Kıymet Bilen Olmasa da / Eskici

Aheste geçecek bu seyeran nûr da var nâr da
Ne ağır imtihan ki evlat da ayrı yar da

Kimi bir batman yükün altında iki büklüm
Kimi garibim dünyaları yüklenmiş bu diyarda

Hangi menzile ulaşılmış ki sehrahlar ile
Sular derin yol uzun düşman çetin gül de var hâr da

Kimse demedi ki “hep güleriz, hep güleriz”
Şad da olunacak bu devranda ah-u zar da

Daha ne bekler bizi istikbalde bilinmez
Belki sesler de buğulanacak daha, intizar da

Baykuşlarla şeyda olmuş bülbüller heyhât
Haberi olsa;buna eşcar da ağlar çemenzâr da

Girmediği mahrem kaldı mı bilmem ecnebinin
Gülyabaniler gezer olmuş şimdilerde gül-i zarda

Eskici sen söyle de varsın olmasın dinleyen
Kıymet bilen olmasa da dünya denen pazarda

Bundan Gayrı / İbrahim Sayar

Ardına dönüp de baksan ne olur?

Durma hiç kapımda geç bundan gayrı.

Ağlayıp ağıtlar yaksan ne olur?

Gelecek adalet geç bundan gayrı.

Faydası yok artık, verme elini

Dikensiz olsa da almam gülünü

Elinde  bahtımın kalan külünü

Gamsız rüzgârlara saç bundan gayrı

Yıllarca uyuttun hep masalında

İnandım bir yuva kurdum dalında

Ne tahtında gözüm ne de malında

Gariplik başıma taç bundan gayrı

Gelecek bahara hayaller kurdum

Eller yâren oldu, gurbetler yurdum

Açmanı bekledim kapına vurdum

Kime diler isen aç bundan gayrı

Etten ve kemikten, garib beşerim

Acı su içerim, taş-ekmek yerim

Amma yolum Hakktır, değişmez yerim

Dilediğin yolu seç bundan gayrı

Bal tutan parmağı, yalamaz erler

Mazlumdan ganimet alamaz erler

Bir arpacık dahi çalamaz erler

Artık ne yersen ye, iç bundan gayrı

Ben senin battığın batağa batmam

Şu fani dünyayı ukbaya satmam

Hele hiç kimsenin önüne yatmam

Attığın her adım suç bundan gayrı

Ne haram bilirsin ne de günahı

Ne aman bilirsin ne de eyvahı

Sırtında bir kambur garibin ahı

Sana ölüm bile güç bundan gayrı

Ardında günahlar, önünde ecel

Yaşamak mı sana ölmek mi güzel

Ha bugün ha yarın, ödenir bedel

Kaçabiliyorsan kaç bundan gayrı

Ne uysal koyunum, ne de nâçârım

Ne eşkiyayım ne bir canavarım

Peşinde ahımla yalnız ben varım

İstersen kanatlan uç bundan gayrı

Hangi Dem / Ahmet Terzioğlu

Dem-i hazândayız ey yâr hadi gel,

Söyle hangi demdir vaslına engel.

….

Bahâr mâzi oldu, yaz sensiz idi,

Şu mevsim-i hazân ki ümîdimizdi. 

….

Bunca zaman geçti yoksun nitekim,

Ümîdimi lâkin ben hiç kesmedim.

….

Kırılan gönlümü kim eğleyecek,

Kalbim bir ney gibi hep inleyecek.

….

Hasretin kahrını çekmek ne de zor,

Hicrân ile yanmak neymiş bana sor.

….

Şimdi “ne yer kaldı, ne yâr kaldı” bak,

Ben aylağım, kuru yapraklar aylak.

….

Serin bir rüzgârla titreşir dallar,

Yer ağlar, gök ağlar, gözlerim ağlar.

….

Yokluğun kalbimde derin bir sızı,

Hayatın ne şevki kaldı ne hazzı.

….

Uzak bir hayâl, meçhul bir iz misin?

