Kuşlar/Fahri Ayhan


Gece boyu aralıksız yağmurla ağırlaşan çadırlar iyice sarkmıştı. 

Erkenden uyanan Saime öylece bekliyordu. İki battaniye sarınmış oğlu, ısınmaya çalışıyordu. Saime ona kıyamadı. Biraz daha dinlensin, dedi içinden. Çoktan uyanan Baran kalkmak istemiyordu. Hayatın soğuk ve sevimsiz gerçekleri ruhuna azap verdiğinden, oyalanmak istiyordu yatağında. Zihni bin parçaya bölünmüştü; dalgınlığı, mutsuzluğu da bundandı. Ayak uçlarına düşen yağmur damlalarının çıkardığı tıp tıp sesleri, çadırlarını titreten rüzgârın ıslık seslerine karışıyordu. Başını hafiften kaldırınca göz göze geldiler:

“Sabah olmuş anne!”

“…”

Saime, evet manasında gözlerini yumdu. Yanı başlarında beliren gölgeler, sesler… Dışarıdaki hareketlilik giderek artıyordu.

“Çok yağdı, oğlum. Su geçirmez dedikleri bu çadırlar bile dayanamadı yağışa.”

Mülteciler için hazırlanmış çadırkent çamur deryasının ortasında kalmıştı. İnsanların duruşunda, yeni günde farklı bir sorunla 

boğuşacak olmanın tedirginliği okunuyordu. Paçalarını sıvayan erkekler, aralık ayının soğuğuna aldırmaksızın çalışmaya başladılar. 

Sınır telleri bulundukları yerin hemen aşağısındaydı. Baran, annesinin elindeki küreği alıp, çadırlarının önünü temizlemeye başladı. Güneşin cılız ışınları havayı ısıtamıyordu. İşini bitirdikten sonra yavaş adımlarla aşağıya yürüdü. Son zamanlarda sıkça yapmaya 

başlamıştı bunu. Tellere dokunuyor, karşıdaki şehirde geçen anılarını yeniden yaşarcasına dalıp gidiyordu. Patlak veren savaşla her 

yanda kol gezen “ölümler” ona korku vermiyordu artık. Arkadaşı sonradan gelmişti :

“Husam, hepsi oradalar biliyor musun? Babam, abim. Ben niye buradayım ki?”

O da aynı durumda olduğundan Baran’a cevap verme gereği duymadı. Karşıdaki şehrin semasında beliren dumanı görünce bakışları oraya kaydı. Büyük bir patlama, ardından silah sesleri… 

Yere çömeldiler. Bu tür manzaraları iyice kanıksadıklarından aldırış etmediler. İkisi bir araya gelince sözü fazla uzatmıyorlardı. Gergin 

bekleyişler, belirsizlik, çaresizlik… Bütün zamanları böyle geçiyordu. Sınırdan geçtikleri gün Baran’ın rüyalarından çıkmıyordu. Bir 

annenin kaybolmasın diye üç çocuğunu iplerle kendine bağlaması, sırtlarda taşınan hasta ihtiyarlar, insan seli; akan, koşturan, yürüyen, düşen. Doğduğu mahalleyi, evini, bahçesini, tarihini arkasında bırakarak… Bir an olsun elini bırakmayan babasının gözleri kıpkırmızıydı o gün. Bir kararlılık ve öfke ifadesi vardı duruşunda. 

Onları buraya bırakıp geri gitmişlerdi. İçinde biriken öfke hiç dinmiyordu. Hayatımız hep böyle mi geçecek, diye soruyordu annesine, hep böyle mi?

Babası ile abisi tam bulundukları noktadan karşıya geçmişti. Uzun bir sessizlikten sonra Hüsam’dan da ses çıktı : “Benim de yakınlarım orada Baran, benim de!”

Kalabalık bir kuş sürüsü dikkatlerini çekti . Hafif kanat çırpınışlarıyla karşı tarafa geçtiler. Öylece bakakaldılar. Tok bir ses onları çağırıyordu ısrarla:

 “Gençler, çabuk gelin! Çorba verilmeye başlandı.” 

Kamyonetin kasasındaki büyükçe kazanda mercimek çorbası dağıtılıyordu. Kadınların, çocukların ellerinde büyüklü küçüklü

kaplar… Saime, sofrayı hazırlamıştı. Oğlunun son zamanlardaki durgunluğundan huzursuzdu. Bütün dünyaları, gri renkli çadırdan ibaretti. Günler aylara ekleniyor; fakat karşıdan bir haber gelmiyordu bir türlü. Kocası giderken: “Hanım, bir gün muhakkak buluşacağız.” demişti. O da sonsuz bir teslimiyetle “o günü” beklemeye

adamıştı kendini. Zaman geçtikçe, sırtındaki yükün altında daha da ezildiğini hissediyordu. Erkenden uyumuştu o gece. Oğlunun üstünü kontrol etmek için uyandığı bir saatte uçak sesleri yakından duyuluyordu. Peş peşe gelen patlamalarla dışarıya fırladı. Karanlıkta, evlerinin olduğu yeri tespit etmeye çalıştı. Yer yer yükselen kızıl, loş parıltılar dışında bir şey tespit edilemiyordu. Yorgun bedeni soğuğa daha fazla dayanamadı. İçeriye koştu hemen. Kırışık elleri Baran’ın saçlarında gezindi bir süre. Onun üzerinden hayaller kurmayı denedi. Böyle bir tabloda içini ferahlatacak bir yol bir düşünce bulamadı.

***

Babası ile abisinin yüzünü hatırlayamaz olmuştu. İçinde volkan olup patlayan duygularını daha fazla taşıyamayacağını düşünüyordu. Bütün günü sınırın öte tarafını izlemekle geçiyordu. Saime, öğüt vermeyi çoktan bırakmıştı. Canından son parçayı da kaybetmeyi göze alamıyordu. Her gece kâbuslarla uyanırken, hayatın orta

yerinde yapayalnız kalmak istemiyordu. En sonunda dayanamadı:

“Oğlum yeter artık, sınır tellerinde…” dedi. Cümlesini tamamlayamadan kalkıp gitmişti. İnanmadığı bir şeyi söylemek ona da kolay

gelmiyordu.

***

Baran’ın gözü bir şey görmüyordu artık. Bir sabah, anne ben

gideceğim, dedi ve çıktı. Aynı gün ihtiyar dayısının elini öperek:

“Annem sana emanet dayıcığım” dedi. Akşamın karaltısında, bir kafileyle güvenli bir yerden sınırı geçtiler. Tek dileği karşı taraftaki evlerine bir an evvel ulaşmaktı . Her tarafta silah sesleri yükseliyor, ölümün çok çeşitli nağmeleri duyuluyordu. Evlerinin olduğu tepeyi görünce adımlarını daha da hızlandırdı. Betonlardan seken mermiler kıvılcımlar saçıyordu. Telaşla arkadaşına seslendi:

“Buralar hep ceset kokuyor Hüsam!” Burunlarını kapata kapata koşuyorlardı. O esnada yoğun ateşin ortasında kaldılar. Arkasında

bir inleme sesi duydu: “Hüsam! diye bağırdı, Hüsam! Hüsam!..”

Bekleyecek zamanı yoktu. Evlerinin olduğu sokağa gelince içinde bir sevinç hissetti, heyecanı daha da arttı . Tam bahçe kapısına varacaktı ki mermi yağmuru yine başladı. Yüksekçe bir duvar dibinde bekledi bir süre. Halsizdi. Omuz bölgesindeki ıslaklığı hissetmesiyle kendine geldi. Dokundu. Sıcak, akışkan sıvıyı tanımıştı . Sürüne sürüne bahçe kapısını açtı . Acı bütün vücuduna yayılmıştı . İki kişi koşar adım onu avluya çektiler. Zorlukla konuşuyordu: “Baba!

Baba! Siz misiniz?” Gözlerini açamıyordu bir türlü. Aynı şeyleri tekrar edip duruyordu. Başındaki kişi seri hareketlerle elbiselerini

çıkarıp onu tedavi etmeye koyuldu: “O bir kahramandı! O bir kahramandı!” diyordu, bağırarak. Duyduklarına anlam yükleyecek takati kendinde bulamayan Baran iyice gevşemişti . Başı yana kaydı. Aynı şahıs yanındakine seslendi tekrar:

“Yeni bezler getir, çabuk ol! Çok kan kaybı var, sabaha çıkar mı acaba?”

***

Saime, gecenin bir vaktinde uykusundan fırladı. Yüreğinin derinliklerine düşen bir sızı… Zifiri karanlık; bir türlü dinmeyen rüzgâr, uğultu… Çadırının önüne çıktı . Titreyen vücuduna aldırmaksızın öylece duruyordu. Gözlerini her günkü baktı ğı yerden alamıyordu. Sabahın ilk ışıklarıyla sınıra koştu. İsimlerini tek tek saydı. Yazmasından fışkıran beyaz saçları, çizgi çizgi derinleşmiş yüzüne dökülüyordu. Ellerine batan sınır tellerini bırakmadı bir süre. Çamurlu

ayakkabılarıyla yere çömeldi. Bir haber diyordu, sadece, karşıdan gelecek bir haber…

Kadınlar zorlukla koluna girip onu ayağa kaldırdılar. Gökyüzünde kalabalık bir kuş sürüsü… Bir nefeste sınırı aşıp karşıya geçtiler.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

WordPress.com'da bir web sitesi veya blog oluşturun

Yukarı ↑

%d blogcu bunu beğendi: