Gamzedesin/ İbrahim Sayar

Sanma ki kuyuda bir gam-zedesin
Yusuf’un bahtındaki gamzedesin

Yükün sabır yürürsün kaderini
Garibler kervanında hem-zedesin
Vav gibi iki büklüm kederini
Elif’e Sertaç eden hemzedesin

Sanma ki kuyuda bir gam-zedesin
Yusuf’un bahtındaki gamzedesin

Meftunlar dört duvarla mescun olmaz
Gökteki kuşlar kadar azadesin
O’nu seven ağyara Mecnun olmaz
Zindanda bile olsa asudesin

Sanma ki kuyuda bir gam-zedesin
Yusuf’un bahtındaki gamzedesin

Okuyanlar okusun elif-bayı
Sen dillerde dolaşan kasidesin
Bugün ki ağlamaktır Yakup payı
Yarın şifa gözüne gül nefesin

Sanma ki kuyuda bir gam-zedesin
Yusuf’un bahtındaki gamzedesin

Yolların Bizim Ele Bağlandı mı? / Ceylan Güriçin

Dilimin ucuna dilek gibi bağladığım sevdam
Gönlümün ervah-ı ezelden türküsü; sunam
Levh-i kalemin bahtıma çizdiği özgür turnam
Yolların bizim ele bağlandı mı?

A benim tenine bahar biçtiğim
Kokusunu binbir renk gülden seçtiğim
Uğruna bir nefesten değil, serden geçtiğim
Yolların bizim ele bağlandı mı?

Dünyaya sitemsiz baktığım yanım
Canımda dereler misali dolaşan kanım
Bağrımın sol yanında yer yapmış payım
Yolların bizim ele bağlandı mı?

Sözümü yazmaktan usanmaz lehçe
Gönül sazının mızrabı düşmez hiç yere
Birleri bıraktım günde dilerim belki bin kere
Yolların bizim ele bağlandı mı?

Yol gözlemek her aşığın kaderinde
Hasretle pişer bağırlar bizim ilde
Semada seni görenler var, izin nerde
Yolların bizim ele bağlandı mı?

Gel, izini kurttan kuştan sorduğum
Her rüyamı geliyor diye yorduğum
Ufuklarda her gün ismini okuduğum
Yolların bizim ele bağlandı mı?

Gerekirse sevdana hep sancaktarım
Senin mendilini bir ömür sallarım
Kavuşmak illa ki var, tahammülkârım
Yolların bizim ele bağlandı mı?

Sen /Aksel Turgut Tuna

Seni düşününce ben,
Yeşerir yeniden ömrüme şahit bahçemdeki söğüdün yaprakları,
Ve akar ellerimden gül kokan yollarının kupkuru toprakları,
Güvercinler uçuşur penceremin pervazında,
Isınır hayalinle garipler puslu zemheri ayazında.

Sana kavuşunca ben,
Dirilir gökkuşağım masmavi tarafından,
Patika yollarda oynar çocukluğum en safından.
Öper meltemler mezarımı alnından,
Ben gitsem de bırakma ebedi Senin yanından…

Aksel Turgut Tuna

Istırap ve Vehimler / Mehmet Remzi

Gün gece yorganını örtünüp uyuyunca
Başlar içinde usul usul gurbetin sızısı
Yalnızlık insana dost olur yıllar boyunca
İman yoldaş tesellin olur alın yazısı

Bir yangın tutuşturur zamanı yakıverir
Ufuklar kızıllaşır kuş gibi ürperirsin
Bir ateş seli olup önüne akıverir
Mazi..Ve sen zamanın kıskacında erirsin

Duygular kanatlanır içinde birdenbire
Yol yokuş sular derin her yerde haramiler
Bir sessiz gemi daha çıkar uzun sefere
Sırayla demir alır hayalinde gemiler

Göz kırpan yıldız gibi bir umut belirse dersin
Koyulaşır karanlık toplanır bir kuytuda
Biraz daha dinlenmek için uyumaya gidersin
İzin vermez vehimler hücum eder uykuda

Görünüp kaçmaktadır vehmin bütün hilesi
Meydan okusan serap gibi önünden koşar
Ah bu vehimler ah bu gurbet çilesi
Bazı geceler bilmem neden bu kadar coşar ?

Mehmet Remzi

Doğum Günü Neylikası/ Zehra Azize

Gömüldüm içime biraz daha büyümek için
Kalabalık ve renksiz bir şehirden çıkıp
Bir orman kuytusuna girer gibi
Yeşilin koynunda rüyaya dalıp
Yalnız bir göl kenarında
Hayatı sorgular gibi
Bugün ben biraz daha büyüdüm
Baharın koynunda bilsen nasıl mes’udum
Gül ağacı aradım
Sular uyurken
Kimsesiz şehirlerin sokaklarında
Dileklerim cebimde
Masallar büyüttüm düşlerimde
Bir hindibayım erkenci baharda
Boyası solmuş bir çit arasında
Hep çok kalabalık sevgilerin yorgunu
Hep çok yalnız yüreğim
Hep çok sakin limanlarda
Gözlerim yağmur sonrası menekşesi
Akmayı öğrenememiş gözyaşı birikintisi
Yüzlerinden bahar geçmeyen insanlar yürüyor kaldırımlarda
Benimse gözyaşlarım papatya yapraklarında
Ben bir çıkmaz sokağım
Köşelerim var sınırsız
Leylakları soydum aşkın renginden
Özgür bıraktım bu bahar mor salkımları senden
Çilek çiçeği sadeliğinde bir sevda büyütsem yıllara
Boşalan tren kompartımanı gibiyim oysa
Bir göçmen çocuğun ayak izi saçlarımda
Ve sen neylika
Duruyorsun en saf halinde karşımda
Kokun başımı döndürüyor
Telaşın yaprakların kıvrımlarında
Hangi rengini sunacaksın bu bahar bana
Bir flemenko dansıyla süzülür gibi
Hiç çıkmadın zihnimden neylika
Bu şiir sana değil
Bu şiir beni içinden bir kez daha geçiren
Sinesinde gözlerimi açtığım bahara

Bu şiir bana neylika
Sığamadım bastığım bulutlara
Ah salkımlar gibi buluşsak seninle bir orman kuytusunda

Yağmur gözyaşlarına sarılmış aşklar
Yağıyor kalp yüzüme
Yüzümde aşk tazesi bir rüzgar
Çiçekler mezarlarında rahat uyur neylika

Gül hatmilere değiyor rüzgarın eli
Eski bir sarnıç yağmur biriktiriyor kurak bağrında
Gökkuşağı doğuyor apansız
Sessiz bir kimsesizliğe
Şehirler dokunuyor benliğime

Su alıyor sevda teknem
Yağmur gözyaşı bırakıyor çiçeklere
Gecenin elini güne verdiği o anda
Bir kuş sevişiyor kainatla

Çiy taneleri ağlıyor çimenler
Doğduğu güne mısralar dizen bir şairim ben
Günün en sıcak saatinde
Sen nejlika
Duruyorsun karşımda
Yüreğime dokunan yangınınla

Bu şiir aceleye gelmemeliydi
Seni anlatmaya henüz şiirler yetişmedi
Bu şiir senin gölgende kalmış
Doğduğum gün şiiriydi.
Zehra Azize

Güneşe Selam / Yasemin Tatlıseven

Perdenin aralığından süzülen güneş ışıkları, küçük çocuğun yüzüne vurunca, istemeye istemeye gözlerini araladı. Belki biraz miskinlik yapıp daha fazla uyuyabilirdi, yağmurlu bir güne uyanmış olsaydı! Ne yazık ki pırıl pırıl parlayan güneş dünyayı çoktan aydınlatmıştı.