Rü’yâda olsa da gelemez misin?

….

Çık gel diye her ân, hep duâdayım,

Ya bir haber sal, ya sesin duyayım.

….

Bir güz akşamı gel ya da öncesi,

Olmasın vuslatın bir kış gecesi.

….

Ümîdim o ki bir gün geleceksin,

Şu yanan âteşi söndüreceksin.

….

O gün şükrederek varıp secdeye,

Öpeceğim toprağı yâr diye diye.

….

Ölsem dahi ne gam; sen yeter ki gel,

Söyle hangi demdir vaslına engel.

Dehrin Suları / Yaşar Beçene

Uzak limanlarda esriyen rüzgâr!

Bir damla nasıl da çoğalır söyle

Kavuşmak belki de hayal değildi

Bir kuşun koynunda uyumuş kadar

Uzak limanlarda esriyen rüzgâr!

Sonbahar çiçeği bence zarif düş

Şimdi içime kalan ılık bir bakış

Bu aşkta bu sandal nasıl yol alır

Ay ki uykudayken söyle kim görmüş

Sonbahar çiçeği bence zarif düş

Tepeler ardında ne çok sır varmış

Açtıkça açıldı bir gonca gibi

Kim bilir görmüştün, belki anladın

Bu dehrin suları aşkı kadarmış

Tepeler ardında ne çok sır varmış..

HAYATIN TEORİSİNDE KAYBOLAN KARAKTER: OBLOMOV/ Mehmet Akbaş

Oblomov, İvan Aleksandroviç Gonçarov’un sayılı birkaç eserinden en meşhur olanıdır. Gözlemci bir okuyucu bu kitabı okurken birçok kaynağa bakması ve değişik başlıklarda Google araştırması yapması gerekebilir. Çünkü Oblomov birçok bilim dalının ustaca meczedildiği bir eser. Ekonomiden felsefeye, sosyolojiden psikolojiye oradan pedagojiye birçok alana dokunur yazar. Bunun nedeni, kanımca, Gonçarov’un yöneticilik dahil devletin birçok kademesinde görev yapmasının yanı sıra babasının geniş topraklara sahip bir tüccar olmasıdır. Bu durum yazara geniş bir alanda gözlem yapma imkanı sunmuştur. Yüksek öğrenimini dilbilim fakültesinde yapan Gonçarov edebi yönünü pekiştirip yazım sanatının inceliklerine mektepli olarak vakıf olmuştur.

Eser ilk olarak 1849 yılında bir dergide Oblomov’un Rüyası başlığı ile yayımlanmıştır. Daha sonra bu taslaktan yola çıkan yazar, 10 yıl kafasında taşıdığı Oblomov’u 1 ay gibi kısa bir sürede yaklaşık 600 sayfalık bir metne dönüştürmüştür. Kitap bu şekliyle 1959 yılında basılmıştır. 

Kapitalizmin etkilerinin yavaş yavaş Rusya’da görülmeye başlandığı bir döneme denk gelen kitap ülkede büyük yankı uyandırmış elden ele dolaşmıştır. İlk bakışta tembel bir Rus soylusunun hayatta karşı karşıya kaldığı durumlara verdiği ruhsal, düşünsel ve fiziki tepkiyi anlatan bir kitap olan Oblomov; dünya edebiyat literatürüne Oblomovluk tabirini sokmuştur. Eser o dönemde Rus edebiyatında işlenmeye başlayan uyuşukluk, hareketsizlik olgularından dolayı her mecliste tartışılır olmuştur.

Başta bahsettiğimiz sosyal bilimlerin ustalıkla harman edilmesi romanlar öğretici değildir diyenler için cevap niteliğindedir. Yazar Doğu-Batı karşılaştırmalarıyla sosyolojiye, Ştolts karakteriyle ekonomiye, karşıt iki karakterin çocukluğuna inerek pedagojiye ve baş kahramanın ruhsal durumuyla psikolojiye öneriler sunmuştur. Burada benim en dikkatimi çeken nokta pedagojiye yapılan vurgulardır. Kitabın yayınlandığı 19. Yüzyıl ortalarında dünyada henüz bu noktada doğru düzgün bir sav ortaya konulmamıştır. Fakat bugün Türkiye’de pedagogların anlattığı bir çok olguya kitapta şahit olur okuyucu.

