uykusuz geçen gecenin sabahı henüz başlamıştı
kaç saattir oturup kaldığımı bilmediğim koltukta
keyfini çıkarıyordum tatlı bir uyuşukluğun
kapanmayan gözlerim, gri gökyüzünü süzerken,
hazırlığı yapılan yağmuru kutlama telaşına kapıldım
öyle ya, soğuk mevsimleri yaşıyorum kaç yıldır
bir türlü haber gelmedi bahardan,
tüm sıcak renkleri tükettiğimden beri
göçmen kuşlar uğramadı yaşadığım iklime
tüm sıcak hisleri kaybettiğimden beri
geceleri kahveyle ısıtıyorum ellerimi
gündüzleri soğuk algınlığına karşı bitki çayı,
adaçayı, ıhlamur, papatya fakat illa limonlu olmalı
kısa da sürse etkisi, “olsun!” diyorum
hangi mutluluk zaten uzun ömürlü oldu ki
hangi sevincimizin kırılmadı ki kanadı
okunmayı bekleyen gazeteler birikmiş sehpa üzerinde,
sebepsizce açtığım radyonun cızırtılı sesinde felaketler
lodos diyor, karbonmonoksit diyor, ölüm diyor
soğuk havadan korunma yollarından söz ediyor.
evsiz insanlardan, sokak hayvanlarından
artan meyve sebze fiyatlarını sıkıştırıyor araya
bir kaç gereksiz tartışma ve nihayet hava durumu
mevsim normallerinin altında seyrediyor sıcaklar
insan normallerinin altında sergileniyor davranışlar
albümler yetişmiyor acının resimlerine
naftalin kokulu örtüler altına saklanmış hatıralar
hangisine el atsam, üzerime bulaşıyor kesif koku
epeydir azalmış durumda sokak kalabalığı
çocuk sesleri daha az geliyor,
yürüyenlerin başları önde, hayali boyundurukla
tüm kötülüklerin müsebbibi onlarmış gibi
ürkek adımla geçiyorlar kapımın önünden
bense tozlanan mobilyaları dahi silmeye üşeniyorum
öyle bir rahatlık, öyle bir boş vermişlik var içimde
bazen ayna karşısında buluyorum kendimi, gayet asabi
“pasaklısın oğlum işte!” diyorum, hak veriyorum kendime
en son ne zaman makas değdi saçıma hatırlamıyorum
usturanın keskin izleri, çoktan silindi yüzümde
radyodan dolarken odaya pop gürültüsü
tahammül sınırlarını çoktan geçmişti huzursuzluk
tam kırık kapatma tuşuna basacakken, çaldı kapı
öylece bekledim bir süre, soğuk heykel gibi
“çalar, çalar gider nasılsa!” dedim içimden
ama inatçı bir eldi karşımdaki
oflaya, puflaya açtığım kapıda postacı,
pullu bir zarfı uzattı bana kararsızca
ismimi söyledi elindeki kağıda bakarak,
“imza!” dediği morarmış parmaklarıyla göstererek
içeri girdim, kuruldum yine koltuğuma,
kapattım baş ağrıtan radyoyu,
tanımadığım bir kadının ismi gönderen kısmında
sağ alt tarafta itinayla yazılmış ismim, adres bilgileri
açılan zarftan yayılan lavanta kokusu
eski zamanlardan bir şeyleri anımsatıyor
sarımtırak kağıt üzerinde mavi mürekkepli satırlar
“Sevgili…” diye başlayan bir hitap
özlem dolu satırlar, pişmanlığa batmış yakarışlar
“sen iyi misin bari?” diye müşfik bir sesleniş…
bir trajedide olması gereken her şey var
olmaması gereken bir ben varım mektubun içinde
bir de geçmişe ait yaşanmışlıklar
“Bir yanlışlık var galiba?” deyip bırakıyorum mektubu elimden
düşünüyorum da, benim dahi kaybettiğim bir bana
kim, neden yollardı ki özenli satırlar
kim, neden sorardı ki hatırımı bilmem?
sanırım bir isim benzerliği!
Bir Cevap Yazın