutlaka, farklı aynalarda çeşit çeşit renk ve desenlerle yansıyacaktır. Barthes, yasını içinde saklasa ve onu bir ‘anıt’bırakma düşüncesiyle başkalarıyla paylaşmayı seçmese, başka bir coğrafya ve kültürde yaşayan bir ölümlünün, ölüm karşısında yaşadığı ruh karmaşasını ve ıstırabı nereden bilebilirdik.

Anıt diyorum; çünkü bu eser bir yas anıtı. Yazarının, her şeyin geçiciliğini bildiği ve bunu ifade ettiği halde, sırf annesi hürmetine kalıcı bir eser bırakma çabasından doğuyor. “Anımsamak için mi yazmalı?” diyor, “Anımsamak için değil de mutlak olarak beliren unutmanın büyük acısına karşı koyabilmek için yazmalı.” Yani hatırlama yerine sürekli bir anma, hatta bir anıt bir abide olarak geleceğe bırakma düşüncesiyle… Sözlerini şöyle sürdürüyor, “Kısa süre sonra artık hiçbir iz kalmayacak, hiçbir yerde, hiç kimsede.” Ve ekliyor, “Anıtın gerekliliği.” Çünkü tanıklar da bir bir ölüyor.

“Yas Günlüğü” adı üstünde bir ‘günlük’ ve zaten bir günlük olarak okunabileceği gibi, bir şiir, bir düşünce ya da aforizmalar kitabı olarak da okunabilir pekâlâ. Yazarın kendisi şair sıfatı taşımasa da bir filozoftur ve edebiyatın ne olduğunu çok iyi biliyor. Ve bir okur olarak biz de cümleler boyunca ilerlerken, Bachelard’ın deyimiyle, “Okuduğumuz eserin ‘yandaşı’ oluveriyoruz.” Nasıl olmayalım, Barthes, neredeyse her cümlesiyle, kedere bile kattığı edebî tatla okurunu içerden kuşatıyor ve onu yanına almayı kolaylıkla başarıyor.

Yasın daha dördüncü gününde şöyle bir cümle kuruyor mesela: “Acı çekmiyor o artık” cümlesindeki “o” neye, kime gönderiyor? Ne anlama geliyor bu şimdiki zaman?” Çünkü “o” ölmüş. O şimdi acı çekmiyor, cümlesinde, “o” ve “şimdi”nin bir karşılığının olmadığını fark ediyor. Ölmüş biri için zaman da durmuştur yani. Nâbî ismiyle kastedilen mana gibi, “iki yok”la karşı karşıya kalıyor yazar. Ve bu durumun verdiği acıyla iradi bir yas tutmaya koyuluyor. Makul bir süre de belirliyor bunun için ve Larousse Momento’nun bir anne veya babanın yası için makul gördüğü on sekiz aylık süreyi dikkate alıyor.

Sıkı bir Marcel Proust okuru olan yazar, Proust’un annesine yazdığı mektupları nazara vererek, aslında günlüğünün çıkış noktalarından birini de ele veriyor. Satırlarını yalnızca annesinin ve yasın değil, insanın, edebiyatın ve hayata dair pek çok şeyin üzerinde dolaştırıyor. Ve “Herkesin kendi keder ritmi vardır.” diyerek, kendinin ama aslında kendiyle birlikte insanın kederini ortaya koyuyor. Sık sık çıktığı seyahatlerde, annesinin yokluğundan doğan “gönül kuruluğu” hiç bitmiyor mesela. Bir Kazablanka seyahatinde annesini düşünürken kendi kendine şöyle diyor: “Ruhlara, ruhların ölümsüzlüğüne inanmamak ne barbarlık. Maddecilik ne budalaca gerçeklik.”

Barthes, annesinin ölümünden üç, Yas Günlüğü’nü yazmasından bir yıl sonra bir trafik kazasında ölene kadar, nice sorgularla, nice soru ve cevaplarla yaşadı kim bilir, bunu bu kitaptan elbette ki göremeyiz. Fakat başka yerlerde ve zamanlarda benzerlerinin ne söylediğini anabiliriz burada. Mesela, “Ufuklar” şiiriyle Yahya Kemal, his noktasında, “Anneler ve Çocuklar” şiiriyle de Sezai Karakoç, düşünce noktasında Barthes’la ruh akrabası olur.

