Delik Kese / Mehmet Erdoğan


Eskiden cüzdan falan yoktu çoğu insanda. Ya da vardı da zenginler içindi öyle şeyler. Bizim gibi fakirler, olan biten üç-beş kuruşunu ya koynunda, ya boyunlarına astıkları veya kuşağının kıvrımlarına yerleştirdikleri bir kesede saklayıp korurlardı. Özellikle bu keseler duruma göre değişirdi.
Fakirinki ufak, biraz daha orta hallininki daha büyük olurdu.
Benim de böyle bir kesem vardı. Evde, özellikle dışarı çıkarken ne kadar param varsa ona tıkardım. Neme lazım eve hırsız mırsız girer. Ya da yolda bir yankesici zula eder. Tıklım tıklım tren ve otobüslerde kimin ne olduğu belli değildi. Namuslu, iffetli kadınları bile taciz edenler hiç senin cebini taciz etmez mi? Elde avuçta ne varsa alır giderlerdi alimallah. Gerçi evde asıl servet babamınki idi. O giderse iş fecaat olurdu. Bir maaş gitse aylarca sarsılırdık. Buna rağmen benim de bir miktar param olurdu cebimde. Hayır hayır kesemde Evde de mi kese diyeceksiniz? Evet evde de. Neden mi bu keseye önem veriyorum. Durun size anlatayım. Ben aile içinde ütüden ayakkabı boyamaya kadar her şeyi yapardım. Tabii kardeşlerimin özellikle ağabeylerimin harçlıklarından elde ettiğim alın teri ile kazandığım bu paraları da öyle ulu orta her yere, ya da kolayca ulaşılabilecek olan cebime koymazdım. Bir keseye koyardım. İşte bu kesecik benim hazine kasamdı. Ona koyar onu da ucundaki bir iple boynuma asar hatta keseyi bir anaç tavuğun civcivlerini kanadı altına alması gibi, koltuk altıma sıkıştırırdım. Ara sıra kolumla kontrol eder, oradaki şişkin şey tenime değdikçe varlığından şüphe etmez, sevinirdim.. Ama onda hafif bir ufalma hissedersem gizlice bir odaya girer, ipi boynumdan çıkarır kontrol eder, paraları sayar, tamam çıkarsa ki çok kez öyle olurdu, keseyi tekrar boynuma asar, tenimde iz yapacak şekilde kolumla sıkardım. Onun için eve hırsız girse babamın maaşını bilmem ama benim paraları bulması için önce beni elbiselerimden üryan etmeli, sonra da sımsıkı bastırdığım, kilitli kapılardan daha sağlam tuttuğum kolumu kaldırmalı ve ustaca parayı oradan almalıydı. Bu da mümkün değildi. Ben ki yolda yürürken bile bütün dikkatimi koltuğunun altına toplamış bir kişi olarak, bir sinek bile omzuma konsa, ona tecessüsle bakar ve ne olur ne olmaz diye onu elimle kişkişlerdim. Değil ki öyle değme hırsız gelecek de, beni elbiselerden üryan edecek, sonra yan böğrüme japon yapıştırıcısıyla yapıştırılmış gibi sıkı kolumu kaldıracak ve keseyi oradan alacak. Gülerim buna. Konu eve geldi bak.. Eskiden evlerde kapılar da kapıların kilitleri de bu günkü gibi sağlam değildi. Yine zengin-fakir ayrımı yapacağım. Zenginlerde değil elbet bu sakıncalı durum. Fakirlerin evleri. Kapıların yarıklarından içeriyi görme imkanı bile vardı. Hafif yüklensen aşığın maşuğa açılan kalbi gibi bizim kapılar kollarını açar ve buyur ederdi geleni. Ne de olsa cömert insanların (yani fakir ama cömert insanların) kapısı bunlar. Kargir evlerde, hele kerpiç binalarda ne gezer o kapı gibi kapılar. Gürgen, ceviz vs. tahtalardan çakılmış kapılar nerede? Kavak mavak ağacından derme çatma kapılar işte bunlar. Çelik melik hatta demir kapılar da üst seviyeli zenginlerin malikanesinin girişlerini bekleyen nöbetçilerdi.
Neyse sadede gelelim. Bir gün benim işte bu çok kişinin bilmediği gizli kese delindi. Eve geldiğimde onu çıkardım. Baktım bir kaç lira düşmüş, kayıp gitmiş delikten aşağıya. Bulana helal olsun. Sadakamdır. Ama bu keseyi onarmak gerek. Bu el yordamıyla, bizim dikişlerle olacak bir iş değildi.