Mesela kitapta Batı ekolünü temsil eden karakter Ştolts’un çocukluk dönemi şu şekilde resmedilir. Ştolts, aşarı bir cocuk olması nedeniyle ve hemen hemen her gün evine yüzü gözü kan içinde gelmektedir. Annesi sürekli tekrarlanan bu durum karşısında ağlar, babası ise hiç bir şey yokmuş gibi davranır. Hatta daha da ileri giderek Ştolts için yaman bir oğlan olacak şeklinde ifadeler kullanır. Annesi itiraz eder bazen ezilen burnunu bazen de yüzülen dizlerini hatırlatır. Bu sefer baba burnu kanamayan çocuktan ne hayır gelir şeklinde karşılık verir. Bunları söyleyen Ştolts’un babası bir Alman’dır. Ve bilinçli bir tercih ile oğlunun sokakta hayatı yaşayarak öğrenmesini ister. Alman ekolünün yanında batıyı da temsil eden Ştolts küçüklüğünde sokakta elde ettiği problem çözme yeteneği ile hayatın her noktasında hareketli ve beceriklidir, aynı zamanda disiplinli.

Arkadaşının aksine dilimizdeki tabirle; el bebek gül bebek ve ana kuzusu olarak yetişen Oblomov, en basit bir ihtiyacını gidermek için bile birisinin yardımına ihtiyaç duyar. Çünkü çocukluğunda dadısı, annesi ve halalarının gözü İlya İlyiç’in üzerindedir. Etrafından sürekli şu sesler yükselir; Aman üşümesin, aman hasta olmasın, aman ağlamasın, aman düşmesin. Böyle bir çocukluk geçiren İlya yetişkinliğinde düşünsel kabiliyetlerin de tesiriyle tam bir uyuşukluğa salar kendini.

Tam bu noktada Oblomovluk devreye girer. İlya İlyiç’in bilinçli bir tercih ile Oblomovluğu seçtiğini söyleyenlerin sayısı az değildir. Bunun nedeni onun ileri seviyedeki hayatı çözümleme yeteneğidir. Bir işe kalkışmadan 10 adım sonrasını hesap eden hatta işin nihayette nereye varacağını doğru tespit eden bir ferasete sahiptir. İçinde yaşadığı toplumun yaşam kalıplarından haz almayan Oblomov, kendini bilinçli bir hareketsizliğe hapseder. Çünkü çevresinde tanıdığı burjuva sınıfının davetten davete koşması, eğlence kültürü ve ikiyüzlü insan ilişkileri ona göre değildir. O, hayatın anlamının bu olmadığını düşünür. Bir yerde ‘’Benim gibi yatmıyorlar ama onlar da sinekler gibi dolanıp duruyorlar, ne anlamı var bunun’’ ifadelerini kullanır.

Başka bir yerde ‘’Bastığımız yeri yoklayarak yürümeliyiz; bazı şeylerden gözlerimizi çevirmeliyiz, mutluluk elimizden kaçarsa isyan etmemeliyiz; hayat budur işte’’ ifadelerini kullanır kahramanımız. Bir ara gönül verdiği kız ile geleceğe dair mutlu hayaller kurar. Fakat o, müthiş ferasetiyle muhatabını ve kendini mutsuz bir hayata mahkum edeceğini sezerek yine bilinçli olarak bu kızdan uzaklaşır. Bana göre Oblomovluk, bir kanadı çok güçlü ama diğer kanadı küçükken yaralanmış bir kuşun yaralanan kanadını hareketsiz bırakarak kendini tek kanada mahkum etmesidir. Çünkü Oblomov hayatın teorisini çok iyi çözülmemiş ama doğru hayatı yaşamak için bu doğru teoriyi asla pratiğe geçirmemiştir. Çevresindeki hayatların ve kişilerin anlamsızlığına çok takılmış, yaptığı planları sürekli erteleyerek hayatı ıskalamıştır. Yani kırk defa ölçmüş, yüz defa ölçmüş ama hiç biçmemiştir.

