Sevda Çiçeği / Mehmet Remzi


Yol uzun nefesinde sanki kış yorgunluğu
Ayakların eylülde sanki sararmış yaprak
Duman çökmüş gözlere çiğ düşmüş buğu buğu
Daha hızlı akıyor ömür denen şu ırmak

Hayat gelip geçen acı tatlı oyunmuş
Zamanla kaybolur simandan izi baharın
Bir bakarsın ansızın sessiz ruhuna konmuş
Sevda çiçeği uzak sandığın şu dağların

Yaşamak dediğin sessiz rüyaymış meğer
Uyanınca bitmeyen bir rüya dense yeri
Zeytin gözlü bir ceylana rastlarsanız eğer
Söyleyin benim benim peşindeki serseri


Mehmet Remzi

Terra-Rossa/Ayşe Beçene

Ilık ılık kanıyor köklerim
Parmaklarıma dokunuyor
Yabâni mürekkepler
Fosiller üşüşürken bengi suyuma
Heyelanlar başlıyor o yerde
Sökülmeden yeşil tuvaller
Toprağımdan ıslak ve tutkulu
Güneyden esiyor şimdi poyraz
Boğulan denizin gölgesinde
Ayaklarıma sökün ediyor
Hummalı adamlar
Oksijeni kesilen hastayım
Nefesimi yutuyor sanki
Göğüme uzak bulutlar
Perdeliyor evimi şimdi
Meridyenleri kesen ağıtlar
Bakır teknelerde birikir
Altın rengi nehirler
Sancılarımı gömerken
Yaşlı kızıl yapraklara
Toprağım mı, dallarım mı
Çekiyor girdapları
Yokluğunun içinden
Yoksa sen mi Terra-Rossa?

Ayşe Beçene

Şairlerin Ölümü / gökmenzâde

I. Tepe

şairler en güzel şiirini
kelimeleri b/ölünce yazar.
şiirdir ölümü şairin
kelimelerden en hazin
esen ılgıt ma(z)i yeleli rüzgar
ölümüdür şairlerin
g/özündeki nur b/aşka b/akar
kelime kelime b/ölününce
şeker k/atar s/özüme
kelime tutar aşkı
ölüme aşkı k/atınca
şair cennete b/akınca
kevserler ş/aha kalkar
yağmurlar inince gökten
kelimeler sökülür, dikiş tutmaz
gönül denen gömlekten
s/özündeki nur dökülürken kevsere
“şiirim işte! ” diye sevinirken
şair ölmüştür bir kere

II. Tepe
şehirler en büyük şairlerini
c/anında s/aklar
dikilir g/özüne şairin karacaahmet
ölüm taşlara ya/saklıdır
taşlar geceyi suya k/arşı uyandırır
sabahın ezan yağmurunda
bir k/aşıklık lokma şükürdür dudak arasında
bakar g/özüne t/aşkın duygulardan vurgun
g/elin olmuş çamlıca ‘hayret’ ki kıskanırken ‘aşkı’ süleymaniye
yıkanır ‘hüsn’ yağmurunda yeditepe
şarkılar söyler martılar dergahında sudan ince
alev sarmıştır aşkı bir kere
güle alev sinince
dergahında zaman gel geri g/ezelim der
şairin kelimeleri g/ördüğü yere düşer dem
sultanahmet kıyamında altı adam
ki surların g/özünde matem
sarnıca saklanmış da
s/an-ki güne yasaklanmış
şlep! Şlep! zaman akar sütununda
an ki n/ey nefesli kamış
virane diye bağrındaki hazineye hor bakanlara
ya/saklanmış gibi bakir
bekliyor g/elin olacak gibi
utangaç c/an k/arşımda
çal/ab çırpmış denizi
su ç/alıp t/aşırmış duvağını
ruhumdan zaman k/arşımda yeditepe
ki yeryüzünde s/erilmiş seccadem

III. Tepe
gökte ay, yerde sen şakkında ikiye
boğazı gerdanlık inci d/olmuş
“sevgiliye”
sunulacak gökyüzü örtülü hediye
üsküdardan türkü tutturmuş
güneş camlarında zamanın
tenini k/atmış suya
zincirinde haliç’in yürek bağlı
saçlarında yelkenleri yüzdürmüş
aşkın gergefini g/örmüş
“ademinin” deminde
taht kurmuş sevgilinin kıdeminde
sabır şekerinin ikliminde
c/anlara g/ezelim diyor zaman
eyyub’un t/aşkın s/ulu s/elinde

IV. Tepe
kelam denizinin kalem d/ili
aşkın suyuna c/an veren nur s/oluklu
zaman pınarında şerbet
süreyyada kaynatılmış aşktan
bir damla düşünce kün d/iline
konuvermiş toprak iline ki
her taşı hudadan/bi-misl ü beha
güleç, utangaç gözlerle b/akışında
s/allanınca gün akşam avizesinde
aşkı ateşe v/ermiş deniz
kudret tepsisinde bir lokma
gökte yunmuş yıkanmış
yerde toprak diye adlanmış
d/işlenmiş ç/akıl taşlarında
canan diye toprağa mıhlanmış
güneşi d/ağların ardından b/atınca
g/özlenen g/elin kızı gibi
yıldızlar gerdaninda inci mercan
gecesinde deniz kızı s/ahlanmis
bir fener ışığına ki aşk saklanmış
herodan ç/almis aşkı deniz
güzelliği kaç elif eder anın.
mahkumunda kulesinde sevdanin

V. Tepe

ibrahimi ateşin k/oyununda ölüme y/attığı gün
ateş tuttu sevdanın yollarını
güllerin kızıllığında dirildi,yandı ateş
ateşin kollarında ş/aşkına döndü can
ki aşktı ‘hüsn’ünde vatan
kuşatılmış duyguların fethinde
gözyaşlarında uyanmış boğazın
aşık bir kızın dudağında
sevgiden y/oksun b/ağrıma k/an çalarsın
güzelliğini ç/aldığımda gecenin
ki seccadenin duvağında dirilir nefer
bekler sevgiliyi sabahlara kadar
söndürme gönül fenerini
ki denizinde aşkın baharını boğarsın

VI. Tepe

insan özünden,sevda denizine damıtılmış
kalbe k/arşı deniz mavili kubbesinden
yağmur tenli maviliğin g/örüldüğü
dile gelen “taş, kalbinde” sevgilinin
aşkı anın memelerinden emzirdiği
boğaz sütlü hece ırmağının
en saf, en temiz ana sütünden
içtikçe b/ayılmış, b/ayıldıkça aşkı s/ayıklamış
zamanın köprüsünde meleklerin
el açtığı, aşk duasının amin cümlesi
sevdanın; düncesi, güncesi,
s/açıyor bir bulut aşktan duvağını sevgilinin
gaz lambası s/arıyor sairin sözlerini
y/anan gecelerinde
s/isli g/özünde k/alem bilir sancısını
duman kokan sevdanın.

VII. Tepe
Altmış üç kelam eder dergahında
Sonra yürür yerin altına
Ve ölür şair
Katar bedenini toprağa ki
Aharlanıp çıksın diye ruh k/arşına

Gökmenzâde

Kelimesiz Besteler / Mehmet Erdoğan

Sen söyledin mi hiç göz yaşınla serenat,
Hüzünlü bakışlarınla bir şarkı hiç..
Dağınık zülüflerinle bir sevda türküsü,
Notaları acı keder ve sevinç.

Başın ellerin arasında, yere oturmuş,
Dudaklarına bir kilit vurmuş,
Kalbindeki feryadla kavrulmuş,
Bir yangınlı beste söyledin mi hiç.

Gençliğin haline bakıp, hüzün ve kederle,
Bir oldun mu onun düştüğü yerle,
Ve sarıldın mı en kızıl alevlerle,
Savrulan küllerle şiir söyledin mi hiç?

Bu milletin hali üzdü mü seni,
Deli divane edip çöle itti mi?
Mecnun olup çölde aklın gitti mi?
Sahraları yaka yaka yürüdün mü hiç?

Deryada yanmayı bilir misin sen,
Çöllerde donmayı bilir misin sen,
Bir gün düş ardıma benim istersen,
Bir masumun bakışlarında
Bir mahkumun duvardaki
Gölge gölge nakışlarına,
Kapalı görüşte gülüşüyle
Kalbi yakışlarinda
Tattırayım sana sevinçte acı,
Kederde sevinç.
Türkülerinde olmazdı bir kelime hiç.

Mehmet Erdoğan

Mevsimini Şaşıran Güneş / F. Verâ Deniz

“Bildiğimiz yollardan geçmek bizi bildiğimiz yerlere çıkarır elbet… Ya bilmediğimiz  yerler? Bilmediğimiz yollar? Bildiğimiz yollardan çıkıp dağınık, birbiriyle bağlantısı olmayan yollardan geçmek gerek bazen.  Keşif bekleyen ,nice ayak izi bile olmayan  yollardan…

Tıpkı birbirine nasıl bağlayacağımızı bilmediğimiz cümleler arasında dolaşmak gibi kaybolmak lazım bazen de…

Korkar mısınız kaybolmaktan?”der bir yazar.