Yahya Kemal: “Annemin na’şını gördümdü/Bakıyorken bana sabit ve donuk gözlerle,/Acıdan çıldıracaktım/Aradan elli dokuz yıl geçti./Ah o sabit bakış el’an yaradır kalbimde” der, kederiyle benzer. Sezai Karakoç da: “Anne öldü mü çocuk/Bahçenin en yalnız köşesinde/Elinde siyah bir çubuk/Ağzında küçük bir leke/…/Kaçar herkesten/Durmaz bir yerde/Anne ölünce çocuk/Çocuk ölünce anne” diyerek psikolojik bakış açısıyla benzer Barthes’a.

“İnsan insana benzer”evet. Bir Oscar Wilde, bir Thomas Hardy ya da Herman Melville, anneci olma noktasında Proust ve Barthes’a ruh akrabası olsa da, aslında nice şiir ve şarkıda “anne” diyen şair ve sanatçılar, insanın bir anne kuzusu olduğu gerçeğini ve evrensel bir ruh akrabalığını ortaya koyarlar.Babanın yeri mahfuz olmak kaydıyla diyebiliriz ki, “anne” bir insan için vatan gibidir. Ondan herhangi bir sebeple ayrılık kederdir, gurbeti ve yalnızlığı çağrıştırır.

Sözü, Barthes’la noktalayalım: “Kıyılardan uzaklaşmışım -keder denizinin açıklarındayım, hiçbir şey düşünmüyorum. Yazı yazmak artık olanaksız.”

Cihangir Asyalı

Aralık / Kehribar

Yıllardan nar ,aylardan Aralık.
Beklenen ve bekletilen,çaresiz, kimsesiz.
Geride kalanlar şiirdeki kadar ümitsiz .
Uğurladıklarına ne el salladılar, ne de mendil.
Göç için yola koyulan kervan sahipsiz ve sessiz .
Yüzlerini soğuk veya yakan sıcak rüzgar okşadı ,anne,çocuk, baba, dede,nene değil.
Son sözleri elveda olamadı ,son şarkıları sensiz geçen o baharın ne tadı ne tuzu diye mırıldandılar.
Yutkunurken büyük bir lokmayı yutamayan boğaza inat, ağrının acısını göz pınarlarından
akıtamadılar.
Yazamadılar,seslenemediler, ölümleri de kimsesizdi,yaşamları da.
Birileri bir şeyler söylüyor ,yazıyor fakat meselenin ne tam içindeler, ne de tam dışında.
80 nindeki insanın zar zor yürüyüşü mü göze,yüreğe dokunan ? Doğmaya çalışan bebeğin ızdırabını
korkusundan hissedemeyen annenin buz kesmiş yüreği mi yoksa?
Yaşayanlar yaşamayanlara anlatadursun.Yaşamayanlar yaşayanların anlatacakları kadar olamaz.
Dil de lal ,gönül de.
Söz de kayboluyor,yazı da.
Öz de kayboluyor ,köz de.
Belki bu mevsim böyle geçecek , bir fidan bulan sevinecek gidenler arasından, sadece.
Kaç hakikat ,kaç yolcu, kaç çoban daha gidecek memleketinden ,benliğinden,özünden .

