Kör Kuyular / Nur Tatar

Soğuğu sakladım bir yanımda
Kör kuyularda hep adını sayıkladım
Belki gelirsin diye yollardan
Hiç bilmediğim uzaklardan
Belki gelirsin diye şuralardan
Güneşi cam şişelerde sakladım
Umudu solukladım her nefesimde
Kaybolacak gibiydi bir keresinde
Durdu sanki bütün âlem kıyam edişinde
Oturdum bahtıma ağladım
Karanlık kaç gecede biter saymadım
Ve ben İçime kanatları bağladım
Soğuğu sakladım bir yanımda
Kör kuyularda adını sayıkladım
Hiç bakmadım sensiz göğe
Gün doğmayan zindanlarda sabahladım
Sevincimi ayıkladım tek tek geçmişten
Dal küssede yaprağa ben üstüne toprak atmadım

Aldanma / Recep Demirtaş

Aldanma dünyanın servetine , malına
Yel vurmuş toz gibi savrulur bir gün
Ne derdi daimidir, ne safası kaim
Suya yazılan iz gibi, silinir bir gün

Gelen bir gün yaşarmış derler , gerisi hayal
Ezan-ı okunan namaz , kılınır bir gün
Gölgeden ibaret , tekmili mal-u menal
Gerçek hayat apaçık , görünür bir gün

Sanmaki Garip nasihat eder el âleme
Umarki! nefsi hissedar olur bir gün
Yâr! deyince gönülden Ahmed ‘e sas
Gamgîr ruhu şaduman olur bir gün.

Bozkıra Dönüş / Kübra Aydın

Her gün oturduğu sofradan doyduğunu hissetmeden kalkıyordu. Bir türlü doymak
duygusunun tanımını yapamıyordu içinde. Ailecek oturdukları sofralar geliyordu gözünün
önüne. Arkasından ağlayan tabaklar, onun yediklerini bulamayanlar… İçinde hep hiç
tanımadığı, varlığından bile haberdar olmadığı insanlara karşı bir acıma duygusunu
duyuyordu. Hüzün, çocukluktan beri ona yabancı olmayan bir duygu. Hele ansızın saçma
sapan zamanlarda gelip yüreğine çöreklenen o his. Bu akşam yemeğinden sonra da kendini bir
an önce dışarı atmak istemişti. Kaçıp uzaklaşmak ama en çok deniz kokusunu içine çekmek
için. Deniz kenarına geldiğinde ciğerlerine dolan o tuzlu hava ruhunu doyuruyordu. Hava
soğukken gecenin haşmeti bir başka güzellik katıyordu denize. Ne zaman bu kadar alışmıştı
denize Anadolu Bozkırından sonra? Sanki yıllar sonra öz ailesini bulmuş yetim bir çocuk
sevinci duyuyordu onun kıyısında.
O akşamki yemek gelmişti yine aklına. Şule’nin ailesi gelmişti. Aslında ayıp etmişti öyle
kaçar gibi evden çıkarak. Yıllardır hala yabancıydı kalabalık, neşeli sofralara. Şule hep
kızardı:

Neden insan sevmiyorsun? Beni sevdiğine bile şaşırıyorum bazen, derdi şakayla karışık.
İçerlerdi ama onun huyuydu, kızarken bile gözlerindeki haylaz çocuk ışıltısını kaybetmemek.
İyi idare ediyor benim gibi aksi bir adamı diye düşünüyorum. Aklına gelen düşünceler hep
yaptığı gibi asıl içini kemiren duyguyla yüzleşmekten kaçmanın bir çabasıydı. Yarınki
yolculuk, kaçtığı ne varsa hepsini önüne koyuyordu. Yıllardır gitmediği o köy, yüzüne
kapanan demir kapı, bahçede 6 yaşında ektiği erik ağacı, evin önündeki eski sedir, kapının
önündeki lastik ayakkabılar hem dün gibi hem de çok uzak bir hayal gibiydi.
Öyle güzel bir bahçede büyütmek isterdi çocuklarını. Ama çocukları daha hiç görmedi onun
doğduğu evi, bahçesinde sığındığı yıkık kulübeyi. Çünkü o bahçe doya doya koşup oynadığı,
dizlerini kanattığı, arkadaşlarını topladığı bir yer olmamıştı hiçbir zaman. Hep kavgayla biten
yemeklerin sonunda kaçtığı, annesinin acısını duymamak için saklandığı, babasının
hiddetinden nefret ettiği yer olmuştu. Aklı erip o bahçeyle ilk tanıştığı heyecanının yüzünde
patlayan sert bir tokatla son bulmasını hatırlamak istememişti çoğu zaman. Çocuk bu; koşar,
bağırır, ağlar, güler… Onun çocukluğunu yaşamasına babası izin vermemişti. Yaşıtlarıyla
hiçbir zaman top oynayamamıştı. Yaramazlık yapmak yoktu hatıralarında. Bakmayın köyde
büyüdüğüne; kendini bildi bileli çalışmaktı, çabalamaktı hayat onun için. O yüzden arkadaşlık
kurmakta hep zorlandı. Gittiği okullarda en parlak öğrenci oldu, öğretmenleri hep övgüyle söz
etti ondan. Bütün bunlara rağmen babası bir gün bile aferin demedi ona. Annesi mi, o da
sessizdi. Ölüm kadar sessiz! Susardı. İçin için ağlardı. Evlilikleri boyunca bir kere bile
kocasına karşı gelmedi, hiçbir şeye itiraz etmedi. Onun, her sabah aynada yüzleşmek zorunda
kaldığı kırgın bakışları vardı. O bakışlardan geriye kırmızı yemenisi dışında hiçbir hatırası
kalmadı… Annesinin ölümüyle birlikte kapanmıştı evin kapısı ona dönüp ardına bile
bakmamıştı cenazeden sonra.
Şimdi gidişin sebebi belki yine bir cenazeye katılmaktı. Komşuları aramıştı. Babasının
durumu iyi değildi. Babası kendisini görmek istemişti. Bunu duyunca sevinmişti için için.
Babası ilk defa yanında olmasını istemişti. Babası ölüm yatağındaydı. Bir umut…!
Babasından duyacağı bir güzel lafın umudu düşürmüştü onu yola. Birde içinde gittikçe
büyüyen annesiz babasız kalma acısı. Belki varlıklarını hiç hissetmemişti fakat biliyordu bir
yerlerde onların nefes alıp verdiğini. Kırgınlıklarını bir kenara koymaya hazırdı hep.
Affetmişti onları çoktan. Şimdi ise ikisi de terk ediyordu onu.

Uçağa binmek istememişti. Uzatmak istiyordu yolu zamanın intiharından sıyrılarak bozkırın
sonsuzluğunda dalıp gitmek belki kaybolmak…

Sevdalı Semai / Emre Birdal

Bahçem şiirler açarken
Sevda geçti buralardan
Gökyüzü neşe saçarken
Sevda geçti buralardan

Bahar ve nihayet nisan
Artık bize gelme hazan
Güneşten de önce doğan
Sevda geçti buralardan

Şimdi kederler kafeste
Hazlar tüter her nefeste
Çağıldayıp beste beste
Sevda geçti buralardan

Açıldı kalpteki kilit
Diniyor amansız gelgit
Gözlerde parlıyor ümit
Sevda geçti buralardan

Ne hayâller kurar gönül
Fecir ses veriyor tül tül
Can bülbül göğümde süzül
Sevda geçti buralardan

Âşığa kıvamdır hasret
Yangını bağrında hisset
Dağılsın kapkara kasvet
Sevda geçti buralardan

Göcükten Gelen İnilti / Emine Çiftçi

Ah Rabbim
Ah Rabbim
Bir şubat soğuğunda
Gecenin karanlığında
Aniden geldi zelzele
Sarstı bizi şiddetle
Göçtü ülkem
Göçtü şehirlerim
Göçtü insanlık
Hepimiz altında kaldık
Göçükten gelen iniltidir
Sesim artık