Ben korkmam. Neticede kaderin götürdüğü yerden başka gidecek yerimiz mi var!

“Allah’a koşun” ve “Rabbinize dönün”

Nefsim geniş , ruhum dar. Kendimi manâların içinde kaybolmuş,  sahilsiz bir okyanus gibi hissediyorum. Tavaftayım, kendi gönlümün tavafında… Ne yana dönsem kendime (nefsime) çarpıyorum. Kendini tanımak, kendini parçalamayı göze almak demektir. Önce ben i parçalara ayırırız. Sonra aynı parçalarla yeni yepyeni bir benlik inşa ederiz. Dünyanın içinde dönen değil de dünyayı kendi içinde döndüreninden…

 O halde,  “Ben”i kaybetmeli, satırlarda eritmeli nefsini. Sonra bulmalı yeniden.

 İlahî ! demeli…  İlâhi!

“Kendi havl ve kuvvetimden teberrî edip Sana sığınıyor, Senin havl ve kuvvetine iltica ediyorum. Beni kendi havl ve kuvvetime terk etme; benim aczime, zaafıma, fakrıma ve ihtiyacatıma merhamet et. Göğsüm daraldı, ömrüm gitti, sabrım bitti ve fikrim uçup gitti. Sen ise benim gizli ve açık her şeyimi çok iyi bilirsin. Bana fayda ve zarar verecek şeylerin maliki Sensin. Üzüntümü sürura, güçlüklerimi kolaylığa çevirmeye de ancak Sen Kâdirsin. Bütün sıkıntılarımı gider, benim ve kardeşlerimin bütün güçlüklerini kolaylaştır.”

Bulunmak istiyor Yaradan. İnsanı yaratıyor. Kaybolsun, kendini arasın. Kaybolsun, kendini ararken -Rabbi-sini bulsun istiyor.

Ey Sevgili (CC)! Biz Sen’inle pergel gibiyiz ne yana dönsek yine baş başa verecek değil miyiz?

Ey kalbimin üstünden bir zindan geçerken içimde bulduğum aydınlığım

Mevsimini şaşırmış bir güneş kayıplara alışkın edasıyla giriveriyor penceremden içeri.  Ruhumun karamsarlığını aydınlatan bir nur hâlesi sarıveriyor etrafı. Zamanın içinden mis kokulu rayihaların rüzgarıyla geçip gidiyorum. İnsanın bedeninden bağımsız olabilmesi ne güzel. Bedeninden bağımsız sevdiğiyle hemhâl olabilmesi… Sevdiğinde kaybolup sonra yine sevdiğinde kendini bulabilmesi…

Çok buudlu tefekkür gerektiren şu alemde bakmanın ötesine açılan her göz gerçeği görür elbet. Lem’aların yirmidokuzuncusunu açıyorum. Ayet-ül Kübra ile selamlaşıyorum. Bulmam ve kaybetmem gerekeni gösteriyor.

“Başını kaldır, kendini tanıttırmak isteyen fa’al ve kudretli bir Zâtın hârika işlerine bak. Sen başıboş olmadığın gibi, bu hadiseler de başıboş olamazlar. Herbirisi çok hikmetli vazifeler peşinde koşturuluyorlar. Bir Müdebbir-i Hakîm tarafından istihdam olunuyorlar”

 Dilime Niyazi Mısri’nin dizeleri dolanıyor:

Yâ Rab! Bize ihsân et, vuslat yolunu göster
Sûrette koma can et, uzlet yolunu göster

Eyledi hevâ gâyet oldu işimiz âdet
Dergâhın ulu gâyet, kudret yolunu göster

Nefsimi hevâdan kes, kalbimi riyâdan kes
Meylimi sivâdan kes, halvet yolunu göster

Candan Sana tâlip kıl, her tâatte râğib kıl
Bir Pîr’e musâhip kıl hizmet yolunu göster

Tâlim edip esmâyı, bildir bize eşyânı
Duymaya “ev ednâ” yı hikmet yolunu göster

Hâr içre biter gülzâr, zâr içre doğar envâr
Her şeyde tecellin var, ru’yet yolunu göster

Şu kim ola vuslatta, halvet bula halvette
Bu Mısrî’ye kesrette vahdet yolunu göster

Aradığımı buluyorum. Ya da aradığım beni buluyor. Kaybedilmişliklerin yalnızlığında…Güneşin kendisini yakarken etrafını yaşatması, rüzgârın avare avare dolaşırken yaşam kaynağı olması gibi, havanın nefes, toprağın vücuda dönüşmeyi bilmesi gibi…

 “Kaybolmalı bazen insan. Kendi tenhalığına çekilmeli. O ıssız karmaşanın içinde yeniden çoğalmalı” nadasa bırakılmış toprak gibi gelecek adına bereketlenmeli… İçimizde çatlamaya hazır kapalı tohumlar biriktirmeli. Kimbilir belki birgün…

Belki birgün mevsimini şaşırmış bir güneş giriverir penceremizden içeri.