Işıklarını Kaybetmeyen Şehir / Mehmet Şahin Keskin

Şimdi her yer harabe, yıkık bir de
Söz baykuşlara emanet dört bir yanda

Korku surları yükseliyor ufuklardan nicedir
Nicedir çeşmelerden bulanık akıyor sular

Bu hengâmeyle giderken devran kendi yoluna
Cefayı ve kahrı yüklenmiş cılız omuzlar

Sırtlarına binmiş kanat çırpanlar var.
Öylesine kirlenmiş ki bu diyar; ziftten öte

Var mı bir yerlerde kendi olarak kalan?
Ben yorgun bir kalem; hançeremden şekva dökülür,

Bana aittir gitmelerim, gelmelerim, sitemlerim.
Bakmayın bana, eksilmesin tebessümleriniz,

Sizi görünce kucak açsın ufuklar ve mavera
Işıklarını kaybetmeyen şehir olsun yürekleriniz*

Saklı Bahçemin Çiçekleri / Ömer Dilbaz

Ey yar dağıtma Sümbüllerimi,
Leylakların arasından zor topladım.
Estirme gonca bahçemin güllerini,
Onları gül-ü yare sakladım.
İncinme hemen,
Sevdanın bahçesinden senin için,
Nergis kokulu çiçekler sakladım.
Ne de hoş sevdaymış bu,
Ey yar ,
Senin sevgini beş iklim son bahara sakladım.
Ey yar ıslandın mı gönlümün hazan yağmurlarında,
Yağmurları ben gözyaşlarından sakladım,
İsteme benden gecenin narına akıttığım gözyaşlarımı,
Onları en sevgiliye sakladım…
Üzülme hemen,
Bulutların arasından senin için .
Gözlerine yıldızlar topladım.
Ne hoş sevdaymış,
Ey yar,
Senin sevdanı ilahi aşka nardüban eyledim…

Baba / Halil Şerbet

Hani bana hep öğüt verirdin, “alma” derdin!
Bana ait olmayanı bugün aldım baba…
“Kul hakkından bir dirhem dahi çalma” derdin!
Bugün felekten bir gün çaldım baba…

Kendi halimizde oturduk garip kuş gibi,
Ne ekmeğim ekmeğe benzer ne aş gibi,
Yediğim kursağıma oturdu koca taş gibi,
Sanki zakkum zehiriyle doldum baba..

Sen sılada hasret, ben bu gurbet elde,
Manen boğuldum gözünden akan selde,
Beni sıladan ayırana isyan etme gel de,
Mazinin acısına tekrar daldım baba..

Gönlünde yara, elinde baston, siyatik dizle,
Oğlunun yolunu beklerken hep dört gözle,
Her zaman olduğu gibi, hayalde rüyada izle,
Yine gurbet elde takıldım kaldım baba..

Oturduk şöyle bir kenara garip garip,
Verdiğin nasihatleri beynimde derip,
Gönlümün kanaviçe kasnağını gerip,
Sineme batırdım iğneyi, deldim baba..

Arkamda dururdun Kurt Baba Dağı gibi,
Şimdi yollarım bağlandı basiret bağı gibi,
Hastayım, sensiz betim benzim ağı gibi,
Senin hasretinle sararıp soldum baba..

Ah bir bilsem hatamı, ne ise suçlarımı,
Hırsımdan koparttım sinir uçlarımı,
Başımda kalan bir tutam saçlarımı,
Ağlayarak ellerimle yoldum baba..

Ne seni anladım ne de bir gün dinledim,
Yaptığım hatalardan inim inim inledim,
Senin yokluğunda hayalini ünledim,
Yaş kemale erince anladım, bildim baba..