​Dirseklerini yatağa dayayıp, etrafa hızlıca göz gezdirdi. Yatakhanedeki herkes uyuyordu. Zaten uyanma saati yaklaşmış olsaydı, Jeremiah onu uyandırmaya gelirdi. Gerçi oda günlerdir hastaydı. Öğretmenler kendi aralarında konuşurken Jeremiah’ın maleria olduğunu duymuştu. Geceleri yatmadan önce onun iyileşmesi için dua ediyordu. Yatakhanenin sonunda yatanJeremiah’a doğru baktı, bulunduğu yerden onu görmesi imkansızdı. Yatağında doğrulup, simsiyah minicik ayaklarını yere saldı. O sırada Bayan Grace içeri girdi.  Beş dakika içinde herkes kahvaltıda hazır olacak diye bağırarak yatakhanede üç tur attı.  Elijah, Jeremiah’ın yanına gitmekten vazgeçti, eskimiş battaniyesini hızlıca yatağına doğru çekti. Yemekhaneye doğru yürüyen çocuklara katılarak yatakhaneden çıktı. Çıkarken göz ucuyla Jeremiah’a baktı. Yatağında bitkin bir şekilde yatmaya devam ediyordu.

​Burası Afrika’da bir yetimhaneydi. Annesi, babası olmayan çocuklar bir şekilde burada yaşıyorlardı. Şartlar elverişsizdi. Çocuklar başlarını sokabilecek bir çatı buldukları için kendilerini şanslı sayıyorlardı, günde bir çeşit yemek bulduklarında da!.. Çoğu zaman bu ya bir tabak pilav ya da muzdan yapılmış bir çeşit püre (matoke) oluyordu. Seçme şansının  olmadığını bilen Elijah, kahvaltıdan sonra okulun önünde toplanan çocukların arasına katıldı.

​Tek sıra halinde dizilen çocuklar, öğretmenlerinin yanlarına gelmesiyle harekete geçtiler. Mutfağın önünde duran su bidonlarını ellerine alarak Bayan Jülliet önde, onlar arkada yaklaşık 5 km uzaklıktaki su kaynağına doğru yürümeye başladılar. Bu her sabah yaptıkları bir rutindi. Tabii yağmur yağmadıysa! Elijah, bu yüzden güneşli günleri sevmezdi. Ne zaman yağmur yağsa, kap kacak buldukları her şeyi açık bir alana dizip, yağmur sularını toplarlardı. Gece yağması ihtimali düşünülerek, kap kacak bahçede bırakılırdı. Gök gürültüsünden korkan bazı çocukların aksine, Elijah şimşek çakmasından mutlu olan bir çocuktu. Çünkü yağmur yağacaktı ve ertesi sabah su getirmek için 5 km yürümesi gerekmeyecekti.​

​Elijah, sarı renkli su bidonunu kafasının üstünde taşıyarak yürümeye devam ediyordu. Bidonlar bazı çocukların boyundan büyüktü, arkalarında sürüyerek taşıyorlardı. Henüz boş olduğu için taşımak kolaydı, ancak dönüş yolu, su dolu bidonlarla iki katına çıkıyordu. Gidiş yolunda kendi kendine hayaller kurar, çok eğlenirdi. Hayallerinde yüzünü hiç görmediği babası, su bidonunu  elinden alır taşırdı. Babasıyla beraber suyu evlerine getirirlerdi. O çok güçlü bir adamdı. Evin kapısında, yüzünü hatırlamakta artık zorlandığı, iki yıl önce ölen annesi, onları gülerek karşılardı. Getirdikleri suyun bir kısmıyla, Elijah’ı yıkardı. Haftalardır yıkanmayan Elijah için bu büyük bir mutluluktu.  Bu hayallerle yol çabucak biterdi.  Elijah dönüş yolunu hiç sevmezdi. Su dolu bidonlarla, dura dinlene yetimhaneye dönerken, onları terk eden babasına içten içe öfke duyardı. O zamanlarda babası, zayıf, çelimsiz, aciz biri oluverirdi. Hiçbir zaman babası gibi olmayacağına and içerdi. Elijah’ın yaşadığı , henüz yedi yaşını bile doldurmamış küçük bir çocuk için oldukça zor bir hayattı.

AYNI ANDA ASYA KITASINDA…

Küçük kızlarını kucaklarına aldıklarında, genç çiftin mutluluğu adeta perçinlenmişti. Allah’a ne kadar şükretseler az kalırdı. Nil doğdu doğalı zaman çok hızlı akıyordu, 1 yaşını doldurmak üzereydi. Bulundukları coğrafyada ilk doğum günleri oldukça görkemli bir şekilde kutlanıyordu. Anne ve babası Nil’e en güzelini yapmak için günlerce düşünüp durdular. Sonunda asla unutamayacağı bir doğum günü yapmaya karar verdiler.