Ah Rabbim
Tatlı rüyalara daldık
Felaketle uyandık
Pamuk döşekler
Kuş tüyü yorganlar
Olverdi beton mezarlar
Göçüp gitti yuvalar
Altında çırpınıyor ruhlar
Kimse yok mu
Kimse yok mu
Diyen feryatlar
İnletiyor yeri göğü
Ve sönüyor aksi sada bulamadan
Karanlık sokaklarda
Saklambaç oynuyor çocuklar
Ölümle…

Ah Rabbim
Ruhum ezim ezim
Yüreğim ezim ezim
Taş, beton, demir arasında
Eziliyor insanlığım
Kaldirabilir mi bu yürek bu enkazı
O minicik bedenler altındayken
Ilık ılık akan göz yaşlarım
Hangi yüreğin buzunu çözer
Dualarım teselli eder mi
Çaresiz babaları
Bağrı yanan anneleri
Şefkatim yeter mi
Kimsesiz kalan yavrulara

Ah Rabbim
Bir kez daha
Gördük ve iman ettik
Sen dilersen
Yerle bir edersin dünyayı
Kabzedersin tüm canları
Felakettir şiddetin
Ama gazabını geçmiştir rahmetin
Tek sığınağımız sensin
Sığınıyoruz senden sana
Anlatmaya aciziz
Kalem donmuş
Kelam donmuş
Şehirler virane
Akıllar divane
Sen yetiş acilen
Her şeyin sahibi sen
Bırakma ellerimizi
Tut, çıkar bu enkazdan bizi

Ah Rabbim
Yokluk içre yoklukta
Soğuk içre soğukta
Eller sana uzanmakta
Ne olur, ne olur
İstiyoruz rahmetinden
Kurtar ya Rab
Dindir acıları, feryatları
Kimsesi sensin kimsesizlerin
Sen yetiş imdadımıza
Avucunda bir kuş tutar gibi
Yavrusunun elini bırakmayan
Acılı babaların
Çaresiz annelerin
Korku içinde sinmiş yavruların
Sen tut ellerini şefkatinle
Sen gider üzüntülerini
Çözüver donmuş kalplerin buzunu
Sen kaldır bu musibetin enkazını
Sana kavuşan canlara rahmet
Mekanları olsun cennet
Makamları şehadet
Kalanlara sekine, kuvvet
Selamet, hidayet, himmet…
Vardır bunda da binler hikmet
Bizi de bu dersten hissedar et
Ümmetin mahzun nebisine
Sonsuz salat ve selam et
Ne olur ya Rab ne olur
Dularımıza icabet et

Amin

Suna Türküsü / Mehmet Erdoğan

Suna beni neden bıraktın ele,
Yaktın yüreğimi döndürdün küle.

Hayatın ilmeği geçti boynuma,
Kurdu nice kurtlar fakire hile.

Öyle ki nefis ve şeytan da geldi,
Vurdu ciğerimden yakın dost bile.

Kimse duymadı ki beni ah Sunam,
Gelmedi feryadım cihanda dile.

Astım urbamı ben, ıslak mendili,
Zindan çukurunda bir paslı tele.

Suna sen gideli gözlerim yaşlı,
Döndü yağmur besli, bir kanlı sele,

Seni düşünürüm, hayalin çağlar,
Eridim, tükendim otur gel hele.

Bu gönül derdinden kimse anlamaz,
Yoksa bilmez misin yoksa sen bile?

Boynumda bir kement, çek beni haydi,
Gelsin peşin sıra bu garip köle.

Suna, dokunmaktır asıl iş ruhta,
Hasretin gerdiği, o ipek tüle…

Bir bülbül oldum ben, yanık bir bülbül,
Okudum aşkımı ağlayan güle.

Suna götür beni bu kor illerden,
İstersen bahtımı hicrana bele.

Bir gün geldim, yoktun “gitti” dediler,
Kapında yorgundum basarken zile.

Bu nasıl ayrılık, bu nasıl ölüm,
Bu nasıl çekilmez, kahreden çile.

Suna beni neden bıraktın ele,
Yaktın yüreğimi döndürdün küle.

Düşkün / Zeynep Bilgin


Kanı akıyor her bir düşkünün
Eski mahallemin acı veren sokaklarında
Kim gözyaşı döker arkasından düşkünün
Bu viran insanlar çokça acı veriyor bana

Temelinde bir okyanusu bile yatıran düşkün
Bir dal parçası gibi sallandırıyor onu meltem
Kendi dünyası başına yıkılırken mahzun
Ve bu olsa gerek içindeki şiddetli deprem

Islanan kaldırımlarda oturuyor geceleri
Kendine acı vermek için çok mu fazla bu
Kolsuz giyinmiş yürüyor sabahın puslu saatleri
Bir düşkün olmak için yeterli mi bu

Kendini unutmuş gençliğinin baharında
Yarın ölüm alıcak beni der gibi bahsediyor
Tahtadan düşünceler eşliğinde sıkıyor kafasına
Bir gözyaşı bin olsa da artık acıtmıyor

Soruyorum sana
Yolda görsen nasıl bakarsınız ona
Soruyorum sana
Acırmısın ki bana

Bir düşkünün ağıtları var bende
Dediler ki kim merak edecek bunu
Dedim bir düşkünün ağıtları var bende
Ne acayiptir ki el yazımla aynı şekilde

Dokunma! /Kehribar


Dokunma yaralarıma ,çiğneme yüreğimin sızlayan köşesini .
Bakma ,elleme , değme korunmasız kalan acılarıma.
Sualsiz,kimsesiz,sessiz,mahsun ve yılgın .
Toprağa dokunan çatallı uç küskün .
Boşuna minnettarlık sözleri .
Dağları yaran ,lisanları yıldıran ,gönüllere korku salan ,
Kalmadı, geriye dönüp bakan.
Giden gitti.
Kalanlar ise zaten hiç’ti.
Bir gönlü kırık, görmezden gelinen kaldı ,kırıntı.
Helalleşilmedi.
Özür dilenmedi.
Pişmanlık duyulmadı .
İtildi.
Hırpalandı,en büyük söz sahiplerince.
Seyrettiler olan biteni ve yaptıklarından utanmadılar.
İnsan olana dert olmadı.
Dokunma yarama,
Kan kusar yüreğim
Sızar derinden derinden…

Kadın-Adam-Bilge / Zeren


Kadın:
Hep en zorunu seçiyorsun dedi. Yetecekken ufak bir tebessüm gönlüme aşkın iklimini yeniden getirmeye , sen boynuma yargılarının yaftasını geçiriyorsun. Ben boynuna ,tüm kelimelerimi dizerek umudun ipine, asıyorum ki içimde üşüyüp kalmasın hissettiklerim. Sen ne de çok konuşuyorsun diyorsun. Gözlerimden yağana tutunuyorum “tek yıkılmalık hakkımı” defalarca kullandığımı sezmeyesin diye.
Öfkene şemsiye tutuyorum “sabırdan”. Bilsem de “söyle” diyorum ben, “söylemeden anla” diyorsun. İşaretler bırakıyorum “bildiğin yolu” yeniden bul diye. Aldırmıyorsun.
Anlamadı adam.
3-5 nefeslik daha geçti zaman. Ömürden düştü saniyeler , biraz daha birer birer.
Adam :
Ne de çok sitem ediyorsun dedi. Olduğu gibi kabul edecekken olanı, beklentilerin girdabında, hem boğuyorsun beni hem kendini. Kinin ve sevgini, savaşın ve barışını bu kadar geçirip iç içe ,bana bu karmaşık düğümü “çöz” diyorsun. Bilmem kaç kez “söz” diyorsun, duygularının dalgalarında sırılsıklam olan kalbini çıkarmak için buhran denizinden.
Karşısına geçip seyrettiğin “kusurların endam aynasında” hep beni gören muhteşem yetini az da kendini seyretmek için kullandırmayan şey ne? Bütün “beni anlamıyorsunların” bin bilinmeyenli denklemin parçaları oluyor önümde. Çarpıyor, bölüyor , çıkarıyorum. Sonuç; “beni hiç anlamıyorsun” oluyor.
Basit haykırışlar bırakıyorum susarak. Duymuyorsun.
Anlamadı kadın.
Biri yeryüzüne, diğeri gökyüzüne çevirdi başını. Haklılığın bayrağını indirmediler ikisi de yere.
Bilge:
Oysa her şey insan içindi dedi. Tercihleri varken hayatın, Tek bir yola mahkum ederek kendilerini “günah” saydılar farklı düşünmeyi.
Bir adım geri gitmenin ilerlemek kadar güzel olduğunu kimse bilemedi. Köprüyü yapmanın “ulvi kazancına” odaklarken prangalı ruhlarını “yıkmanın” ,altında kalmaktan koruyabileceğine inanmadılar.

