Torosların yükseklerinde bir yörük çadırında başladı hikayem. Herkes şehre inerken ben kaldım Toros yaylalarında. “Şehir, midesinden tutsaklanan insanların paraya baş eğmesidir” derdi babam. Bir de “ insanın şifası da belası da insandadır.” derdi. Ne para derdim oldu ne de insanda şifa arayışım. Benim şifam da servetim de bu dağların süsü. Ağacı, suyu, havası…
Kilometrelerce uzakları görebilmek farklı bir his. Etrafta ne bir ev ne farklı bir insan yapısı… Şehirli insanlara göre fantastik ama kimine göre de sıkıcı bir hayat… Biricik eğlence; ertaftaki ağaçlarla, hayvanlarla kurulan hayattan ibaret… Dış dünyaya ait tek varlık, uçaklar…
Öyle anlar olurdu ki bazen yüksekçe bir kayanın üzerine oturur, keçileri yayarken bir uçak geçer ve ben hayallere dalardım. İçindeki insan hikayelerini düşünürdüm. Onca kişi farklı farklı umutlara uçuyor olmalıydılar. Kimbilir belki de kimisi de kederli bir acının üzerine gidiyordur. Ben şehrin ve insanların getirdiği dertlerden azadeydim. Ne dedikodu yapıyor ne dedikodum yapılıyor, ne iftiraya uğruyor ne iftira atıyordum ve ne de insanlardan zulüm görüyor ya da zulm ediyordum.
Tam üzerimden bir uçak geçerken bazen ayağa kalkar, bir elimi alnıma gölgeler, diğeriyle uçaktakileri selamlardım. Beni görmediklerini bile bile böyle yapmam, belki insanlara hasretimdendi. Ama ayda bir ihtiyaçlar için ilçeye inip kalabalıkların birbirine ne kadar yabancı olduğunu görünce dağdaki dostlarımın yanına heyecanla dönüyordum.
Zamanla tavşanlar bile bana alıştılar, korkmadan çevremde dolaşabiliyorlardı. Hayvanların yalaklarına taşıdığım su, kaç hayvan çeşidine hayat oluyordu ben de sayamıyordum. Keçilerim suya doyduklarında, diğer yabani hayvanlar da nasiplensin diye tekneleri susuz bırakmıyordum. Torosların zirvelerinden ötedeki tepelerin iki dudağı arasından gözüken denizi bana hep eski mezarlık gibi geliyor. Sahile yakın binlerce yıl önce yapılmış harabe kalıntıları, toplumların toplu mezarlığı gibi.
Kimler gelmiş kimler geçmiş ama kimi zalim, kimi mazlum olarak huzurda bekliyorlar şimdi. Yazın bu yaylaların havası, suyu bende müthiş bir duygu oluşturuyordu. Lakin ulaşılmaz heybetli zirveler, aşılmaz geçitler beni biraz eziyor haddimi de bildiriyordu. Bu dağlarda yazları, neşemin bozlak sesi yankılanırken kışları, eteklerdeki orman köyümüze dönerdik. Kışın, birkaç evden oluşan köyde geçen zaman da daha ufuksuz bir yalnızlıkla örülürdü.
Şehrin sorunlarından azade, yalnızca karım ve kızımla süslü sakin, sessiz bir hayat… Eşimin hastalanmasından sonra başka çocuğumuz da olmadı. Kızımın ilçedeki yatılı bölge okuluna gitmesiyle de bütün kış, karı- koca başbaşa bir hayat… Başbaşa bir sessizlik dense daha doğru olur. Belki şehirlilere göre baş başa huzurdu bizimkisi. Öyleydi de… Birbirimizin yarısıydık eşimle. Beni günahımla sevabımla, üstüme sinen keçi kokumla seviyordu keza ben de onu…
*
Her şey kızımın, ilköğretimi bitirip liseye gitme isteğiyle başladı. Her ne kadar ben sakin hayatımdan memnunsam da yaşadığımız bu hayat, kadınlar için zor bir hayattı. Kızımın bu dağlara mahkum olmasını da istemiyordum. Eşimin de bastırmasıyla kızımın isteğini onayladım ama nasıl olacaktı? Hadi ilköğretimi parasız yatılıda okudu. Bundan sonrasını nasıl edecektik? Aklıma ilk gelen çocukluk arkadaşım Nalbur Nusret oldu. O, bu dağlarda çile gördü şehre indi. Allah da rızkını oradan verdi. İlçeye her indiğimde uğrarım yanına, bir çayını içerim.