F. Verâ Deniz

Şiir Yağmuru / Sibel Güzel

Hatrımı saymadi felek, namerdi gümrah eyledi.
Bir güzelin düşüne şu gönlümü emrah eyledi.
Nice kuyular dök dedi içini, vermedim sırrım.
Yoruldum, bir ulu dağa yaslandım da, ah eyledi..

Kavuştu aşık maşuk, sağır olan agâh eyledi.
Yandı mah yüzüne şu cesedim,  arz-ı rah eyledi.
Nice dilberler geçti, elinden bir tas su içmedim.
Bir şerbet ver, hasta gönlüm bilmem ne günah eyledi..

Geçti ömür, Yakup Nebi her gece sabah eyledi.
Kuyuya atılan Yusuf, kirpiğinin bir teline penâh eyledi.
Nice zindana gün doğdu. Gün görmedi benim yüzüm.
Yüzünü gören Züleyha sen de karargâh eyledi..

Pazar kurdum dört bir yana, aşıklar destgâh eyledi.
Yandı hamam yandı han, duyanlar ah-u vah eyledi.
Nice padişahlar sim verdi tacının ipliğinden.
Benim gözüm saçlarının teline nigâh eyledi.
Benim gönlüm göğsünün kafesini dergâh eyledi…

Sibel Güzel

Vav Harfi Üzerine / Fadi Kılıçzade

İnsan, hikmetin sırları ile çepeçevre kuşatıldığı şu dünyada bilgi, birikim ve
irfanına göre herşeye mana yüklemekte, duygu, düşünce ve hayal dünyasını hikmet
paletinden aldığı  boya ve idrak fırçasıyla renklendirmektedir. Bakılan bir şey sıradan
görüntüsü dışında öyle çağrışımlar yapar ki, neredeyse o camid, cansız eşyalar
canlanıp dile geliverir. Bazen bir kayalık, bazen bir ağaç, bazen hiç de
önemsemediğimiz bir obje sadece olduğu ve göründüğü sıradanlıktan öte manalar
taşır üzerinde. Ve bazen de bir harf yırtar sıradanlık perdesini ve konuşmaya başlar.
                Arap alfabesinin 27. harfi olan “vav” da sıradanlığın dışına çıkıp, farklı mana
iklimlerinden tatlı esintiler sunar bize ve gönlümüzü yumuşatıp, tebessüm ettirir.
                Hem duruşuyla, hem yazılışıyla, hem çağrışımlarıyla, hem de Ebced
ilmindeki sayısal karşılığıyla aynı manzaraya farklı pencerelerden bakmamıza vesile
olur harf-i vav.

Göze çarpan ilk hali ile anne karnındaki bir
cenini andırır vav harfi, bir bakıma insanın nereden geldiğini, başlangıçta hangi hal
üzre olduğunu hatırlatır insana, arz üzerinde “küçük dağları ben yarattım” edasıyla
yürümesin diye. Ve aynı görünüş, zikre durmuş, kalbi Allah’a ram olmuş bir derviş
halini göz önüne getirir. İnsanın asli vazifesi olan Allah’ı(c.c) zikretmeyi ve
O’na(c.c)kulluğu hatırlatır, gaflet uykusundan kendini kurtarabilmişlere. Vav şekline
gelmiş bir insanın beden dili bize ne kadar muhtaç ve ne kadar aciz olduğunu söyler,
iki büklüm hali ile. Yalnız bu acziyet hali insanlara karşı değil, Kudret-i Sonsuz ve
Gani-yi bihesap Allah’a (cc) karşı bir acziyet halidir. Nasıl ki, anne karnındaki cenin,
rahimde bir kordonla beslenir ve anne ile sıkı bir irtibatı vardır, öyle de Rahman
suretinde yaratılan ve ilahi harem dairesine giren insan da kendi acziyetini anlayıp,
boyun büküp tüm hacatını Rahman ve Rahim Allah’tan (cc) istemelidir telkinini verir.
                Yine vav harfinin iki büklüm hali, içi dolu boyun bükmüş başaklara
çağrışımda bulunmakta ve asıl kemal ve olgunluğun tevazuda olduğunu
fısıldamaktadır.
                Bilen bilir, Arap alfabesinde Ebced hesabı denen bir ilim vardır. Bu hesaba
göre her harfe sayısal bir değer verilmiştir. Çeşitli amaçlar için kullanılan bu
hesaplamada “vav” harfinin ebced karşılığı, altıdır. İslamiyet sonrası Araplar, vav
harfinin ebced karşılığı olan altı sayısı ile imanın altı rüknünü birbiriyle
irtibatlandırıp adeta bir harfle önemli bir konuyu şifrelemişlerdir. Eskilerde vav
harfini görenler bu çağrışımla iman rükünlerini hatırlayıp, kendini yenilemesi
gerektiğini hatırlıyorlardı. Camilerdeki hat yazılarında ve süslemelerde vav harfinin
kullanılış amaçlarından biri de budur. Bazen ise iç içe geçmiş iki vav harfi gözünüze
çarpar. bu tür yazılışlarda da iki farklı niyet ve düşünce vardır;

                Birincisi, yine vav harfinin ebced karşılığı ile alakalıdır. Yukarıda da dediğimiz gibi vav harfinin ebced değeri altıdır, Allah (cc) lafzının ebced karşılığı ise altmış altıdır. iki vav’ın yanyana yazılışı, tıpkı iki altını yan yana yazılışı gibidir ve neticede altmış altı sayısı elde edilmektedir. Yani iki “vav”a bakan insan, Allah’ı(cc) hatırlmaktadır. Böyle bir tablonun olduğu eski camilerde bu mana vakıf insanlar, namazlarını özellikle bu tablonun karşısında kılarlar ki, Allah(cc) sürekli hatırlarında olsun. ayrıca böyle bir yazıda Allah’ın(cc) Basir ismi gereğince sürekli insanı izlediğine de atıf vardır.
                İki vav yazısının/resminin içinde taşıdığı diğer mana ise kendisi ile başlayan kelimelerle alakalıdır. Arapça bilenler, Arap kelimelerinin manaları ile telaffuzları arasında sıkı bir irtibat olduğundan haberdardırlar. Kelime telaffuzunda çıkan ses, kelimenin taşıdığı manayı kuvvetlendirmektedir. Mesela “vesvese” kelimesini telaffuz ederken ortaya çıkan ses fısıltıyı anımsatmakta ve fısıltı halinde insana gelen vesvesenin hakikatine atıfta bulunmaktadır. Diğer bir örnek de şerh kelimesidir. Açmak, genişletmek manasına gelen bu kelimeyi söylerken de insan, içinin ferahladığını hissedebilir. Diğer taraftan, Arapça’nın bir diğer özelliği de, kelimelerde kullanılan harflerin manaca bir merkezde toplanması ve kümelenmesidir. Kelimeler içindeki harflere göre özel bir tasnife, sınıflandırmaya tabi tutulabilirler. Mesela içerisinde “Cim” ve “Nun” harfi bulunan kelimeler daha çok gaybubet(bilinmezlik) ifade ederler; cin, cenin, cennet, cehennem, cenn(gizlemek) kelimeleri bu duruma örnek gösterilebilir. Aynen burada olduğu gibi, vav harfi ile başlayan kelimelerde de önem ve sorumluluk duygusu göze çarpmaktadır. Vali, veli, vekil, vazife, vezir, va’ad, vakıf ve valide kelimeleri örneklerinde olduğu gibi.
       İki vavın yazılış amaçlarından diğeri, yukarıda saydığımız son iki kelime ile alakalıdır; Vakıf ve valide. Bu aslında koca bir Osmanlı kültürünü ve sosyolojik durumunu özetler mahiyettedir. İlk olarak Edirne Eski Camii‘nin sağ duvarında karşılaştığım ve adına “vav çatışkısı” denen resimde topluma ve insana temel teşkil eden iki kavram gözler önüne serilmiştir. O iki vavdan biri insana temel teşkil eden, onun yetişmesine, büyümesine yardımcı olan ve çok büyük bir hürmeti hak eden validenin vavıdır, diğeri ise toplumun ve insanlığın ihtiyacını gideren, yaralarını saran ve onun gelişmesini sağlayan vakıf kurumunun vavıdır. Bir bakıma vav çatışkısı bize, “insanı valide ayakta tutar, toplum ve insanlığı ise vakıf ayakta tutar” demektedir. Osmanlı Devleti‘ndeki sosyal hayat incelendiğinde, vakıf kurumuna verilen önem çok daha iyi anlaşılabilir.

                Hazır söz hat yazılarından açılmışken, hat sanatı ve hattatlar ile devam edelim. Hat sanatı  ile uğraşanlar, bu sanatın nasıl zor ve meşakkatli bir uğraş olduğunu bilirler. İnsanın edebi yönden gelişmesine yardımcı olan bu sanatta, kişi ciddi bir sabır ve tahammül imtihanından geçer. Günlerce, haftalarca belki aylarca boş kağıda çizilen sağdan-sola, soldan-sağa, yukarıdan-aşağı, aşağıdan-yukarı çizgilerden sonra elinize aldığınız kamış kalem ile parlak kağıda yazdığınız ilk harf, hocanızın meşkinde gördüğünüz vav harfidir. Neden ilk vav harfi yazılıyor peki? Çünkü yazımı en zor kabul edilen harf vav harfidir de ondan. Öyle ki, Osmanlı zamanı hattatları yazının güzelliğini, kalitesini sadece vav harfine bakarak hükme bağlayabiliyorlarmış, çünkü vav güzelse, diğer harfler de güzeldir.

                 Ve bir vav hikayesi;

                17. yüzyılın meşhur hattatı Hafız Osman Efendi, fırtınalı bir günde dolmuş kayıkla Beşiktaş’a geçecektir. Bir kayığa biner. Yol bitmek üzereyken kayıkçı ücretleri ister fakat Hafız Osman o gün aceleyle çıktığı için yanına para almayı unutmuştur. Kayıkçıya; “Efendi, yanımda param yok, ben sana bir “vav” yazayım, bunu sahaflara götür, karşılığını alırsın” der. Kayıkçı yüzünü ekşitip söylenerek yazıyı alır. Bir müddet sonra kayıkçının yolu sahaflar tarafına düşer. Bakar ki yazılar, levhalar iyi fiyatlarla alınıp satılıyor. Cebindeki yazıyı hatırlar ve götürür satıcıya. Satıcı yazıyı alır almaz “Hafız Osman vav’ı” diyerek açık artırmaya başlar. Sonuçta iyi bir fiyata “vav”ı satar. Kayıkçı bir haftalık kazancından daha fazlasını bu “vav” ile kazanmıştır. Bir gün Hafız Osman yine karşıya geçecektir ve yine aynı kayıkçıyla karşılaşmıştır. Yol bitmek üzereyken yine ücretler toplanır. Hafız Osman da yol ücretini uzatır. Kayıkçı “Efendi para istemez, sen bir “vav” yazıver yeter” der. Hafız Osman gülümseyerek; “Efendi, o “vav” her zaman yazılmaz. Sen dua et para kesemi yine evde unutayım” der.   

Vav harfinin, görünüşü itibariyle benzetildiği şeylerden bir diğeri de laledir. Divan Edebiyatı’nda da lale-vav ilişkisi çok kuvvetlidir. Lale deyince vav’ın, vav deyince lalenin hatıra gelmesi bunun kanıtıdır. Aralarındaki ilgiyi anlamak için lalenin yapısını bilmek gerekir. Osmanlı’da, bir döneme ismini vermiş bu çiçeğin soğanları o dönemde kese altınlarla alınıp satılırmış. şimdilerde de -uzun yıllardan sonra değerini bulan- laleler, bahar mevsiminde çevreyi tezyin edip, süslemektedirler. Bu narin ve nadide çiçeğin rengi ve duruşunun ötesinde en önemli özelliği ise, dikilen lale soğanından sadece bir çiçek açmasıdır. İslamiyetin, hayatın her alanını Tevhid rengine boyadığı bir toplumda, tek soğandan tek lale çıkması da Tevhid hakikatine yorulmuştur. Nasıl ki, Divan Edebiyatı‘nda gül Peygamber Efendimizi temsil ediyorsa, lale de Allah’ı (cc) temsil etmektedir. Ve bu temsilin tek sebebi lalenin tek soğan kökünden, sadece bir tane çiçek açması da değildir. Lalenin de tıpkı Allah (cc) lafzında olduğu ebced karşılığının altmış altı oluşu bu temsilin keyfiyetini derinleştirmektedir. Duruşuyla, şekliyle laleye benzeyen vav harfi, ebced karşılığı olarak da benzemekte ve laleye, oradan da Allah’a (cc) çağrışımda bulunmaktadır. Bakıldığında bu üç kelime arasındaki anlam ilgi ve yoğunluğu karşısında insan şaşkınlık seviyesinde bir hayranlık duyuyor.

                Vavın camilerde kullanılan hat yazılarında ve süslemelerdeki önemine yukarıda değindik. bu cümleden olarak, bir de Bursa Ulu Cami‘de bulunan vav harfinden de bahis açmak gerek. İçerisinde şadırvanı, üç boyutlu Ka’be resmi, Ka’be örtüsünün bir parçası, hat yazılarının yazıldığı kalemleri, çivi kullanılmadan yapılan tahta oymalı minberi vb. gibi şeyleri barındırması ile müzeyi andıran bu caminin minberinin hemen sağında bulunan vav harfi, ziyaretçiler tarafından en fazla ilgi gören yerdir. öyle ki, çoğu zaman vav harfinin önü ya namaz kılanlarla, ya uzun uzun harfe bakanlarla veya grup halinde gelip de rehberi dinleyen insanlarla doludur. Daha önceleri ziyaretçiler elleri ile dokunup, vav harfinin tahrifine sebep oldukları için son restorasyon çalışmalarında üzeri bir camla örtüldü. Bu harfin bu kadar rağbet görme sebebi, yukarıda değindiğim manalardan fazlasına sahip. Camiyi ziyarete gelenlere vav karşısında iki rekat namaz kılınması tavsiye edilir, öncesinde anlatılan bir hikaye ile.

              Ve bir vav hikayesi;
     
              Ve bir vav hikayesi;
      Rivayet odur ki, yaşlı bir amca gece rüyasında, ak saçlı ak sakallı bir pir-i fani görmüş. Ak saçlı ak sakallı pir-i fani, yarın Ulu Cami‘ye Hızır’ın(a.s) geleceğini söylemiştir. Yaşlı amca, pir-i faniye, Hızır’ı(a.s) nasıl tanıyacağını sorduğunda, üç alametten bahsetmiş pir-i fani: Birincisi; Hızır (a.s.) cübbesini minbere asacak. İkincisi; elini caminin kubbesine değdirecek. Üçüncüsü;  vav harfi karşısında namaz kılacak. Ertesi gün yaşlı adam, camiye gidip Hızır’ı (a.s) beklemeye başlamış. Uzun bir süre ne gelen olmuş ne giden. sonunda yaşlı amcanın bu halini gören biri yaklaşmış ve niçin camide beklediğini sormuş. Yaşlı amca, rüyasını anlatıp, Hızır’ın(as) camiye geleceğini ve onu beklediğini söylemiş. Adam, Hızır’ı(a.s) nasıl tanıyacağını sormuş, yaşlı adam da Hızır(a.s) geldiğinde cübbesini minbere asacağını söylemiş. Bunu duyan adam cübbesini çıkarıp, minbere asmış ve “böyle mi amca” demiş. Yaşlı amca, “evet öyle” diye tasdik etmiş. “Peki başka” diye sormuş adam, “elini kubbeye değdirecek” diye cevap vermiş yaşlı amca. Adam elini kaldırıp, kubbeye kadar uzatmış ve sormuş; “böyle mi amca”, yaşlı adam tekrar “evet, öyle” diye tasdik etmiş. Adam, yaşlı amcaya dönüp, “hadi sana kolay gelsin, ben şu vav harfinin karşısında iki rekat namaz kılacağım” deyip, cübbesini de alarak oradan uzaklaşmış.
                Ulu Cami‘de, vav harfinin karşısında namaz kılan insanlardan biri yine Hızır’dır(a.s) diye ve ona rast gelmek içindir bu gayret kim bilir. Ama öyle olmasa bile, vav harfi mahiyetinde barındırdığı manalar itibariyle bu ilgi ve alakayı zaten hak ediyor.
 Fadi Kılıçzade
 

Bir Çay Koy Hele / İbrahim Sayar

Ey dost! Anlatıver, ahvalin nedir
Paylaşır elemi, bir çay koy hele
Gözler buğulanmış melalin nedir
Bölüşür matemi, bir çay koy hele

Bir yaprak gül olsun dost gülzarından
Ekle bir tutam da ah-u zarından
Suyunu katıver giryebarından
Gözyaşı zemzemi, bir çay koy hele

Sevdalı gönüller bir Yar’da pişer
Yiğit zor günlerde hep darda pişer
Dostla içeceksen çay harda pişer
Harlat şu sînemi, bir çay koy hele

Bugün yanmak belki bizim payımız
Yandıkça içilir demli çayımız
Bin yıl hükmündedir bir tek ayımız
Şaşırmaz kalemi, bir çay koy hele

Aşık gönüllerde ocaklar tüter
Dost bağın gülleri ateşte biter
Bahçemizde yine bülbüller öter
Bitirir özlemi bir çay koy hele