Yahut hafif geldi telafiler çünkü teselliye de telafiye de insanın kendisinin ihtiyacı vardı (!) Karşısındakinin değil. Hep borçlu oldular ya da hep alacaklı .

Küçültürken anlayışlarını taşmasın diye kalplerinden dışarı, besleyip büyüttüler hışımla gururlarını. Bitmeyecekti kıyamete kadar bu döngü.
Anladı Bilge


Her yara izinde mutlaka
Bir sır saklıdır.
Bundandır kapıyı çalan her hüzün
Artık yasaklıdır.
Derdini anlamayan gönle sus,
Zaten o hep haklıdır.
Israr etmek değil bazen ,
Vazgeçmek daha ahlaklıdır.
Kızma kalbine, insanı yolda bırakan
Gönlü değil aklıdır.
Bilirim, ruhun hep melul,mahsun
Ve hep ağlamaklıdır.
Çekil kendi yalnızlığına ,
İncinmezsin ,korunaklıdır.

Bitmek bilmez huzurun merdiveni
Bin basamaklıdır.
İşte böyle, ömür hep
En zor olana meraklıdır.
Ah kristal kasede umutlar dağıtan kalbin
Bilmez ki aslında alacaklıdır.
Gül gülistan değil ki sevda bahçesi,
Kanatır gönlünü,dallı budaklıdır.
Bir şiirdir insan ömrü uzunca,
Hep hüzünle uyaklıdır.
Kahırlanma sevginin iki yüzü varsa,
Umut dediğin bırakmaz, elli ayaklıdır
Yaratan bilir sadece insan denen sırrı
Gönlün O’na ulaklıdır.


Kuşlar/Fahri Ayhan

Gece boyu aralıksız yağmurla ağırlaşan çadırlar iyice sarkmıştı. 

Erkenden uyanan Saime öylece bekliyordu. İki battaniye sarınmış oğlu, ısınmaya çalışıyordu. Saime ona kıyamadı. Biraz daha dinlensin, dedi içinden. Çoktan uyanan Baran kalkmak istemiyordu. Hayatın soğuk ve sevimsiz gerçekleri ruhuna azap verdiğinden, oyalanmak istiyordu yatağında. Zihni bin parçaya bölünmüştü; dalgınlığı, mutsuzluğu da bundandı. Ayak uçlarına düşen yağmur damlalarının çıkardığı tıp tıp sesleri, çadırlarını titreten rüzgârın ıslık seslerine karışıyordu. Başını hafiften kaldırınca göz göze geldiler:

“Sabah olmuş anne!”

“…”

Saime, evet manasında gözlerini yumdu. Yanı başlarında beliren gölgeler, sesler… Dışarıdaki hareketlilik giderek artıyordu.

“Çok yağdı, oğlum. Su geçirmez dedikleri bu çadırlar bile dayanamadı yağışa.”

Mülteciler için hazırlanmış çadırkent çamur deryasının ortasında kalmıştı. İnsanların duruşunda, yeni günde farklı bir sorunla 

boğuşacak olmanın tedirginliği okunuyordu. Paçalarını sıvayan erkekler, aralık ayının soğuğuna aldırmaksızın çalışmaya başladılar. 