​AYNI ANDA AFRİKA KITASINDA…​

​Su taşıma rutini bitmiş, yetimhanenin hemen karşısındaki derme çatma okulda derslere girilmiş, akşam yemeği olarak bir tabak pilav yenmiş, yatakhaneye geçilmişti. Elijah, Jeremiah’ın yatağının başucundaydı.  Henüz kendinde olmayan arkadaşı için üzülüyordu. Keşke Jery’nin annesi burada olsaydı diye geçirdi içinden,  onu mutlaka iyileştirirdi. Elijah, Jery için elinden gelen tek şey olan dua ederek uykuya daldı.​

​1 AY SONRA…

​-“Elijah, Elijah! Hadi kalk bugün mzungu(beyaz adam)lar gelecekmiş, büyük bir tören yapılacakmış, hadi Elijah hazırlanmalıyız uyan!”​

​-“Jery, gözlerimi açmadan önce söyle, bugün güneşli bir gün mü?”​

​-“Hahaha! Elijah evet çok güzel bir gün. Güneş parlıyor. Büyük ihtimalle bugün yağmur yağmaz. Ama üzülme, bugün su taşımak zorunda değilsin. Mzungular gelecek. Çabuk olmalısın. Onlar için hazırlanmalıyız.” İki çocuk özel günler için sakladıkları tek temiz kıyafetlerini giydiler. Günlerdir inşaatı süren garip yapının önünde, diğer arkadaşlarıyla birlikte sıraya girdiler.

​Yaklaşık bir saat kadar sonra 4-5 araçla beyaz adamlar geldiler. Arabalarından inen adamlar ve kadınlar gülümseyerek yaklaşıyor, her birine “Hello! How are you?” diyerek tek tek sarılıyorlardı. Başlarını okşayan bu güzel insanların buraya, bir su kuyusu açmaya geldiklerini, yapılan konuşmalardan anlayacaklardı.

​Yaşça büyük, bembeyaz saçları olan tonton bir adam yüksekçe bir yerden onlara doğru konuşmaya başladı.​

​-“ Çok uzaklarda bir ülkede, Nil isminde bir arkadaşınız var. Siz onu tanımıyorsunuz, o da sizi tanımıyor. Nil’in anne ve babası, sizin her gün 5 km yürüyerek okulunuza su taşıdığınızı öğrenmiş. Artık yorulmanızı istemediklerinden, buraya bir su kuyusu yaptırdılar. Ve bu kuyuyu Nil adına size hediye ettiler. Çünkü bugün Nil’in doğum günü… Nil’in doğum gününü sizin kutlamanızı istediler.”​

​Yetimhanedeki çocuklar önce şaşırmış bir şekilde  birbirlerine baktılar. Sonra öğretmenlerinin yönlendirmesiyle alkışlamaya ve hep bir ağızdan “Happy Birthday Nil” diye tempo tutmaya başladılar. O esnada genç bir delikanlı çocuklara balon dağıttı. İki genç kız konfeti patlattı.  4-5 kadın ellerinde kocaman bir pastayla çıkageldiler. Yetimhanedeki çocuklar için her şey masal gibiydi. Bir mzungu;

​-“Bu hepinizin doğum günü çocuklar, hadi hep birlikte üfleyin mumları” dedi. Çocuklar ilk defa bir pasta görüyorlardı ve nasıl bir şey olduğu hakkında hiçbir fikirleri yoktu. Hep birlikte mumları üflediler. Kendilerine dağıtılan pasta, çikolata ve hediyelerden sonra mzungular araçlarına binip gittiler. O gece yatakhaneden fısıltılar eksik olmadı. ​

​-“ Ne konuşuyorlar, hala uyumadılar” dedi, Bayan Margaret .

​-“ Pastayı anlata anlata bitiremediler” dedi, Bayan Jülliet. Sessizce yatakhanenin kapısından içeriye baktılar. Her bir çocuğun yatağına bağlanmış birer balon olduğunu görüp kıkırdadılar.

​ERTESİ GÜN…

​-“Elijah, Elijah! Kalk, sabah oldu” dedi Jeremiah.

​-“Jery, söyle bana, bugün güneşli bir gün mü?” diye sordu gözlerini açmadan Elijah.

​-“Elijah, unuttun mu? Artık bir su kuyumuz var, saatlerce yürüyerek su taşımak zorunda değiliz.” Elijah gülümseyerek gözlerini açtı. Neşeyle yatakhaneden çıktılar.

​Okul bittikten sonra tüm çocuklar su kuyusunun başında toplanmış oyun oynuyorlar, Elijah ve Jeremiah bir kenarda oturmuş konuşuyorlardı.

​-“Jery!” dedi Elijah. “Bir gün çok uzaktaki arkadaşımız Nil’le tanışır mıyız sence?” 

​-“Emin değilim.” diye cevap verdi Jeremiah.

​-“Jery, ben ona teşekkür etmek istiyorum.”  Diğer çocuklar etraflarına toplandılar. Küçük bir kız çocuğu konuştu;

​-“ Eğer arkadaşım Nil’le bir gün konuşma imkanım olursa, daha sık banyo yapabildiğim için ona teşekkür ederdim.” Dedi. Bir diğer çocuk devam etti;

​-“ Bende temiz su içebildiğim için Nil’e teşekkür ederdim.”

​-“ Tabanlarım şişene kadar su taşımaktan kurtulduğum için teşekkürler Nil!” diye bağırdı Jeremiah.  Elijah ellerini açtı ve güneşe doğru bir selam çaktı.

​-“Artık güneşli günleri de çok seviyorum, teşekkürler Nil.” Çocuklar gülüştüler. Her biri bir cümle söyledi ve Nil’e minnetlerini sundular. 

​Nil mi? Henüz bir yaşında minicik  bir bebekken, çok uzaklardaki öksüz ve yetim onlarca çocuğun kalbine dokundu. Yüzlerce insana, suyla hayat getirdi. 

Ömrün uzun ve bereketli olsun Nil! İyi ki doğdun. İyi ki varsın.

Sürgün / Ahmet Terzioğlu

Şiirler yazarken hür günlere ben,
Âfâktan enfüse sürgün gibiyim.
Aşk ile koşarken sürgünlere ben,
Rûhumun ufkuna vurgun gibiyim.

Bu dünya bilirim sürgün yeridir,
Her doğan ölü her ölen diridir.
Dünyaya geldiğim günden beridir,
Zamana sitemkâr, dargın gibiyim.

Başımda dertlerim dünyâlar kadar,
Bir zerreyim ki ben dünya bana dar.
Mukaddes yükümü tartamaz kantar,
Tükenmiş mecâlim yorgun gibiyim.

Derdimi arz etsem Zümrüd’ankâ’ya,
Ya da o Mehlikâ nam bîvefâya.
Uçmaya tâkatim yok mâverâya,
Kollarım kanadım kırgın gibiyim.

Kırık bir mızrabın yanık sesinde,
Kurak bir mevsimin tam ertesinde.
Kıyamet gününün son kertesinde,
Toprağa tutunan sürgün gibiyim.

Ahmet Terzioğlu

Hatıraların Oyunu / Derya Hekim

Önümde koca kalabalık, elimde mikrofon heyecandan kalbim duracak sanki. “Hoş geldiniz sevgili misafirlerimiz…” duraksadım. Yeni bir cümle kuramadım. O sırada “Kestik” diye bir ses geldi. Dönüp baktığımda koca bir boşluk gördüm.  Beni yıllardır tanıyan birinin varlığını biliyor, hissediyor ama kim olduğunu çıkaramıyorum. Tekrar önüme dönüp daha gür bir sesle “Hoş Geldiniz Kıymetli Misafirlerimiz” derken heyecanım biraz yatışmış, sesimdeki çatallaşma azalmıştı. Karşılık olarak alkış sesinin geldiğini zannederek elimdeki kağıda bakıp sunuma başlıyorum.