Bizim bir terzimiz vardı. Tahir Ay isminde. Ona bayramlık urba da diktirirdik. Tabii senede bir elbise. İki bayramda da giyerdik onu. Bazen bu baba armağanı her bayram için bir elbise olarak değişirdi. Babam nereden bulurdu bu parayı bilmiyorum. Beş oğlan, iki kız. Buna para mı dayanırdı. Alt tabanı işçi maaşı. Demek ki bereket vardı o zamanlar. Tabii yine de elde avuçta ne varsa terziye giderdi o ay. İç çamaşır, ayakkabı vs. Bunlarla epey harcamamız olurdu. Onun için elbiseyi bir iki sene dayandıranlar kazançlı çıkardı bizde ve bizim gibi ailelerde.
İşte Çiğli Aytöre Pasajı’nda dükkanı olan bu terziye götürdüm ben delik keseyi. Dedim şuna bir dikiş at Tahir abi. Zayıf orta boylu, alın tarafı biraz geniş, çeneye doğru zarif bir şekilde incelen bir yüzü vardı onun. Ama bu çehre daima gülerdi. Kızmasına, hatta bazı asabilerde olduğu gibi kızınca kömür gibi karardığına hiç rastlamadım. Ela gözlü biraz sivrice burnu altında fırça sertliğinde fazla sık olmayan kumral bıyıklarıyla ay gibi parlardı çehresi. Evet o bizim Tahir abimizdi. Gençliğimiz onun dükkanında çay içip, sohbetlerini dinlemekle geçti. Bize çok iyi davranırdı. Bilhassa biz gençlerle daha iyi geçinirdi. Bir kez kötü bir söz söylediğini duymadım kimseye. Bazen zilzurna sarhoşlar bile gelirdi ona. Bir kaç gün yanında çalışmak için. Hatta geceleri, terzi kesim biçim masasının altında ıvır zıvır atılmış kuytu boşlukta yatardı bazıları. Evi damı yok ne yapsın. İzin verirdi o. Bu yüzden garibanlar da severdi onu. İyi, canlı, heyecanlı sohbetler ederdi. Konuşurken ara sıra bize baksa da aksatmadan dikiş işini sürdürürdü. Erzurum şivesiyle bazı fıkralar anlattırdı sohbet aralarında. Dinlendirmek için elbet. Beş dakka ara vardır ya bizim açık hava sinemalarında, işte öyle birşey. Biz bu dinlenme faslından sonra yeniden ikinci sohbet için güç bulurduk kendimizde. Boşuna dememişler bir gülüş bir kilo pirzolaya denk güç verir insana, diye. Tahir abide böyle fıkralar kırla giderdi. Onlardan birini durun anlatayım size.
Bir gün Erzurumlu bir köylü İzmir’e gelmiş. Vapura binmiş. Adam ne bilsin bilet milet almayı. Vapur mu var Erzurum’da? Dalgalı denizi ilk gördüklerinde bazı anadolu köylerinden gelenler, Yahya Kemal’in “gördüm deniz dedikleri bin başlı ejderi” mısraında olduğu gibi üzerlerine gelen bir mavi gözlü ejderha sanır, korkarlarmış ondan. Vapur kıyıdan uzaklaştıkça, hele bir de imbat esiyorsa deniz kokusu vapurun her tarafını sarar bir anda. Ben de İzmirli olduğum için bu seyahatlerin güzelliğini iyi bilirim. Kıyıya yaklaştığında ve rıhtıma yanaştığında ise bu koku uçup gider bir günlük kokusu, bir esans gibi. Martı kuşları atılan simitleri ustaca uçuşlar ve kavisler çizerek kaparlar. İşte şimdi de böyle güzellik yaşanıyormuş vapurda. Kalkıştan birkaç dakika sonra biletci gelir ve tek tek biletleri kontrol eder. Hikayede de aynı böyle. Kondüktör sıra sıra biletleri kontrol edip geliyormuş. Bazısı uykulu gözlerle, bazıları yorgun bir eda ile, bazıları da piyango vurmuş gibi neşeli bir şekilde biletini görevliye veriyormuş. Biletci uzatılan biletleri kontrol ediyor. Ya elindeki özel zımba ile deliyor, ya da yırtıp atıyormuş. Erzurumlu’ da tabii bilet falan yok. Tam şokta sizin anlayacağınız. Ama o sırada onun dikkatini bir şey çekmiş. “Faso fiso” gibi şeyler diyenler varmış vapurda. Biletçi onları es geçiyormuş. Erzurumluda bilet yoksa akıl da mı yok. Bir anda onlar gibi demek gelmiş aklına. İşte son çare, can simidi yarım yamalak duyup, anladığı bu kelime. Kulak kapartıyor, dikkatle dinliyor. Ama adamların ne dediklerini de tam anlamıyormuş. Ne de olsa şive farkı var. Yeni duyduğu bir şey çünkü. Biz de olsak aynısı yaşarız. Evet onun için yine de tek çare onların dediği gibi bir şey deyip biletçiden kurtulmak. Bu kelimeyi derken dudak ucuyla dese anlaşılmaz elbet. Bir de dilini biraz peltek yapar, olur biter. Neyse biletçi onun yanına gelmiş. Tam tepesine dikilmiş. İri yarı zebella gibi bir adammış gelen. Zaten bakınca insanın dili ister istemez tutulur, peltekleşirmiş onu görünce. Heybetli kondüktör şapkasının güneşliği altından Erzurum’luyu süzüp gayet ciddi bir polis edasıyla “bilet kontrol” demiş. Erzurumlu ona bakmış ve başkalarının yaptığı gibi umursamaz bir şekilde faso, demiş. Demiş ama yüz ve mimiklerinden acemi olduğu da belli. Bütün yüz hatları heyecandan dalgalı deniz gibi hareketli. Bir de kızaran elma gibi yanaklar. Kondüktör ona şüpheli bir nazarla bakmış. Bilet kontrol, demiş tekrar. Erzurumlu içinden “herhalde ben yanlış duydum bu kelimeyi” diye geçirmiş. Başka şekilde söylemiş, Fiso, demiş ardından. Biletci sert öfkeli bakmış Erzurumluya bu kez. Biletiniz beyefendi, demiş kükreyen bir sesle. Erzurumlu yine söylediği kelimeden şüphelenmiş. Herhalde ben yanlış duydum bu kelimeyi, bu sefer de haso, demiş. Biletci küplere binmiş bu defa. Ne faso ne fisosu efendi, demiş, bilet bilet. Erzurumlu ciğerlerini hava ile doldurup, onunki gibi gür bir sesle son umut olacak kelimeyi söylemiş bu kez, Hüso, Hüso, demiş “hadi bırak yakamı” der gibi yakaran bir eda ile. Tabii kondüktör, tepesi atkın, sinirleri zirve yapmış, yüzündeki damarlara kan toplanmış mosmor bir çehre ve bıçak gibi keskin öfkeli bakışlarla “la havle” çekmiş. Nihayet kendini biraz toparlayıp sinirle sıktığı dişleri arasından ıslık gibi bir sesle “Bilet dostum bilet, anlamıyor musun?!” demiş. Erzurumlu bu ya. Damarlarında asil kan olan Aziziye yiğidi. Kalkmış ayağa ve bak kardeşim, demiş, faso, dedim olmadı haso, dedim olmadı. Hüso dedim olmadı. Bir türlü çekip gitmiyorsun. Ne bu yahu! Başkaları deyince, gidiyorsun. Senin kastın bana mı? Biz, demiş Nene hatun torunuyuz, unutma. Biletci bakmış adama şaşkın ve öfkeli bir şekilde. Kardeşim biletin yoksa alacaksın. Biz de Çakıcı efe’nin torunuyuz, demiş. Erzurumlu zarla zorla kesenin ağzını açmış ve bilet parasını ödemiş tabii. Ama parayı verirken onu alaylı bir tebessümle seyreden halkın bakışlarından da rahatsız bir şekilde, tam dadaş öfkesiyle, herkese duyurur gibi; ne bu tafra yahu, demiş, “tahtayı tahtaya çakmışsan ismini vampur takmışsan. Sonra bizden para istiyirsen!”
Herkeste bir kahkaha ki deme gitsin. Biz de katıla katıla gülerdik bu fıkraya.
Neyse verdiğim keseyi aldı Tahir abi. Şöyle bir ters çevirdi. Sökük yere parmağını soktu, büyüklüğünü ölçtü. Baktı inceledi. Sonra dikiş makinesinin başına oturup gır gır gır çalışan makine iğnesinin altına tuttu. Bir iki gitti geldi kese. Sonra keseyi aldı. Dikiş yerinden uzayan ipi kopardı. Ardından kesede kalmış bıyık kılı kadar ipin ucunu ağzına götürdü. Bunu da dişleri arasına alıp, hatta en isabetli yer olan, küçük azı dişleri arasında sıkıştırıp, çekip kopardı ve ardından ağzındaki minik parçanın tükürükle iyice ıslanmasını önleyip (çünkü yere yapışıyordu) onu ustaca dudağına nakledip yere üfledi. Ardından keseyi ters yani asıl yönüne çevirip bana verdi. Bir taraftan da bize nasihat ediyordu tabii bu işleri yaparken. Manevi kazancın önemli olduğundan. Salih amel işlemek, hayır hasenat yapmak kadar bu kazancı korumanın da dikkat edilecek bir husus olduğundan, dem vuruyordu. Keseyi bana verirken gülümsedi ve espriyi patlattı. “Mehmedim, maddi kazanç keseni onardık. Artık paran düşmez. Delik kapandı. Manevi keseni de sen sağlam et. Yoksa bu kese delinirse ne var ne yok, bütün hayır hasenat, güzel amellerin boşluğa akar gider gülüm.
Ötelere bu keseyle gideceğiz unutma. Varımız yoğumuz bu kese..”

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

WordPress.com'da bir web sitesi veya blog oluşturun

Yukarı ↑

%d blogcu bunu beğendi: