‘Süresiz Eylem’ ve “Monachopsis / Cihangir Asyalı


İki akşamdır “Süresiz Eylem”i okuyorum. Bu e-kitap, Murat Emir Bey’in ‘Farzımuhal’ müstearıyla yazdığı şiirlerden oluşuyor ve “CKS” Yayınlarından çıkmış. Gah “Minnet Eyleme” diyerek aşıklık geleneğine, gah “Roza” diyerek Sezai Karakoç’a, gah  “Epik” şiiriyle Karakoçlara, “Baba ve Zindan” ile Necip Fazıl’a, “Mehru” ile Asaf Halet’e göz kırptığı görülüyor şairin.

“Süresiz Eylem” sonrasında, “Cizlavet” ve “Edebiyat Defteri”nde yayımladığı şiirleri okuyorum sonra. Bu şiirleri daha serbest formda ve nesre olabildiğince yaklaşarak, ama güçlü buluşlar ve imgelerle zenginleştirerek yazdığı görülüyor. Bu, bir yönüyle, merhum Akif’ten günümüze değin uzanan anlatımcı şiire ve biraz da Haydar Ergülen’e el sallamak anlamına geliyor. Şu kadarını belirtmekte fayda buluyorum,  onun kendi sesini bulduğu damar tam da burasıdır.

Ondaki bu çoklu benzerlik veya bu anıştırma, bir arayış olarak görülebileceği gibi, geniş okuma serüveninde, beğendiği ve etkilendiği şairlere yaklaşma çabası olarak da okunabilir. Bu noktada onun, bu ilk şiir kitabıyla ve çoğunlukla, Necatigil’in bahsettiği şiir burçlarının ilkinde, biraz da olsa ikincisinde dolaştığı rahatlıkla söylenebilir.

Necatigil, “Şiir Burçları” başlıklı o meşhur yazısında şiirin üç burcundan bahseder, malûm: Gurbet, hasret ve hikmet burcu. Gurbet burcu için mealen der ki: “Şair, eldeki imkânlarla şiirini yazar. Beğenisi sağlam temellere oturmamıştır. Sevdiği ve beğendiği şairler gibi yazar.  Onların yazdığını tekrarlar ya da geçer. Fakat arayış içindedir.”

Bu sebeple, Emir, üretmeyi sürdüren her şair gibi hikmet burcunun şiirine ya da kendi öz sesinin şiirine yürüyor denilebilir. Hatta sonraki şiirleriyle o şiiri bulduğu rahatlıkla söylenebilir. Onun ilk şiirleri kam, baksı, ozan geleneğinden kopup gelen ve ekseriyetle sazla birlikte söylenen halk şiirine yaslanır daha çok. Karacaoğlan, Emrah, Dadaloğlu’dan Aşık Veysel, Muharrem Ertaş, Neşet Ertaş ve Mahzuni Şerif’e, oradan da Feymani dahil günümüz âşıklarına kadar gelen bu söyleyiş, çok sade ve çok güçlüdür.

Bundandır ki bu alanda yeni ve güçlü söz söylemek gerçekten zordur. Günümüzde bunu, sazsız ozanlar olarak Abdurrahim Karakoç ve bir yönüyle de Bahattin Karakoç başarmıştır. Onlarla birlikte, bu çizgide eser veren nice şair de tekil olarak güzel örnekler sunmuş ve sunmayı sürdürmektedir.

Emir’in, “Süresiz Eylem” sonrasında, geleneksel şiirden kopmasa bile, daha çok serbest şiire yöneldiğini söylemiştim. Şiirlerinde trenler, istasyonlar çokça çıkar karşımıza. İnsanın yolculuk hâlini mi imler böyle, doğrusu bilmiyorum. Bildiğim bir şey var ki bir dertle dertlenmiştir o. Hangi tür şiire yönelmişse onunla günümüzde yaşanan mağduriyetleri dile getirmeyi bir sorumluluk bilmiştir kendisine. Bunu yaparken bilindik kelimeleri ve söz kalıplarını değiştirerek kelimelerle oynar. Şiir başlıklarından da bellidir bu tercih.