“Bugün sizler için hazırladığımız gösterimizin ön tanıtımı şöyle” deyip kısa bir açıklama yapıyorum. Söylediğimi düşündüğüm cümlelerin cisimleşip salonun tavanın raks edişini izliyorum.  “Söyleyemedin ki.” dercesine benimle alay ediyorlar sanki. Piyes kendi akışında devam ederken bana her sıra geldiğinde elimdeki kağıtta yazan cümleleri yutarak okuyorum. Bu kadar kalabalık önünde yer almanın bana göre olmadığını düşünüyor, benim burada ne işim var diye kendimi sorguluyorum. Kendi halimde iken taklitler yapmak, bir hikayenin kahramanına bürünmek hiç zor olmuyor. Ayna karşısına geçip iki karakteri canlandırıp onları konuşturmak, kavga ettirmek ve sırlarını açığa vermek oyun oynamak gibi. Ta ki birinin beni izlediğini anlayana kadar. 

Sahnelerin ne kadar hızlı değiştiğini anlayamadan masa başında ders çalışırken buluyorum kendimi. Yılların geçtiğini hatırlıyorum bir an. Ne günlerdi diye hasretle yad ediyorum. Önümdeki ders notlarına bakıp şu sınavları da bir versem sonrası daha rahat olacak biliyorum. Ama o kadar çok stres yaşıyorum ki her gün sınava geç kalma kaygısı ile uyanıyorum. Ve büyük gün geldiğinde geç kalıyorum. Okul olabildiğince kalabalık. Sınav için açılmış sınıflar dolmuş. Bir türlü yer bulup sınava giremiyorum. Yorulup pes ettiğim an bir sırada otururken buluyorum kendimi. Önüme gelen kağıttaki sorular başta çok kolay görünüyor. Hepsini yaparım, bu sınavı geçtim diye seviniyorum. Daha ilk soruyu bitirmeden süre bitiyor. Büyük bir üzüntü ile sınav salonundan ayrılıyorum.

Çok yorulduğum zamanlarda annemin yanında nefeslenmek iyi gelirdi. Anne elinin değdiği sofrada oturup çayımdan iki yudum alınca derin bir “oh” çekerdim. Bu kadar birikmiş yorgunluğuma iyi gelecek ilacı biliyorum madem neyi bekliyorum ki. Devamlı yolcusu olduğum firmadan biletimi alıp yola koyuluyorum. Tam otobüse binecekken pasaport istiyor. “Ne şimdi bu!” diye şaşa kaldım. “Ama pasaportumu size veremem ki o bana lazım” diyorum. Baktım görevli ikna olma niyetinde değil ben de vazgeçiyorum yolculuktan. Zaten uzun yolculuklar beni çok yoruyor diye kendimi avutuyorum. Yıllarımın geçtiği sokakları gezerken küçük bir çılgınlığın kimseye zararı dokunmayacağını düşünüp uzun bir yola çıkıyorum. Madem otobüs ile yolculuk yapamadım ben de yürüyerek aşarım koca dağları. Gitmeye kararlı olunca insanı tutmak zormuş. Bir kere niyet edip yola adım atınca varmak istediğim yerde buldum kendimi.  Çok yorulmuş ve susamıştım.  Annemi evin içinde koşuştururken buluyorum. Sağa sola gidip geliyor sürekli, bir şeyler söylüyor ama anlayamıyorum.  Durdurup bak ben geldim demek istiyorum, olmuyor. 

Gece karanlığının her yeri sardığı saatlerde uğultulu bir sessizlik var. Bu saatte sıcacık evimde olmak varken daha önce görmediğim bir yerde uykunun ağırlığını hissediyorum. Yol üzerinde bulduğum bir kütüğün üstüne birkaç dakika soluklanmak için oturuyorum. Çalılar arasından gelen hışırtı dikkatimi çekiyor. Çok az ışığın olduğu yerde karşımda parlayan kocaman gözlerden ürperiyorum. Korkunun verdiği alarm ile kendime geliyorum. Orman sakinini rahatsız etmeden uzaklaşıyorum. Kendi iç muhasebemi yaparken fark ediyorum ki soğuktan kaskatı kesilmişim. Eğer o hayvancağız gelmeseydi soğuktan donabilirdim. Anladım ki yalnız değilim. Beni gören, duyan, sahipsiz bırakmıyor.  Dilimde şükür ile yoluma devam ediyorum. Bir dönme dolap içinde yer bulup dinlenmek istiyorum. Dönme dolap döndükçe sürekli aynı yerde birbirinin tekrarı olan günler yaşıyorum. Bir filmde görmüştüm, başına gelecekleri bilen kahraman olayları değiştirmek için sürekli yeni şeyler planlıyordu. Rüyada sıkışıp kalmıştı. Ben de şimdi öyle sürekli birbirini tekrar eden günler arasına sıkışıp kaldım. Bir şeyleri bekliyorum. Bir türlü sonu gelmeyen bir bekleyiş bu.  Sert bir müzik ile sahneler arasında yeniden bir akış hasıl oluyor. Bekleyişin pişirip harmanladığı sabrımın ümidimi ikna edemediğini gördükçe üzülüyorum. Bir hayal kuruyorum bir gün kardelenlerin müjdelediği baharı göreceğim.

Yeni bir alkış sesi ile sahnede olduğumu hatırlıyorum “Ve bugün size kardelenler armağan edeceğim. Baharı müjdeleyen kardelenler” derken hayalimin gerçekleşmesini izliyorum.  Seyircilerin  üzerine kardelenler nazlı nazlı süzülerek iniyor. Herkesin yüzünde tebessüm. Şimdi her yer aydınlık. Salonu dolduran simaları tanıyorum. Ailemi, öğretmenlerimi, arkadaşlarımı ve daha nice güzel insanı bir arada görüyorum.

Mutlu biten bir hikayenin verdiği huzurla gözlerimi açtım. Ne uzun bir geceydi. Ne çok özlem biriktirmişim meğer. Dua ederken isimlerini andığım bu güzel insanlara vefalı olmaya gayret etmenin aslında kendime yaptığım iyilik olduğunu anlıyorum.

Derya Hekim

Sen Gibi / Erhan Bozkurt

Bizim oralar çoraktı biliyon mu.

Dağdı, bayırdı biraz da çayırdı,
ama gözün aldığı her yerde,
papatya, gelincik… sen gibi.
Reyhan kokardı adın gibi
ha bir de karahindiba,
başta dokunsam dağılacak,
sonra utangaç sarı sarı sen gibi.
Evelik, alıç, dağ armudu,
Dere tepe bulur muyum umudu.
Mahallemde açan akasya,
Orada.. dağlarda yetişen eşkın,
İçimde taa uzakta…
büyüyen aşkın gibi.

İşte bundan
çok kıymetlisin biliyon mu.

Erhan Bozkurt

Anlatsam Roman Olur – 2 / Mavi

Camdan oturmuş dışarıyı izliyordu kapının kilidinin açılışını duyduğunda. Aynı anda evlerinin yeni misafiri, onların deyimi ile minik kaptanın ağlama sesi duyulmuştu. Babası artık oğlu ya uyuyorsa diye zile basmayı bırakmış, eve anahtarıyla girer olmuştu. Eşi, ağlayan gözlerle kendisine bakan bu tatlı ufaklığı kucağına alıp derince içine çekti kokusunu. Hem eşinin hem de kendisinin aklında tek bir konu vardı bugün. Bekarken dört kez başvurup red aldığı Amerika vizesine bugün ilk defa aile olarak başvurmuşlardı. Kendisinin ise beşinci başvurusuydu bu. Senelerdir göremediği babasına ve annesine kavuşma umudu her seferinde bir sonraki başvuruya kalıyordu.