Sınır telleri bulundukları yerin hemen aşağısındaydı. Baran, annesinin elindeki küreği alıp, çadırlarının önünü temizlemeye başladı. Güneşin cılız ışınları havayı ısıtamıyordu. İşini bitirdikten sonra yavaş adımlarla aşağıya yürüdü. Son zamanlarda sıkça yapmaya 

başlamıştı bunu. Tellere dokunuyor, karşıdaki şehirde geçen anılarını yeniden yaşarcasına dalıp gidiyordu. Patlak veren savaşla her 

yanda kol gezen “ölümler” ona korku vermiyordu artık. Arkadaşı sonradan gelmişti :

“Husam, hepsi oradalar biliyor musun? Babam, abim. Ben niye buradayım ki?”

O da aynı durumda olduğundan Baran’a cevap verme gereği duymadı. Karşıdaki şehrin semasında beliren dumanı görünce bakışları oraya kaydı. Büyük bir patlama, ardından silah sesleri… 

Yere çömeldiler. Bu tür manzaraları iyice kanıksadıklarından aldırış etmediler. İkisi bir araya gelince sözü fazla uzatmıyorlardı. Gergin 

bekleyişler, belirsizlik, çaresizlik… Bütün zamanları böyle geçiyordu. Sınırdan geçtikleri gün Baran’ın rüyalarından çıkmıyordu. Bir 

annenin kaybolmasın diye üç çocuğunu iplerle kendine bağlaması, sırtlarda taşınan hasta ihtiyarlar, insan seli; akan, koşturan, yürüyen, düşen. Doğduğu mahalleyi, evini, bahçesini, tarihini arkasında bırakarak… Bir an olsun elini bırakmayan babasının gözleri kıpkırmızıydı o gün. Bir kararlılık ve öfke ifadesi vardı duruşunda. 

Onları buraya bırakıp geri gitmişlerdi. İçinde biriken öfke hiç dinmiyordu. Hayatımız hep böyle mi geçecek, diye soruyordu annesine, hep böyle mi?

Babası ile abisi tam bulundukları noktadan karşıya geçmişti. Uzun bir sessizlikten sonra Hüsam’dan da ses çıktı : “Benim de yakınlarım orada Baran, benim de!”

Kalabalık bir kuş sürüsü dikkatlerini çekti . Hafif kanat çırpınışlarıyla karşı tarafa geçtiler. Öylece bakakaldılar. Tok bir ses onları çağırıyordu ısrarla:

 “Gençler, çabuk gelin! Çorba verilmeye başlandı.” 

Kamyonetin kasasındaki büyükçe kazanda mercimek çorbası dağıtılıyordu. Kadınların, çocukların ellerinde büyüklü küçüklü

kaplar… Saime, sofrayı hazırlamıştı. Oğlunun son zamanlardaki durgunluğundan huzursuzdu. Bütün dünyaları, gri renkli çadırdan ibaretti. Günler aylara ekleniyor; fakat karşıdan bir haber gelmiyordu bir türlü. Kocası giderken: “Hanım, bir gün muhakkak buluşacağız.” demişti. O da sonsuz bir teslimiyetle “o günü” beklemeye

adamıştı kendini. Zaman geçtikçe, sırtındaki yükün altında daha da ezildiğini hissediyordu. Erkenden uyumuştu o gece. Oğlunun üstünü kontrol etmek için uyandığı bir saatte uçak sesleri yakından duyuluyordu. Peş peşe gelen patlamalarla dışarıya fırladı. Karanlıkta, evlerinin olduğu yeri tespit etmeye çalıştı. Yer yer yükselen kızıl, loş parıltılar dışında bir şey tespit edilemiyordu. Yorgun bedeni soğuğa daha fazla dayanamadı. İçeriye koştu hemen. Kırışık elleri Baran’ın saçlarında gezindi bir süre. Onun üzerinden hayaller kurmayı denedi. Böyle bir tabloda içini ferahlatacak bir yol bir düşünce bulamadı.