İlçeye iner inmez vardım Nusret’in yanına. “Böyleyken böyle dedim, sen yılladır buralardasın bir yol göster bana.” Nusret her zamanki gibi serin. Gelen müşterisiyle ilgilenirken, “kolay, kolay hallederiz” dedi. Günlerdir içime oturan çaresizlik, tuz yalayıp sulağa ulaşmış keçi neşesine döndü. Bir baba için kolay mı ergen bir kızını şehrin keşmekeşinde yalnız bırakmak! Köyde kalsa kapıya kısmetlileri dayanacak. Kızımı şehirde yalnız bırakmak içimi yeyip bitiriyordu. Ortalık sakinleyince iki çay söyledi Nalbur Nusret.
-Kolayı var ortak. Burada lise talebeleri için özel bir yurt var. Ben ilgilenenleri tanıyorum. Şuradaki
liseye kaydını yaptırdıktan sonra okula da yakın yurt. Gözün arkada kalmaz hem. Çocuklara kendi çocukları gibi göz kulak oluyorlar. Yurda giriş çıkış saatlerine dikkat ediyorlar. Vallahi senden çok dikkat ediyorlar. Parayı da dert etme, ben burs da ayarlarım. Sen de verebildiğin kadarıyla üç beş verirsin.
Bir anda içimde, Torosların ilkbahar çiçeklerinin hepsi birden açtı. Kızımı okuluna yurduna yerleştirip zirvedeki kıl çadırıma döndüğümde içimde açık gökyüzü genişliğinde bir huzur vardı. Ne ki böyle mutluluk zamanlarında, hep içimin bir kenarına kılçık gibi bir vesvese yapışır ve “yok öyle dertsiz baş, başına gelecekleri bekle” diye seslenirdi. Yine öyle bir ses ama ben bu huzurla onu duymak istemiyordum. Bülbül bahçesinde karga sesi gibi bir hal…
O gece kıl çadırın önündeki ateşin başında yemeğimizi yedikten sonra çaylarımızı içiyorduk. Sakin ayazlı bir gece, sonbaharın ilk üfültüsü dalgalanıyor karanlıkta. İçerden şeker almak için elimdeki sopayı bırakmadan çadıra girdim. Çıkarken sopanın ucu çadır kapısının üstündeki at nalına takıldı. Nal yere şangırtıyla düşünce karım ürperdi “eyvah” diye çığlığı bastı.
-Ne oldu Meriç, bu ne hal?
-Bilmez misin nalın düşmesi uğursuzluktur başımıza bir şey gelecek!
-Ağzını hayra aç Meriç. Bak kızımızı da okuluna yerleştirdik. Şimdi vesvese edip de içimizi karartma.
Sustu Meriç. Yalnız içime şüphe zehrini bırakmıştı bir kere. Belki at nalının düşmesinden değil ama eşimin hisleri kuvvetli olmalıydı ki ne zaman böyle dese o akıbeti yaşıyorduk. Her şey yoluna girmişken nasıl bir şey olabilir ki? Burada olan nedir ki? Çok çok keçi kayadan düşer ayağı kırılır. O da sorun değil keser yeriz. Keçileri yükseklere sürüyorum o gün. Gökyüzünde pamuksu bulutlar. Kızıyorum karıma. Ahmaklık işte, bunları dillendirip insana vesvese vermenin ne manası var.
“Hem başımıza her şey geldi. Daha ne olacak ki?”
Köyde yağmura yakalanınca ağaç altına sığınan ana-babamı yıldırım çarpalı daha kaç sene oldu ki? Hem anne- babamdan sonra mal davası yüzünden kardeşlerim birbirini vurdu. Kötülük daha çok insandan insana gelir. Bu yaylaların hırsızı yok, arsızı yok! Biz yaşayacağımız acıları felaketleri yaşadık zaten. Daha ne olacak ki? Yağmur yağınca, ağaç altına sığınmayız oluverir. Kardeşlerim ölünce iyi ki bana ait olanları yetim yeğenlerime verip çekildim kıl çadırıma. Kara kış bastırıncaya kadar inmem zaten köye.
Şehirlinin yağını peynirini üretiriz ama dağlı diye aşağılanırız hep. Bizi bize bir işe yaramayan sigara izmariti gibi hissettirirler. Bunlar da musibetin tuzu biberi. Hani elimde üç beş keçiden başka neyim var? Kimsenin ahını da almadım. İnsanlardan uzak olmanın en büyük faydası da bu belki. Kimsenin hakkına girmiyor, ahını almıyorsun. Ahı alınan biri varsa o da biz oluyoruz. Ayda beş on kilo peynir, beş on kilo yağ götürüyorum ilçe pazarına. Onun da kimisi borca gidiyor geri dönmüyor.
Ne ki at nalının akıbet çağrışımı kılçık gibi içimde duruyor. Yok yok, engerek yılanı gibi bir şey yüreğimin orta yerinde kıvrılıyor. Gururuna düşkün namuslu adamlar, bahtsızlıklarını düşünerek zevk alırmış hayattan, derler. Benimki belki de öyle bir hal.
İçimden bunlar geçerken dilimde de; “yaşanacak acıları yaşadık, daha ne olacak ki?” Bu sözü söylerken de ürperiyorum aslında. Yine bir uçak geçiyor üstümüzden. Kim bilir gökte uçan uçaktakilerin bilemediğimiz ne acıklı hikayeleri acıları?
Sürümü kurt telef etti, aç kaldım. Evim yandı açıkta kaldım. Kimi zaman Pazar edip dönerken paramı pulumu erzağımı çaldılar, zulmettiler. Başkalarına göre yabani bir şey olamamış bir dağlıyım. Ancak iç huzurum var. Kimseye zulmetmedim. Büyük mahkemeye bile hazırım.
“Yaşanacak acıları yaşadım daha ne olacak ki?” Kayalıkların tepesindeki iki köknar ağacı birbirine sokulmuş sanki benim sırrımı konuşuyor. Tavşanlar etrafımdan daha tedirgin geçiyor. Alaca keçi yüksek bir yere çıkmış, iç sesimi duymuş gibi öylece bana bakıyor.
O gün, keçileri toparlayıp obaya dönerken dalgındım. Bir anda elimdeki değneğe takıldım ve kayalıklardan aşağı saman balyası gibi gürp diye düştüm. Ayağımda dayanılmaz bir acı… Dedim at nalının mesajı bu olsa gerek. Ayağa kalkacak oldum. Yere basamadım. Ayağım kırılmıştı. Köpeğim yanımda kıvranıyordu. Alışıldığı üzere keçiler çadıra doğru uzaklaştılar. Hisli hayvan köpeğim. O da hayvanların peşinden…
Keçiler çadıra bensiz vardığında telaşlanmış karım. İçime doğduydu bir şey oldu diye dizlerine vurmuş. Düşmüş köpeğin peşine. Yanıma geldiğinde akşam olmak üzereydi… Eşeğin üzerine iki büklüm abanarak çadıra gelebildim. O kırıkla şehre inemedim. Zor da olsa köye yayladan köye inmiştik mecburen. Kış da soğuk nefesini hissettirmişti zaten. Ayağımı sopalarla sabitledim, bir nevi alçıya aldım yani. İki ay davara çıkamadım uzaklara. Etrafın yeşiliyle yetindi keçiler. Dayandım keçi sütüne . Üçüncü ayda yürümeye başladım. Ama çok zormuş. Bir daha; “Yaşanacak acıları yaşadım daha ne olsun ki” deyip Allah’a hoş varmayacak lafları mırıldanmamalıyım.
O eve girerken yine kapının üzerindeki at nalına ilişti gözüm. Karım ahırda keçileri yemliyor. Vesvese veren bu naldan kurtulma isteği kırbaçlıyor beni. Nalı çivisinden çıkardım. Kayalıklara varıp savurdum aşağı doğru. Akşam öncesi kapı önündeki ocağı yakmaya hazırlanırken fark etti karım nalın olmadığını.
“Eyvah nal kökünden gitmiş” diye ünledi yine.
Ben bir şeyden haberim yokmuş gibi acemi bir şaşkınlıkla, “ya, çok da şey etme rüzgardan düşmüş bir hayvanın ayağına dolanıp kaybolmuştur” diye geçiştirmeye çalıştım.
Karım bu kez daha telaşlı.
-O daha kötü, dedi. Nalın düşmesi bir yana bir de kaybolmuşsa daha büyük belaya işarettir.
-Ya Meriç şu vesveseleri çıkar artık aklından. Asıl sen böyle yapınca bela kuşu gelip konuyor başımıza.
*
Ayağım kuvvetini bulunca birikmiş ihtiyaçlar ve kızımı ziyaret etmek için karımla şehre indik. Kızım bambaşka biri olmuştu sanki.
-Baba herkesin telefonu var. Biz de telefon alsak. Bak ayağın kırılmış ve ben sizden aylardır haber bile alamadım. Telefonun olsa belki buradan ambulans bile çağırırdın.
Yine Nalbur Nusret’e vardım. Anlattım durumu.
-Yahu dedi, telefonsuz olur mu? Başına bir iş gelse kimsenin haberi olmaz. Esas sana lazım. İkinci elden tuşlu bir telefon aldım kendime. Nusret, kızıma daha farklı bir telefon beğendi. Dokunmalıymış. Biraz borçla hallettik. O günden sonra, kızımızın sesi her akşam yankılandı yayla çadırının içinde. Yalnız, yine nal meselesi bir kıymık gibi içimin bir yerlerinde… Karım, nal da nal deyip durmuş, ilçeye geldiğimizde yeni bir nal tedarik etmeyi ihmal etmemişti.
Kış geldi geçti. ilkbaharın nefesi kışın soğuklarını kovdu. İçimdeki nal tedirginliğini kovamadı. Kış boyunca ha şu oldu ha bu olacak diye tedirgin yaşadım. Bunun batıl bir inanış olduğunu bilsem de karımın böyle söyleyince hep bir musibet yaşamamız, beni tedirgin ediyordu. İlkbaharla beraber yaylaya çıktık yine. Keçilerin peşinde koştururken aklımdaki bela beklentisi.. yine dilime o uğursuz cümle dolanıyor her yerde.
“Yaşanacak acıları yaşadım daha ne olabilir ki” Şeytan kovar gibi kovuyorum aklımdaki vesveseyi.
az başında şehre indiğimde bu kez kızımla döndüm. Takdir almış. Büyümüş, serpilmiş. Pek bir
durulmuş. Kitapları yanında. Namaz felan da kılıyor. Yaylaları, keçileri de pek özlemiş. Toprağın cümle süsü arzı endam eylemiş. Gökyüzü açık, kuşların ötüşü kıvamında, keçiler otlaklara doyuyor, biz mutluyuz. Ama içimdeki kıymık hala batıyor.
Temmuz sonuna doğru jandarmalar geldi yaylaya. Meriç’in yüreği hop etti, elini göğsüne bastırdı. Bu alışıldık bir hal değildi. İçimde bir şeyler cızz etti. Dizlerimin bağı çözüldü. Kötü bir şeyler olmuş olmalıydı! Kıymık canımı kanatmaya durdu. Jandarma kumandanının hali zaten iyi bir haber getirmediğini gösteriyordu. Yaba gibi eli telsizi sıkıca kavramış, iri gözlerini daha bir belerterek tok sesiyle sordu:
-Eyüp Duru sen misin?
Omuzlarım düştü bir an. Göz ucuyla karıma baktım. Elini göğsüne bastırmış hâlâ öylece kımıltısız duruyordu. Eliyle askerlere işaret etti jandarma komutanı. Askerler çadırın içine daldı. Komutan elindeki kağıdı göstererek:
- Savcılığın arama ve gözaltı emri var?
-Niye ki kumandan Bey?
-Niyesini bilirsin sen! İşin detayını savcıdan öğrenirsin.
- Nedir kumandanım adam mı öldürdük, ne yaptık? Bildiğim bir şey yok! Ben dağ başında yalnız yaşayan bir adamım.
-Baylok yüklemişsin
Yüzümde keskin bıçak soğukluğu… - Ne bayloğu ne yüklemesi kumandan! Ben ayda bir peynirimi, yağımı eşeğime yükler ilçeye inerim. Başkaca da bir yüküm olmaz!
-Hep böyle söylersiniz zaten, diye sokurdandı komutan.
-Telefonunu ver bakayım.
-Hemen de tuşlusunu verirsiniz. Diğeri nerede?
-Yok kumandanım, bundan başka telefonum yok benim.
Ellerime kelepçeyi vurduklarında içimden bir şeyler koptu. Kızım ve eşim bu dağ başında yalnız kalamazlardı.
-Meriç, dedim. Gece yalnız kalamazsınız. Kızım davarın peşinden gelir gelmez karşı obaya, gidin. Gecikirsem de köye dönün.
Meriç, cansız ceset. Gözlerinin ışığı yitmiş. Pembeliklerinin üzerine morumsu bir renk yürümüş. Kermeleri seğiriyor… Başını sallarken gözlerinden yaşlar pıt pıt düştü.
Kuşlar dönüyordu ufukta. Kuşlar ve dağlar birbirine sevdalılar. Bir de ben. Ne ki ayrılıyordum. Jandarma minibüsünde ellerim kelepçeli Torosları inerken içimde bozlak bir ağıt… Minibüsün radyosunda bir türkü:
Eyübün derdi dert midir
Ben ondan besbeter çektim
Aman aman aman aman
“Bu dertli baş, daha neler görecek kimbilir? Bir daha da, daha ne olacak ki demeyeceğim. Sahi yahu, bu baylog da ne ola ki? Böyle ite kaka kelepçeleyip aldıklarına göre uğursuz at nalı olsa gerek herhal! Lakin o da kaçakçılığa girmez ki! Bakalım daha ne olacak?!”
Alpen Nur
Bir Cevap Yazın