Tüm bu bekleyiş ve olumsuz cevaplar kalbine ağır bir yük bindiriyordu. Yine dalıp gitmişti evlerinin önündeki bahçe manzarasına. Kışı bazen çekilmez olurdu Kanada’nın ama yaşadıkları bunca zorluk ve ayrılıktan daha çetin değildi. Evlerinin üst katındaki boydan boya cam olan oda iki kişilik evlerinin oturma odası olmuştu önce. Misafirler bu odada ağırlanır, kahveler bu odada içilirdi. Pandemi zamanı da olsa geleni gideni çok olmuştu. Annesiz-babasız tek başlarına evlenmiş, ne kına gecesi ne de düğün yapabilmişlerdi. Pandemi durulunca önce oralarda meşhur olan baby-shower partisi yapmışlardı onlara sürpriz, sonra kına gecesi. Hamileyken kına gecesi yapılan belki de dünyadaki tek gelindi. Ne var ki, annesi ile babası tüm bunları kameradan izleyebilmişti gözyaşları içinde. Ailesi Kanada’ya gelemiyor, ona da Amerika vizesi çıkmıyordu. Tüm hayat hikayesi film şeridi olup zihnine akarken, eskiden oturma odası olan bu oda evlerine neşe olan babasının minik kaptanının olmuştu artık ve en çok girip çıktıkları oda olmaya da devam ediyordu. Burayı bu kadar çok benimseyip dalıp gitmesi bundandı.

Vizeden alınan red cevabının arasından geçen süre zarfında ailesi tekrar tekrar üzülmesin diye onları yeni başvurularından haberdar etmeyi bırakmıştı. Her defasında ümitlenip tekrar bir yıkım yaşamak herkese ağır geliyordu. Evleneli tam iki buçuk sene olmuş, minik kaptan sekizinci ayına girmişti ki nihayet bir sonraki başvurularından güzel haberi almışlardı. Böylesine içinde çiçekler açtıran bir haber almayalı hayli zaman olmuştu. Sahi, insan ne yapardı bu kadar sevinince? Nasıl tepki verirdi? Sarıldı sımsıkı hayat arkadaşına. Bu şehirde birbirlerine hem eş hem en iyi arkadaş olmuşlardı. Hayata belki yenik başlamışlardı ama bu güzel haber ilaç gibi gelmişti ve belki de bir miktar unutturmuştu geçmişte yaşananları. Hemen minik kaptanlarına Kanada pasaportu için başvurdular. Artık vizeler tamam, pasaportlar hazırdı. Hala her şey rüya gibi geliyordu. Öyle böyle değil; yılların özleminin dineceği andı bu. Her gece kurulan hayaller, bir sarılma arzusu, baba omzuna başı koyabilme hasreti, gözlerine bakıp “iyiyim anne, seni özledim baba” diyebilmenin heyecanı. Valizler hazırlanıyordu gözyaşları eşliğinde, ama olsun bu seferkiler sevinçten, mutluluktan, heyecandan akıyordu. Anne ve babasına haber vermemişlerdi. Sürpriz yapmaya gidiyorlardı.

Oğulcanları biraz huysuzluk yapsa da kemer ikaz anonsuna açmıştı üçü de gözlerini. Hem heyecan hem minik kaptanın ilk uçuşu olması çok da uyutmamıştı onları yol boyu ama gelmişlerdi işte. Kalbi yuvasında annesini bekleyen yeni doğmuş serçe gibi atıyordu. Dile kolay, ömre bedel bir kavuşmaydı bu.

Uçaktan nasıl indiler, valizleri nasıl aldılar, pasaport kontrolünden nasıl geçtiler… Hepsi bir rüya gibiydi ve onun tek beklediği an anne babasının evlerinin ziline bastıkları andı.

Evet, haberleri yoktu kızlarının gelişinden. Bir anda mahalle bayram yerine dönmüş, ağlama sesleri mutluluk gözyaşlarına sahne olmuştu. Babası belirdi ilk kapıda. Sarıldı; bu sarılma öyle bildiğiniz bir sarılma değildi. Senelerin yükünü sırtından indirmiş, hıçkırıklarla babasının omzuna yaslamıştı kafasını. Baba dağdı, özlemin iki eşit parçaya bölündüğü tarafın biriydi. Sonra annesi belirdi kapıda…

Dilinden sürekli olarak dökülen tek bir cümle ayrı geçen tüm yılların özeti gibiydi: “Siz gerçek misiniz ya? Siz gerçek misiniz?”.

WordPress.com'da bir web sitesi veya blog oluşturun

Yukarı ↑