Kehribar

Yenildim / Ceylan Güriçin

Bir endam aynası karşımda
Adım sayıyorum kendime
Aldım, verdim, ben seni yendim…
Yendim, deyip gözgöze geliyorum kendimle
Yendim…
Yendim…
Yenildim…
Ruhumun ilhamlarına sığınıyor iç sesim
Dar sokaklardan geçiyor çığlıklarım
Mağlup olmuş bakışlarım
Hadi baştan
Aldım, verdim, ben seni yendim…
Yen-dim…
Yen-dim…
Ye-nil-dim…
Bu sefer vurgulu çıkıyor her hece
Yankılar zihnimin kıvrak koridorlarında:
Dim, dim, dim…
Ye-nil-dim…
Zamana yolcuğa göz kırpıyor anılar
Rafların tozundan nasipleniyor başımdaki kır saçlar
Açığa çıkıyor defteri kapanan hesaplar
Alacaklıyım aslında her karesinde
İstemekten de yorulmadım her seferinde
Lakin,
imtihanlar kuşağı hemhemesinde
Nuh’un (AS) nidasına kardeş bir serzenişle
“Mağlup oldum Ya Rabbi!” ile benzer bir nefesli beste:
Yenildim…
Yunus (AS) gibi bir kaburga presinde
Sesim zamanın dalgalarına karışıyor
Kendine zulmetmenin inkisarı hücrelerimde
Sesim beden kuyusundan dışarı sadece
Üç heceyle atabiliyor kendisini, alelacele
Yenildim, yenildim, ye-nil-dim…
Neden mi bu kendime adım sayış
Neden mi bitmek bilmeyen bu arşınlayış
Çünkü, çünkü…
Sefinemi yağmaladı zamanın bedevileri
Yağmaladılar acımasızca, dünya dilencileri
Hayırda yarışmaktı ziyneti oysa
Yolcularımı savurdu dalgalar
Herkes can telaşında
Canan telaşında, evlât arayışında, hayat kavgasında…
Nehir mi desem deniz mi
Yoksa bir okyanus mu düşülen
“Ol” emrini kuşanmış bir omuz edasında.
Kıyıya uğurluyor sefinemin emanetlerini
Üzmüyor, dağıtmıyor bedenlerini
Şecere-i yakte doğru itiyor takatsiz tenlerini
Ben, ben ise…
Elimi Arşa kase yapmış, seyirdeyim
Yüreğim emanetler kadar, parça parça.
Nükseden hastalıklar bünyemde hapis
Zerkedilen zehirler cüssemde hapis
Uyumayan dertler, müptelâm
Zihnim, kalbim hep uyanık, abdestim hapis…
Sefinem tamamen selamete erene kadar can, can ise tende hapis
Izdırabım ızdırar ile kardeş
Dualarım felâhın kapıcısı
Ferec ve mahrece kapı aralığı gözlüyor gözlerim
Derdimin adı belli: Sefinem
Seferin Sahibi (CC) belli, duam tek sermayem
Ve dilimde o üç hece
Ye-nil-dim…

Ceylan Güriçin

Bir Sevda Hali / Zeren

Bu nasıl bir şey, bence tanımlanmamalı… Her tanım onu sınırlandırmak olur, bir kalıba koymak… Oysa aşk her gün yeni bir anlam kazanmalı, hatta bazen manasını kaybetmeli ve mantığını. Sonra yeniden bulmalı kaybettiğini, öyle hızlı olmalı ki nefes nefese kalmalısın yetişmeye çalışırken ve öyle yavaş olmalı ki uykuya dalmalısın onu dinlerken. Bir an her şey olmalı, evren onunla dolmalı. Bazen sadece içine sığmalı.

-Dostum iki ihtimal var, ya aşık oldun ya şair?

Dudağının kenarında belli belirsiz bir gülümseme oluştu. Gözlerinde muhatabını merakta bırakmaya yetecek kadar ima vardı:

-Ya da kaşif desek nasıl olur?

-Hımm, tabii. Evet keşfedilmişi yeniden keşfeden kaşif. Sen şu işin doğrusunu anlat bakalım tek soru, kim bu?

-Kim değil ,doğru soru ne bu? İşte ben de onu bulmaya çalışıyordum, sonra buldum. Aşk sandığımız şey değil, yani ne sanıyorsak o değil, nasıl sanıyorsak o değil. Hep eksik hep fazla.Onun kalbi işgali gayrisinde bütün duyguların ortamı terkidir. O acı çektirmez acının kendisidir, panzehir istemez devanın kendisidir…

 Devam edecekti arkadaşı gözlerini bir sağa bir sola devirerek sözünü kesmeseydi:

   -Aşıyor beni bunlar, benim kafamı karıştırmayı bırakmalısın, hele kalbimi hiç.

  Ayağa kalktı, çayını tazeledi. Merakla bekleyen arkadaşının yüzünde ender rastladığı bir ifade vardı. Muhtemelen delirdiğini düşünüyordu. Gülümsedi:

      -Dur tamam anlatayım.

Çayından bir yudum alıp koltuğuna oturdu yeniden.

     -Pekala, nasıl istersen. İşin felsefesinin sonraya bırakıyorum. Dün restoranda oturmuş yemek yerken masaları konuşmalarını duyabileceğim uzaklıkta bir çift dikkatimi çekti. Yemekleri bitmiş sohbet ediyorlardı.Elbette isteyerek dinlemedim ama duymamak elde değildi. Genç adam bir ara karşısındaki kadına işte bütün ezberimi bozan o cümleyi söyledi.

       -Bak işte bunu çok merak ettim. Seni bu denli bir keşif yolculuğuna çıkaracak ne söyledi acaba?

Arkadaşının üslubu alacıydı ama aldırmadı. Kendisi de bir o kadar ciddi:

       -Adam dedi ki “çok güzelsin.”

       -Neeee?

Arkadaşı alaycı tavrındaki haklılığı pekiştirmenin rahatlığı ile kahkaha atıyordu. Yine aldırmadı. Kahkahalar arasında daha iyi duyabilsin diye sesini yükseltti:

       -Ama adamın gözleri görmüyordu.

Bıçak gibi kesti gülmeyi arkadaşı. Duyduğu hafiften mahcubiyeti örtbas etme adına mırıldandı:

        -Canım ağız alışkanlığı falandır.

Yorumunu duymazdan geldi arkadaşının. Devam etti anlatmaya:

        -Üstelik genç kadının da görmüyordu gözleri.Adam ne kadar ciddiyet ve samimiyetle ona güzel olduğunu söylüyorsa kadının da yüzü utangaçlıkla al al oluyordu. Ama ikisi de görmüyordu birbirini.İşin ilginç tarafı ben ikisinin de samimiyetini görüyordum. Saniyeler içinde bir yığın düşünce üşüştü zihnime anlıyor musun? Bir insan görmediği birinin güzelliğinden nasıl bu kadar emin olabilir ya da görmediği birinin güzelliğini nasıl bu kadar hissedebilir ve karşısındaki bunun samimiyetini nasıl bilir güzel olduğuna inanır? Ben bunları düşünürken onlar otobüse geç kalmamaktan bahsedip kalktılar. Öyle plansız ani bir refleksle arkalarından gittim, selam verip arabamın olduğunu isterlerse onları bırakabileceğini söyledim. Ne düşündüler o an bilmiyorum, kibar bir dille teşekkür ettiler. Israr ettim, az evvel onlarla aynı yerde yemek yediğimi söyledim. Genç kadın daha güvensizdi ama ikna ettim onları. Zihnim benden bağımsız tanımak istiyordu bu genç çifti.

Arabaya bindiler üzerlerindeki tutukluğu atsınlar diye havadan sudan sorular sordum önce. Rahatladılar biraz. Sonra nasıl tanıştıklarını merak ettiğimi söyledim, mahsuru yoksa diye ekledim. 

“İlk görüşte aşk olmadığı kesin”  dedi adam.Kendi esprilerine ikisi de güldü benim gülemediğimi göremediler tabii.Sonra ciddileşti adam, “Yani öyle sandığınız gibi çok özel bir hikayemiz yok,ailelerimizin bizi tanıştırmasından ibaret. Tahmin edebilirsiniz, durumumuzdan dolayı birbirimizi daha iyi anlayacağımızı düşündüler.”  Ardından sıkıca tuttuğu kadının elini öptü, “iyi ki de düşünmüşler değil mi canım.” Kadın ” evet öyle” diye sessizce fısıldadıktan sonra başını adamın omzuna koydu.

   Aradığım gizi bulamamanın hissettirdiği o minik hayal kırıklığını “Ne bekliyordun ki” diye içimden kovmaya çalışırken genç kadının imdadıma yetişen naif sesini duydum:

-Ama bu sıradan tanışma sıra dışı sevgimize engel olmadı tabii.

Heyecanla atladım:

      -Nasıl yani? Yani demek istediğim anlatırsanız eğer dinlemeyi çok isterim.

      Hikayeleriyle bu kadar ilgili olmamın onları mutlu ettiğini hissedebiliyordum. Kadının genç adamın elini daha da kuvvetle sıktığını gördüm, anlatmaya başladı ardından:

      “Öyle çok kayda değecek, ilginizi çekecek bir hikaye değil, kusura bakmayın” diyerek anlattı. Ailelerin fiziksel durumlarından dolayı kendilerini tanıştırmalarının sorumluluğuyla ezilmisler uzun zaman. Bir vazife ,bir görev gibi görmüşler birbirlerini. Onları bir arada tutan mecburiyet hissi huzursuz etmiş hayatlarını. Ailelerin ortak nokta olarak gördüğü şeyi genç çift bir çıkmaz olarak görmüş. Çok üzülmüşler o zamanlar, çok üzmüşler birbirlerini.Kaç kez ayrılmaktan dönmüşler, kendi tabirleriyle “ölümden döner gibi”.Yüzüklerini kaç kez parmaklarından çıkarıp ceplerinde taşımışlar. Ve sonra bir gün karşılıklı anlaşarak adı ayrılık olmasa da ara vermeye karar vermişler. İşte gönül dünyalarını değiştiren döngü tam da o gün yaşanmaya başlamış.Yıpranan ilişkilerinden arta kalanları toparlayabilmek için verdikleri moladan birkaç gün sonra genç adamın ölüm haberi ulaşmış kadına. Şehir dışına yolculuğu esnasında devrilen otobüsten çıkarılan cansız bedenlerin arasında o da var sanılmış.

         Haberin ilk ulaştığı anda kadın “Sandım o an ben de öldüm” diyor, “Kalbimin yere düşüp tuz buz olduğunu sanki gördüm, sanki duydum” diyor. Bir anda bütün dünya anlamsızlaşmış, hatta kendini suçlamış. İçinden göğe doğru yükselip bütün evreni kaplayan bu acının kaynağı olarak önce vicdanını görmüş, olmamış. Daha sonra ona bu kadar alıştığından olduğunu sanmış ancak içindeki duygunun kocaman bir aşk olduğunu hissettiğinde taşlar yerine oturmuş.”Çok ağladım”diyor, “ağlamakla geri geliyorsa gidenler işte benim sevdiğim böyle gelmiş olabilir” diyerek gülüyor. “İşte bazen varlığıyla anlayamadığınızı yokluğuyla farkedersiniz”

       Bir gün geçmeden yanlış anlaşılma ortaya çıkmış.Bu sefer de mutluluktan çılgınlar gibi ağlamış. “Bir kez kaybedip yeniden bulduğumu bir daha kaybedemem” demiş o günden sonra. Bunları anlattıktan sonra heyecanla, “Biliyor musunuz” diye ekledi, “Hastaneye gittiğimde önce beni fark etmedi. Yanındakilere benden bahsediyordu,diyordu ki: Allah, gözlerini şimdi vereceğim dese, onunla bundan sonra geçireceğim bir anı bile yerine tercih etmem. O an hissettiklerimi anlatamam. Sadece sarılıp dakikalarca ağladığımızı hatırlıyorum.” 

      Yaşadıkları bu olay bir milat olmuş onlar için. İlişkilerine çeki düzen vermek için bir fırsat ve bu fırsatı değerlendirmişler onlarda her anlamda. En başta fiziki durumlarını ailelerinin düşündüğü gibi ne kendilerini birleştiren bir unsur,  ne de kendilerinin sandığı gibi ayıran bir sebep olarak görmekten vazgeçmişler. Tüm anlattıklarının sonunda eklediği şeyler çok kıymetliydi benim için. Dedi ki: 

 “Bütün tartışmalarımızda araya girmeye çalışan sevgimizi ‘Sen sus, otur’ diye bir çocuk gibi azarlamak yerine ona daha çok söz hakkı vermeye başladık. Gözlerimizle göremediğimizi kalbimize emanet ettik. Birbirimiz için tavizler vermeyi sevdik. Bu tavizleri ne görev ne fedakarlık olarak gördük ki zamanı geldiğinde başa kakmak için sebeplere dönüşmesin. Ve son olarak bence insanın içindeki sevgi de canlıdır. Beslenip büyütülmeye, korunup kollanmaya, değer verilmeye, ihtimam gösterilip itimat edilmeye ihtiyaç duyar. Beslemediğiniz, emek vermediğiniz sevgi cılızlaşır güçten düşer ve ne size ne karşınızdakine faydası olur.”

     Üçüncü yıllarının yıl dönümü yemeğinde tanıştığım bu genç çiftin son sözleri bunlar oldu.