Onca zulm-u cefa gayrı yetişir
O dilerse narda güller yetişir
Bir kaptan-ı derya gelir yetişir
Elbet kalkar gemi, bir çay koy hele

Şekerimiz olsun sohbet-i canan
Erisin sıcacık can içinde can
Arşına ulaşsın, gam duman duman
Neyleyim merhemi? Bir çay koy hele

Bir gün yüce dağlar, derya geçeriz
Gökyüzünden mavi umut biçeriz
Güneşte demlenen çaydan içeriz
Yürekten süz demi bir çay koy hele

Umutlara uçan göçmen kuşlarız
Ne bitti deriz ne, kader taşlarız
Yeniden bir demlik çayla başlarız
Umut kesme emi, bir çay koy hele

İbrahim Sayar

Ey Can / Derya Atalay

Sen bana “bizi anlat” mı dedin Ey Can?
Nasıl yaparım nasıl ederim?
Koca okyanusu bir zavallı bardağa nasıl sığdırırım?
Beni ısıtan ışıtan güneşimi dürüp de bir cam parçasına nasıl yansıtırım?
Dünyanın bütün yeşil çimenlerini bir araya getirsem gözlerinin tonunu nasıl yakalarım?
Yüregimin yanışını, hissetmez bir kağıda nasıl dökerim?
Gözlerinin ferine dokundurmadan gözlerimi, yaşları akıtmadan usul usul, dilimin mührünü nasıl çözerim?
Senin bendeki anlamını kuru bir kalem parçasına nasıl emanet ederim?
Sadece Züleyha mı aşık olmuş Yusuf’una, gönlümü gördüğümde buna nasıl inanırım?
Ya burnumun kemiğini sızlatan Yakupmisal hasreti sırtlanabilecek sözcüğü nasıl bulurum?
Sensizliğime dayanağım biricik sabır taşımın yerine gururlu elması, gösterişli zümrütü, kıymetli altını koyamayacağımı nasıl anlatırım?
Seni gördüğümde kuru toprağıma rahmet olan yağmurun kokusunu gülizarın en nadide gülünün kokusuna değişemeyeceğimi nasıl dile getiririm?
Ayrı düştüğümden beri bülbülümden, bütün kuşların şarkılarına kulağımı tıkadığımdan nasıl dem vururum?
Bir damladan yaratılmışların zulmünden ötürü seni bağrıma basmaya olan özlemimi nasıl yazarım?
Ufak tefek birşeyler yazarım elbet ama bu sana da seni sevmelerime de haksızlık olmaz mı Ey Can?
Aşkı anlatmaya calışmak, bu kifayetsizlik aşka haksızlık değil mi Ey Can?
Mecnun’a niye aklını yitirdin,
Ferhat’a niye dağları deldin,
Kerem’e niye yanıp kül oldun,
deyip sual etmek onların var olma sebeplerine hakaret olmaz mı aşığı, aşkı incitmez mi Ey Can?
Yalnızca şunları derim.
Demeyi kendime bir borç bilirim.
Benim için aşk bir deli divanelik, kendini bilmezlik hali değildir…
Aşk, Sımsıcak bir merhamet ve cömertlik.. Kalbi selim aklı selim bir muhatap.. Onun sevgisine ve ilgisine mazhariyet.. demektir.
Benim için aşk , şiddet değil sükunettir. Aşırılıktan uzak olmak kararında kalmak demektir.
Benim için aşk, ‘ben’ demeyi ‘ben’i düşünmeyi ‘ben’i kayırmayı bırakıp ‘biz’i yüceltmektir.
Benim için aşk, varoluştur,diriliştir,uyanmaktır,farkına varmaktır. Gaflet perdelerini boydan boya yırtıp özünü, aslını ve de dengini bulmaktır.
Benim için aşk, beklemek,özlemek,aramak,sormak,çağırmak, dilemek.. hasıl olunca da şükretmek, kadrini bilmek, kıymet vermek, candan aziz tutmak demektir.
Benim için aşk, ‘bir’i bulmak, ‘bir’i sevmek, kalbini ona tahsis etmek kalbinde onu rahat ettirmek, sıcak tutmak hiç üşütmemek demektir.

Ben aşktan, sevdadan, merhametten, ilgiden yana nasibimi aldım Ey Can!
Varolasın.

Şükrolsun…
Aşkı Veren’e de Seven’e de Sevdiren’e de…

Derya Atalay

WordPress.com'da bir web sitesi veya blog oluşturun

Yukarı ↑