Vakit gece…
Karanlık …
Zaman gece, asır karanlık…
İçime içime ağlıyorum, kalbim acıyor, çok acıyor anne.
Ruhum bedenime sığmıyor.
Yüreğim bir kafese sıkışmış minik bir kırlangıç gibi. Çırpınıyor, çırpınıyor çıkamıyor anne.
Oysa umut şarkıları söylemeyi severim ben…
Umudu fısıldamayı yüreklere…
BÛSEGÂH EYLEDİM YÜREĞİMİ
Annem öpse geçerdi ben küçükken.
Düştükçe acıyan yaralarımdan.
O öpmedi. Yaralarım da geçmedi.
Şimdiyse annem yok. Yaralarım da öpmekle geçmeyecek kadar çok…
Ne diyelim;
Mevlâ öpsün yaralarımızdan….
Gecenin halvet koylarında hüznünle başbaşa kaldığında Mevlana gibi: “Ağlayabilir miyim gönlüm müsaadenle, şöyle katıla katıla şimşekli bir gökyüzü gibi?” dersin. Göğüs kafesine sığmayan kederleri salıverircesine. Bütün acılarını, acıtılmışlıklarını toplayıp da tek bir hüznün içinde, coşkun bir sel gibi gözyaşlarını akıtırcasına. Oysa içime içime ağlamayı bilirim ben. Kimseler duymadan, kimseler görmeden…
Yüreğimi Hû’ya yaslayıp içimi çeke çeke ağlamayı… Serapa bir gözyaşı bestesi ile gönlümden semalara açılan pencerelerde serenad yapmayı severim.
Hayat insanı iğnenin deliğinden geçirirmiş gerçekten de. Hâr içinde Nâr gibi yandıktan sonra görünürmüş Hû’nun Nûru. Kalbin tepelerine tırmanan ve zümrüt yeşili dua ağaçlarının dallarını sallayan herkese, gecenin zülüflerinden bir şimşek göz kırparmış. Ufuklar gökgürültüleriyle lerzeye gelir sağanak sağanak rahmet yağmurlarını yağdırıverirmiş.
Meğer bizim zemherilerimize de cemreler düşermiş. Düşermiş de biz dert sanırmışız dermanlarımızı. Lütfun cebir dalga boyutunda tecellilerini yaşamayı musibet sanmışız yıllarca. Oysa;
Celalinin içindeki Cemal tecellileriyle öpüyormuş yaralarımızdan Yaradan.
Kime – Neye güvenip dayanmışsak hepsinin zeval, firak ve eleminin gözyaşını dökmüşüz. Kalbi rakîk, gönlü kırıkların yaslandığı bir dağ varmış. Tâ uzak diyarlarda değil. Tam da şuracıkta yüreciğimizdeymiş bu dağ. Yaslandığımızda rıza, güven ve bitimsiz muhabbeti yaşatırmış. Tevhid-Teslim-Tevekkül-Tefviz tepeciklerini tırmana tırmana çıkarmışız bu dağın kemâl zirvesine. Öyle bir dağmış ki bu dağ, taşları şak şak olur, sonra bu taşların arasından kevser misal âb-ı hayat suları fışkırırmış. Dünyanın denî yaralarına şifa olurmuş bu sular.
“Şimdi neye sığınacaktır: Hikmet burcuna geçer…
Dışımızdaki zamanın içimizdeki vakti nasıl çabuk tükettiğinin acısıyla,
Şikayetlerin, isyanın şiiri; zamanla yerini, kabulün, benimsemenin, vazgeçişin şiirine bırakır” (Necatigil, Bile-Yazdı)
Karadutun lekesini yine karadut çıkarırmış ya hani, öyle de derdim dermanımmış amenna ve sadaknâ. Celalininin içindeki Cemal tecellilerini zerrelerimize kadar hissettirerek öpüverdin ya yaralarımızdan, zaten bir Sen (C.C) öpersen geçerdi o yaralar. Bir Sen (C.C) öpersen cennet reyhanları dokunurdu yaralı ruhlara…
Annem öpse geçerdi ben küçükken. Düştükçe acıyan yaralarımdan. O öpmedi. Yaralarım da geçmedi. Şimdiyse annem yok. Yaralarım da öpmekle geçmeyecek kadar çok…
Ne diyelim;
Mevlâ öpsün yaralarımızdan….
F. Verâ Deniz
Bir Cevap Yazın