 Verdikleri adresin önünde durdum birkaç dakika sonra.

 Vedalaşırken 

“Kusura bakmayın başınızı şişirmiş olmalıyız” dedi kadın mahcubiyetle.

 “Olur mu öyle şey zevkle dinledim” dedim ve ekledim “Şey asıl siz kusura bakmayın çoktan gelmiştik aslında ben sizi dinlemek için arabayı biraz dolaştırdım” 

İkisi de kocaman gülümsedi. 

Genç adam başını bana doğru yaklaştırdı:   

“Farkındayız merak etmeyin”.     

Ilık bir bahar dolaşır sesinde

                  Sanma tanımsız eşgali

                 Yanılmam, gülüşlerinle gördüm:

                Bu ,aşkının gönlümü işgali.

                  Söylesene sevdiğim

                Yaşadığımız sevdanın kaçıncı hâli?

                   Sarsam yaralarına öylece,

                Siler mi gönlünden hüznü, melali?

                    Yok sensizlik diye bir şey

                 Yanılmam, yüreğimle gördüm:

                    Ne güzel yanımdaysan gerçeği,

                  Değilsen hayali.

                Yanılmam ellerimle gördüm:

                   Yok başka ihtimali,

                 Çok güzelsin sevdiğim işte

               Kalbim güzelliğinin gönüllü hamalı.

                Seni anlatan kelimelerin başı belalı

              Yetersiz,aciz ,ben misali…

                 Yanılmam aklımla gördüm:

               Tüm asi yanlarıma diz çöktüren

                 Ruhundaki sevimli ihtilali.

              Adı bir ölüm,bir uçurum,

                Bir boşluk, adını anmamın ihmali

              Yanılmam ruhumla gördüm:

                  En çok ellerimize yakışan visali….

Zeren

Karadayı Ekvatorlu Atışması 2 / Mehmet Karadayı – Ekvatorlu Süleyman Halidoğlu

Karadayı

Nur yağsın eskiye rağbet edelim
Feodal düzene geçelim artık
Deveyi biraz da öyle güdelim
Gelin derebeyi seçelim artık

Ekvatorlu

Adalet, hak-hukuk külliyen zarar
İnsanın yok yere neşesi kaçar
Edebin, ahlakın ne faydası var?
Şu ütopyaları geçelim artık

Karadayı

Yağız olsun ağaların atları
Demirlesin gemileri, yatları
Ormanın içine dikip katları
Altından bir hülle biçelim artık

Ekvatorlu

Ağa dedin, hiç unutma beyleri
Keyfi arşa varsın, zulmü ileri
Fakirin açlıktan ölsün keleri
Hırsıza servetler saçalım artık

Karadayı

Bu şato olmazsa diğer şatoya
İster Kars’a yerleş ister Hatay’a
Veda edip memlekete, ataya
Diyardan diyara göçelim artık

Ekvatorlu

Sen öyle bir kazık çak ki hayatta
Gölgesiyle serinlesin beş kıta
Cennetten tapu da aldık bu hafta
Sıratın köprüsünden uçalım artık

Karadayı

Karadayı, tapşırmadan yoruldu
Hayale dalınca kalpten vuruldu
Bulanıktı günden güne duruldu
Bu duru kaynaktan içelim artık

Ekvatorlu

Ekvatorlu, tariz döşenmiş mayın
Cahil gerçek sanar, siz yanılmayın
Kabe’de ters yöne namaz kılmayın
Tertemiz bir sayfa açalım artık

Mehmet Karadayı

Ekvatorlu Süleyman Halidoğlu

Ben Bir Mülteci Demir Yolu Görevlisi / Talha Erçevikbaş

Günlerden Cuma , haftanın son mesai günü….

İncecik yağmurun altında duran , iki vagonlu kırmızı tramvay

Her yağmur tanesini bir melek indirirken yeryüzüne benim gibi bedeni ve ruhu yorgun….

Rüzgârın sesini ray tıkırtısı izlerken,

Yüreğimin kafesindeki damarlar tramvayın rayları zorladığı gibi zorluyor….

Çok şey anlatmak istiyorum lakin bedenim bu yaşanan acılarınağırlığını daha fazlakaldıramıyor.