Özlemin beni hep çıkmazlara salıyor,
Aklım da yüreğim de hep sende kalıyor,
Seni bir daha görememezlik aklımı alıyor,
Hasretinden deli divane oldum baba..

Bu dertli başım daha neler görecek?
Bu felek yine başıma ne çoraplar örecek?
Bu ızdırap bu çile daha kadar sürecek?
Böyle yaşamaktan artık yıldım baba..

Yıllarca firkatli sadrında yaşadım hapis.
Sinemdeki iyi niyetler oldu habis.
Rüyalarım karabasan; düşlerim kâbus,
Bu takıntılarla uykularımı böldüm baba..

Dertlerim katmer oldu, üst üste katlar,
Söylediğin sözler, ettiğin altın nasihatlar,
Senin bilgilerine Oxfordun dekanı çatlar,
İcazet aldığın okulu buldum baba..

Kırk senedir gurbette ne rock, ne de caz,
Bilirim Neşet’siz türküler sana vermez haz,
Sinemi dağladı ağlayarak dinlediğim hicaz,
Hayalen kendimi yanına saldım baba..

Bugün güne hasretinle başladım,
Gönlümü senin hayalinle coşladım,
Sabaha kadar hep seni düşledim,
Bu gece de uykumu böldüm baba..

Anlat artık çektiğin acıları, saklama,
Çocukken ben de aldım birazcık saklıma,
Muzipliklerin, şakaların geldi aklıma,
İçim kan ağlayarak güldüm baba..

Mazilerden doldurdum, çektim sürüyerek,
Ağladı, inledi yüreğim, matem bürüyerek,
Elimde bavulum ağır çekimde yürüyerek,
Kalabalıklar içinde, yanlızlığa geldim baba..

Dönerim diye hep hayal ederken bir gün,
Daha ne kadar devam edecek bu sürgün?
Umutlarım berzaha yaklaşıyor günbegün,
Ben yaşarken ölüm ölüm öldüm baba..

Girdap – Adem Yağmur

Uzun süredir titreyen dudakları ile nemlenen gözlerinin birlikteliğine engel olmaya çalışıyordu. Yorgun bir kış akşamının bulutları gibiydi gözleri, iyice kararmış ve dolu bir bulut, başka bir bulutun dokunmasıyla anında boşalacak.


Derdinin büyüklüğü gözlerindeki bendi güçlendirmiş gibiydi. Bu bent yıkılmamalıydı, aksi halde bütün duyguları sele kapılacaktı. İçine doğru akan nehrin gürültüsünü sadece kendi duyuyordu. Başkalarının haberdar olması belki de derdini büyütmekten öteye gitmeyecekti.

Kendi kendine konuşmak istediğinde, her zaman sığındığı koylara gider, karşı kıyılara seslenirdi. İçinin tenhalarında gizledikleri gözlerinden yağar, tuzlu sularıyla yıkanan gözlerinden hissederdi varlığını.


Söyleyemediği sözleri biriktirmenin ne faydası olacaktı. Doğru bulmadığı kelimeleri kullanınca çok üzülürdü. “ Güzel kelimeler biriktirmeli aksi halde sahip olduğun kelimelere dönüşürsün.” derdi babası.

Yalnızlığını hissedebileceği bir yanı bile yoktu. Yaşadığını bilmek sadece kendinden ibaret kalarak mümkün müydü? Kendi girdabında boğulmak. Düşünceler, düşünceler…
Eski yara…
Keşke zaman dursa, o an hiç yaşanmamış da her şey bir rüya olsaydı. Hani insan bazen rüyadayken rüya gördüğünü fark eder de kendi kendine uyanır ya, öyle bir şey olsa ve uyansam dedi. Bölünmüş uykularla, güneşi olmayan gündüzlere dönüşen geceler. Uyuyabilse belki her şey daha güzel olacak. Uykusuzluk, gözlerini mesken eyleyip kendinde dinlenmeye başladığından beri, gecelerin bütün seslerine aşina olmuştu.
Zamanın uğramadığı gözlere sahipti sanki. Duygularını yansıtamayan aynalar misali…