***

Babası ile abisinin yüzünü hatırlayamaz olmuştu. İçinde volkan olup patlayan duygularını daha fazla taşıyamayacağını düşünüyordu. Bütün günü sınırın öte tarafını izlemekle geçiyordu. Saime, öğüt vermeyi çoktan bırakmıştı. Canından son parçayı da kaybetmeyi göze alamıyordu. Her gece kâbuslarla uyanırken, hayatın orta

yerinde yapayalnız kalmak istemiyordu. En sonunda dayanamadı:

“Oğlum yeter artık, sınır tellerinde…” dedi. Cümlesini tamamlayamadan kalkıp gitmişti. İnanmadığı bir şeyi söylemek ona da kolay

gelmiyordu.

***

Baran’ın gözü bir şey görmüyordu artık. Bir sabah, anne ben

gideceğim, dedi ve çıktı. Aynı gün ihtiyar dayısının elini öperek:

“Annem sana emanet dayıcığım” dedi. Akşamın karaltısında, bir kafileyle güvenli bir yerden sınırı geçtiler. Tek dileği karşı taraftaki evlerine bir an evvel ulaşmaktı . Her tarafta silah sesleri yükseliyor, ölümün çok çeşitli nağmeleri duyuluyordu. Evlerinin olduğu tepeyi görünce adımlarını daha da hızlandırdı. Betonlardan seken mermiler kıvılcımlar saçıyordu. Telaşla arkadaşına seslendi:

“Buralar hep ceset kokuyor Hüsam!” Burunlarını kapata kapata koşuyorlardı. O esnada yoğun ateşin ortasında kaldılar. Arkasında

bir inleme sesi duydu: “Hüsam! diye bağırdı, Hüsam! Hüsam!..”

Bekleyecek zamanı yoktu. Evlerinin olduğu sokağa gelince içinde bir sevinç hissetti, heyecanı daha da arttı . Tam bahçe kapısına varacaktı ki mermi yağmuru yine başladı. Yüksekçe bir duvar dibinde bekledi bir süre. Halsizdi. Omuz bölgesindeki ıslaklığı hissetmesiyle kendine geldi. Dokundu. Sıcak, akışkan sıvıyı tanımıştı . Sürüne sürüne bahçe kapısını açtı . Acı bütün vücuduna yayılmıştı . İki kişi koşar adım onu avluya çektiler. Zorlukla konuşuyordu: “Baba!

Baba! Siz misiniz?” Gözlerini açamıyordu bir türlü. Aynı şeyleri tekrar edip duruyordu. Başındaki kişi seri hareketlerle elbiselerini

çıkarıp onu tedavi etmeye koyuldu: “O bir kahramandı! O bir kahramandı!” diyordu, bağırarak. Duyduklarına anlam yükleyecek takati kendinde bulamayan Baran iyice gevşemişti . Başı yana kaydı. Aynı şahıs yanındakine seslendi tekrar:

“Yeni bezler getir, çabuk ol! Çok kan kaybı var, sabaha çıkar mı acaba?”

***

Saime, gecenin bir vaktinde uykusundan fırladı. Yüreğinin derinliklerine düşen bir sızı… Zifiri karanlık; bir türlü dinmeyen rüzgâr, uğultu… Çadırının önüne çıktı . Titreyen vücuduna aldırmaksızın öylece duruyordu. Gözlerini her günkü baktı ğı yerden alamıyordu. Sabahın ilk ışıklarıyla sınıra koştu. İsimlerini tek tek saydı. Yazmasından fışkıran beyaz saçları, çizgi çizgi derinleşmiş yüzüne dökülüyordu. Ellerine batan sınır tellerini bırakmadı bir süre. Çamurlu

ayakkabılarıyla yere çömeldi. Bir haber diyordu, sadece, karşıdan gelecek bir haber…

Kadınlar zorlukla koluna girip onu ayağa kaldırdılar. Gökyüzünde kalabalık bir kuş sürüsü… Bir nefeste sınırı aşıp karşıya geçtiler.

WordPress.com'da bir web sitesi veya blog oluşturun

Yukarı ↑