Ince uzun vagonun iÇerisinde sıkışmış kalmış bir ruh gibiyim….

Kırmızı tramvay , duyulmayan çığlıklarım içerisinde bir istasyona ilerlemeye çalışıyor

Akşam üzeri , güneş hafiften batmak üzere , Raylarda ince uzun insan gölgeleri,

Tramvayın kömür rengi telleri aldı götürdü uzaklara yine beni

Kendimi Haydarpaşa tren GARINDA buluyorum……

Bıraktığım hali canlandı gözlerimin önünde,

Gurbete düşmüşlerin, gideceği istikameti bilen bilmeyen yolcuları

Kavuşanlar, birbirini yolcu edenler…

Dolup boşalan trenler ………..

Fakat şimdilerde oralarda Paramparça olmuş yolcu hayatları , kırgın aileler ,

tutsak çocuklarınyakınları , özlem ile kavuşmayı bekleyenler ile dolu

Ve daha nice gaybubette olupta haydarpaşa garından baska diyarlara yol almak için düşleyenler….

Sanki yorgunluğumu hisseten demir yığınının içerisinde yalnız kalıyorum

Dizlerim çözülüyor

Başım hafif tutuşmuş yanıyor

Gözlerimin feri sönüyor

En İçte derinlerde yaralarım tramvayın RAY sesi gibi acıtıyor Icimi !

Hasretten mi?….. yoksa dünyanın renklerini kirletenlerden dolayı mı?

Kendimi arıyorum tramvay rayının seslerinde

Yine kalabalığın sesi ile karışan gürültü kirliliğinin içerisinde

Alnımı yağmur damlalarının çizdiği cama dayıyorum…

Ayakta kendime zor yer bulduğum köşede, gözlerimden süzülen damla damla gözyaşları ,

sessizlik ile mühürlenmiş dudaklarıma kadar süzülüyor ……

Tramway ise yokuşu alırken sanki nefes nefese soluyor….

İçimde acıyla gözlerim dolaşıyor hicret ocağı raylarının üzerinde ,

geride bıraktığımız sevdiklerimizi düşünürken……

Tam uzaklardayken , derin derin dalmışken

Sırılsıklam kalmış kızıl saçlı , hafif kilolu , ne kısa ne de uzun boylu, gözleri yeşil iskoç asıllı Avustralyalı yolcu , yalnız , biletsiz tramvaya biniveriyor……

Nefes nefese kalmış solumasıyla uzaklardan irkiliyorum ,

Sesimi toklaştırpı “Bilet kontrol” diyorum

Önce bana bakıyor ve özür dileyerek yağmurdan dolayı biletsiz bindiğini aktarıyor ve peşine aksanımdan dolayı “Nerelisiniz? memur bey” diyor

Ben ise bir anda dudaklarımdan çıkıveren Ben bir mülteci demir yolu görevlisi

Sanki o an zaman durdu

Beden dili her şeyi anlatıyordu …

ikimizde susmuş ve gözler sessizliği ile ifade etmişti tüm olup biteni , tüm acıları özlemleri hasreti göz bebeklerimin buğusundan okumuştu sanki olup biteni

Daha fazla soru sormadı

Anlamlı sessizliğin içerisinde Ayrı yönlerde uzaklaşan

İki tramvay gibi ayrılmıştık sessizce

Yürümekte olduğum istikamette her bir cisim sanki hücreciklere ayrılıyor

Bir an kulaklarımda Musab Bin Umeyr in “ Rıza yolunda biraz cefa gördük diye Rahman’a naz mı edeceğiz.” Yankılanıyor ……

Sesim titrek, gözlerim ağlamaklı

Perişan kalbim,Ruhum ise boyun bükmüş her bir eziyete

Sesler uzaklaşıyor yavaş yavaş benden

Utanıyorum kendimden..

Bana bahşedilenlerin değerini bilememekten

Görememekten verilen onca nimeti

Utanıyorum işte..

Meleklerden Utanıyorum

Hapisteki kardeşlerimizden utanıyorum

Masum bebeklerden utanıyorum

İNSANLIĞIMDAN UTANIYORUM.

Talha Erçevikbaş

Zweig’i Ararken / Gökhan Bozkuş

Kottbusser Damm’daki kütüphanedeydim. Raflarda titizlikle bir şeyi aradığımı ve bulamadığımı anlamış olacak ki görevli kadın yanıma geldi ve yardımcı olmak istediğini söyledi. Teşekkür ettikten sonra “ich suche Zweig” dedim. Zweig’i arıyorum. Görevli kadın benimle gelin lütfen derken benim zihnimde bir yazı konusu çoktan oluşmuştu bile. Ömrü arayışla geçen, hikayeler, romanlar, biyografiler yazan , kendi memleketinde anlaşılmayan ve nihayetinde sürgünü tadan Zweig’i arıyordum.  Ne tuhaf dedim kendi kendime. O da kendini arıyordu. Ülkesinden uzakta ülkesine ağlıyordu. Yanında biricik eşi ile bu acımasız dünyayı düşünüyordu , insanlığa ve ülkesine musallat olmuş diktatörün pervasız oluşunu,  zulmünü belki de. Satranç yeni bitmişti.  Ama Zweig’de derin yaralar. Bitmiyordu zulüm , gitmiyordu diktatör. Dinmiyordu masumların gözyaşları. Haykıramıyordu herkes onun gibi. Zehiri yutmuş ve karısı Lotte ile ele ele Brezilya’da bir yatakta ölüme gidiyordu. Kendini bulamamıştı o. Sorularına cevap bulamamıştı o. Ve ben şimdi onun yaraları ile taptaze yaralanmış olan ben… Onun sürgüne zorlandığı bir iklimde, bir kütüphanede, onun dilini konuşan bir hanımefendiye ‘ich suche Zweig’ diyorum. Ne tuhaf. Ben Zweig’i arıyorum diyorum. Bulabilir miyim bilmiyorum ama görevli kadın nazikçe sordu. Hangi dilden olsun Zweig. Almanca olabilir dedim. Kendi diliyle anlamak istiyorum onu çünkü.  Tuhaf bir şey oldu sonra. Sormadığım halde, bana isterseniz Kürtçe Zweig kitapları da var dedi. Maskemi hafif indirdim ve tebessüm ettim acı acı. Kürtçe benim ana dilim ama anlayamıyorum hanımefendi. Sadece anamın ‘ez kurban’ sözleri dil azığım olarak kaldı dimağımda. Şaşırdı ve tekrar sordu. Anadilinizi anlayamıyor musunuz , dedi. Uzun hikaye dedim ve onunla Zweig’in kitaplarının olduğu raflara doğru yürüdük.

Ne tuhaf bir dünya. Ne tuhaf zamanlar. Aynı dili konuştukların seni anlayamıyor ve sen uzak diyarlarda zihin sancıları içinde intihar edip giderken senden iki yıl sonra o gitmez yıkılmaz zannedilen diktatör ölüyor hem de bütün kirli sistemi ile birlikte…

Ne tuhaf onu bir de kendi diliyle okumak istiyorsun ve onun diliyle konuşan biri sana kendi dili ile konuşamayan sana bir tokat gibi hatırlatma yapıyor.  Ne tuhaf.

Gökhan Bozkuş

Yanmış Sineler / Ziya Paşa Akyürek

Aşkın mukim dili selsebil gibi
Yanmış yüreklere hep inşirahtır
Leyla’dır çöllerde Mecnun’un gülü
Bülbülün mirası bir gülden ahtır

Hal ehli derdini gözünde saklar
Kapanmaz yaranın adı hicrandır
Geceler onlarda gelip sabahlar
Yüzleri seherden daha rahşandır

Mestane yürürler dünya bağında
Mevsimler onlara hep bahar olur
Sevdaya düşenin gurbet yurdunda
Gönlü hicran adı sevdakar olur

Elemin bağında aşkı dermenin
Zevkinde söyleşmek nazar-ı Hakk’tır
Yar deyip yoluna ömür vermenin
Tarifsiz tanımı “Garip” olmaktır

Tüm dertleri infak edip Leyla’ya
Mecnun himmetiyle yaşar giderler
Yeniden gelseler hani dünyaya
Ne olur Allah’ım bir daha derler

Ziya Paşa Akyürek

WordPress.com'da bir web sitesi veya blog oluşturun

Yukarı ↑