Akşamın alacası gökyüzünü ve denizin rengini değiştirmeye başlamıştı. Gözleri sahile vuran her dalgayı yokluyor ama kulakları dalgaların sesini duymuyordu. Ağlamanın kendisini hafifleteceğini biliyor birçok kez ağlamak için kendisini zorlasa da bu konuda
başarılı olamıyordu. Gözlerinde düğümlenen bir sancı vardı ve bu sıkıntı onun ruhunu çarmıha gerilmiş gibi acılar ülkesinde gezdirip duruyordu.

Ağlama duygusunu bastırmak istiyor bundan dolayı titreyen dudaklarını ısırıyor, gözlerini kapatarak içini çekiyor. Olabildiğince kendini tutmaya çalışıyor ama içindeki göle büyük bir dağ yıkılmıştı bir kere. Yıkıntının çıkardığı ses kalbini zorluyor, şakaklarını zonklatıyor. İçine yıkılan dağın taşırdığı duygular ruhunu ıslatmaya yetmişti. Ruhunun en tenha noktalarına kadar tesir eden, burnunun direğini sızlatan tarifsiz bir acı yaşıyor, ne yapacağını  tam olarak bilemiyordu. Elleriyle dağdan geriye kalanları düzeltebilse biraz nefes alacak. İçinde fırtınalar esiyor, ruhu sağa sola yalpalıyor ama o dengede durmak için kendini zorluyordu. Yıkılmamak elde değildi…

Gözlerini bir noktaya kilitliyor ama orada ne olduğunu fark etmiyordu. Baktığı yerlere içinde büyüyen ateşi boşaltmaya çalışıyordu. Yağmur öncesi fırtınaların savurduğu duygular her yeri yıkıp talan ediyordu. Bir ağlasa sonra dinse
yağmur, her şey süt liman olacak ama olmuyor… İçindeki çöküntü, gözyaşından daha yakıcı bir iksire dönüşüyor ve ruhunu ince dertlere salıyordu.

Gök, bütün evren yıkılıyormuş gibi gürledi. Kapkara korkunç bir şey zihnini işgal etti. Hemenardından bir sağanak boşaldı.  Çakan şimşeği gözünden çıkan bir ışıltı takip etmişti. Islak yüzünü ve hüzünlü gözlerini gizlemek için ellerini yüzüne kapattı. Ağlıyordu, evet ağlıyordu. Gözyaşına direnen bir göz kapağı yoktur galiba…

Sakin ol diye bir ses duyar gibi oldu fakat ağlamaya devam ediyordu. Etrafında biri var mıydı yoksa bu ses kendi iç sesi miydi bilemedi ama bana dokunma ne olur dedi. Dokunursan yıkılırım, bilirim ki tutacak biri var bu yüzden yıkılırım ne olur bana dokunma!

Sessizce ağlarken vücudunun titremelerine engel olmaya çalışıyor ama gözlerine söz dinletemiyordu. Dudaklarından dökülemeyenler artık gözlerinden dökülmeye başlamıştı.

Bir Bülbül Zârı / Tâhsîn-i Kelâm

Nedir simanda billur billur jaleler ey gül,
Hüzün çökmüş şu halin beni yâreler ey gül.
Bir çözülmez ukde-i vuslattan mıdır halin,
Hal koymaz binamda taş taş pareler ey gül.

Umut yakışır sana, her şey ihtimal iken,
Gam değil bakanlara, tebessüm imal iken,
Yüzüne aşkın rengi, yakışanın al iken
N’olur bağlama sakın öyle kâreler ey gül.

Sitemin var besbelli şu boyun büküşünden,
Naz güdersin bülbüle, durmayıp ötüşünden
Sanma ki o da şendir, mihnetkeş oluşundan
Gül gamzenden derdine umar çareler ey gül…

WordPress.com'da bir web sitesi veya blog oluşturun

Yukarı ↑