O, gerek nazım ağırlıklı geleneksel şiirlerinde gerekse serbest şiirlerinde, sözü, mısraları, sanki alelade şeyler söyler gibi sıralarken, yer yer öyle güçlü bir noktaya bağlar ki okunan şiire bakışı bütün bütün değiştirir, “Monachopsis”te olduğu gibi. Bazen de halk şiiri ve modern şiiri aynı başlıkta birleştirir; “entschuldigen, manzarasız pencereler ve varşova istasyonunda bir üşen/geç” buna güzel bir misaldir.

Her sanatın bir kemâl noktası olduğu gibi şiirin de vardır. O noktaya erişmek öyle herkese de nasip olmaz. Ekseriyetle vehbî, yani Allah vergisi olan sözde, kişinin okuma serüveni, yazma tecrübesi ve yaşı da etkili olur. Kimi şairler, Rimbaud gibi henüz yirmi bir yaşında doğrudan zirveyi tutarak şiiri bırakırken, kimileri de Dağlarca gibi, nerdeyse çocuk yaşta başladığı şiiri, bir asır boyunca debisini hiç düşürmeden sürdürerek noktalar. Elbette ki bunlar istisnadır.

Çoğu şair de Yahya Kemal gibi, Haşim gibi, Cahit Sıtkı gibi, ta baştan beri sağlam adımlarla ilerleyerek noktalar şiirini. Noktalar ve geride kendi sesini bulmuş eserler bırakarak öncü olur sonrakilere. Fakat neredeyse bütün ömrünü şiire adamıştır onlar. Çok dikkatli okumuş, okumakla kalmayıp onun ruhunu duymuş, ıztırabını yaşamış ve balını da tatmışlardır.

Şiir, en bedii edebî tür olarak Mevlânâ, Yunus Emre, Bâki, Fuzûli ve Hâfız Şirazi gibi nice Himalaya’yı başında taşır. Dolayısıyla bu alanda olmak, Tanpınar’ın dediği gibi, aslında her şair için büyük bir iddiadır. Gelgelelim, kişi nasibiyle doğar. Ve nasip de çok geniş nimetleri kapsar. Allah her sözü bir kişiye söyletmez. Öyleyse sözden de nasibi aramak gerekir. İşte, “ağlamak memleketimde ölmek kadar sıradan” diyen Emir de o nasibin eteğine sımsıkı yapışmış görünüyor.

Bu arayış ve çabasını tıpkı “Rodina” ve sair serbest şiirlerinde olduğu gibi sürdürürse, şiir dünyamızda sağlam bir yer edineceğine   inancım tamdır. Edebiyat serüveni azla yetinmez; her gönüllüden bir parça zaman değil, bir ömür ister. Zaten bu alanda ismi zikredilen her şair, yazar ve sanatçı da,  bütün bir ömrünü, gönüllü olarak yaptığı sanatına adayarak tüketmiştir. Emir’in de bu yolda ilerlediğini düşünüyorum.

İyisi mi, söze bir şiirle virgül koyalım. Biraz da olsa Hilmi Usta’nın sesini taşıyan bu şiir, zehirli bir gölge gibi üstümüze çöken zulmün soldurduğu bir güle ‘ağıt’ olarak okunabilir: “Ah Gül’su’rur/ Çıktığın sonsuza yolculuk/ Ağlayan sadece nisan değil arkandan/ Arif’an ç’ağlar durur/ ağlar durur o kimsesiz çocuk/ ki ağlamak memleketimde ölmek kadar sıradan// Ah Gül’su’rur/ Ki huzur bir sarı kaftan/ Ki yüzün ertelenmiş bayramlar avuntusu/ Ki hüzün bir ılık yağmur/ dökülür bakışlarından”

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

WordPress.com'da bir web sitesi veya blog oluşturun

Yukarı ↑

%d blogcu bunu beğendi: