Vaktidir/ Erkan Bilgin

Vaktidir düşmesi yollara düşlerin
Vuruşarak ölümüne karanlıklarla
Ölmek, hem de hiç düşünmeden ölmek
Ve doğmak yeniden kıraçlarda,
Gülümseyen bir bahar gibi doğmak

Vaktidir gülümsemesi gamzende baharın
Yüreği buz kesmiş poyraza inat
Çatlatıp kabuğunu özgürlük türkülerinin
Vaktidir açması acıya inat

Güzel kokusunu sürünsün toprak
Çözsün saçlarını şimdi ağaçlar
Döksün artık sevinç gözyaşlarını o hisli bulut
Vaktidir vuslatın firkate inat

Vaktidir yanmanın aydınlık için
Sızlanmadan kuru ağaçlar gibi
Atılıp doludizgin çağın kalbine
Vaktidir yaşamanın yaşatmak için

Vaktidir bu yokluk karanlığında
Yıkayıp acı bir suyla gözlerimizi
Ayılarak gaflet uykusundan
Bulmanın asıl kaybettiğimizi

Vaktidir yağmura durmanın
O görkemli şarkıyı duyarak
Benliğimizi kusup ağız dolusu
Vaktidir birlikte orman olmanın
Vaktidir dünyayı cennet kılmanın
Erkan Bilgin

Anne Tozu Teorisi/Sabıkalı Ellerin Su İçirme Telaşesi / Farzımuhal

prematüre martılar ulanıyor gösterişli iplere
başağa durmuş buğdaylar masumiyet sarısı
ellerin doğurganlık borçlanır
o uykusuz
o huzursuz
o geceye
gece bir deniz
bu defa ölmeyecek butimar
ellerin denizden bengisu devşirecek

ispat edilmemiş önermelerde bir aloe veda
bir fesleğen ayrılık
anne ellerin ne kadar güzel

anne kulunçları ağrıyor dünyalıkların
bir tahammül sarıyor düşündükçe çehreni
ben iflah olmaz muntazırı baharın
ama kulunçları ağrıyor dünyalıkların

evlerin kapıları dokuz köye kapalı
evlerin kapıları ellerinle kınalı
bir ihtimal sarsıyor düşündükçe çehreni
nasıl bir öfkeyse bu ellerine duyulan
ellerin su içirmekten sabıkalı

ellerinde gönenç ferahlık
sibir yanaklarında buz tutmuş matem ve kıvanç
ki buz da bir su sonuçta
üşengeç anımsamalar varsın pencerenden geçmesin
anne ellerin dört mevsim dua günceli
ellerin bu sefer çiçek açmasın
seğirtip de öpeyim o gülfizan elleri

Dilerse…

Farzımuhal

İnhirak / Tahsîn-i Kelâm

Bir hırka yetecekti hâke düşecek sırta,
Yatmayı âr etmedik hâk olacak kasırda.
Dert dava oldu nefis, arzu ard arda kesif,
Düğümlendi hevesler yürekteki nasırda..

Hay huyla olmaz öyle, olacak hicap erde,
İnsanı insan yapan, âr denen ince perde,
Öze in kalma dostum, benlik denen çeperde
Görene çoktur mana aleni ya da sırda..

Namerde değmez sözüm, yol yorgunu merdedir,
Hor dava neydi sahi, divanesi nerdedir,
Nefsi aşmak mı dedin, ne müşkil bir kertedir,
Sündüs döşektekiyle, yatan bir mi hasırda..

Vahye göz kulak ol bak, bak ne diyor; “dayanın!”
Ey muasır delisi, kaç asırlık davanın,
Sözün sözdü değil mi, hani sâdık beyânın,
Yoksa kaldı mı dava, ilk o gülden asırda!..

Tahsîn-i Kelâm

Bıraktığın Gibiyim / Sermest

“En son bildiğin,bıraktığın gibiyim.” Dedi telefonun diğer ucundaki ses.

“En son bildiğin,bıraktığın gibiyim”

Dağ başında yankılanan feryat gibi uğuldadı bir süre. Sonra aynı cümle kalbinde kağıt kesiği gibi bir acıya dönüştü hızla. Göğüs boşluğunda bulunup kan akışını düzenleyen bu hayati organ ritmini kontrol edemiyordu artık. Zamandan ve mekandan ayrıldığını henüz farketmemiş olsa da kalbinden beynine doğru yükselen bu sesi bastırmanın mümkün olmayacağını anlamıştı.

Aynı ses bir kere daha yankılandığında boğazına düğüm, burun direğine sızı, gözüne yaş olmuştu bile.

Nabzı normale dönmeye başlayıp anlamsız gerginlik azaldıkça duygularını tartabildiğini farketti. Hüzünlenmişti ama acı değildi. Keyiflenmişti ama neşeli de sayılmazdı. “Sahi” dedi kendi kendine;

“Birinin, en son bildiğin,bıraktığın gibiyim demesi” ne kadar da güzelmiş ne kadar da uzak.

İstemsizce bir tebessüm belirdi az önce ısırdığı dudağının kenarında.

Bir mesajla kendini tanıtıp müsait olduğunda aramasını istemiş olsaydı bu kadar sarsılmayacaktı belki de. Bu kadar ince düşünmeyi gerektirecek şeyler yaşamayı tercih etmezdi eğer sorulsaydı.

Geçen yılların, araya giren yolların çokluğunu, bir nefesle üfleyip yok ettiğimiz karahindibağlara çevirmişti vefa.

Evden ilk ayrılışlarında yollarının kesişmesine hep şükreder, birbirlerine dost olmanın tüm aykırılıklara rağmen karşı tarafı değiştirmeye çalışmadan uyum içinde yaşama gayreti olduğuna inanırlardı.

Kayıtsız bir numaradan aranmasıyla başlayıp kim olduğunu anlayana kadar artan tedirginliği, hasretle akan gözyaşlarına dönüşmüştü dakikalar içinde.

En dost tonuyla devam eden konuşma, bildiği bıraktığı gibi olan tarafın; sen neler yaşadın sorusuyla sakin bir tonda devam etti bir süre.

“Geçti gitti… Şimdi her şey yolunda, yeniden aile olmanın heyecanını yaşıyoruz seneler sonra. Belki yüz yüze anlatırım ama sınırlı dakikalarımızın tadını bunlar kaçırmasın. ” demesiyle keskin bir geçişle üniversite yıllarından devam etti.

Kahkahalarla güldükleri birkaç anı, hızla yeniden tebessüm sebebi olmuştu.

Bir tarafın çıldırtan dağınıklığına inat diğer tarafın titiz halleri hiç sorun olmamıştı aralarında. Olmuştu belki de ama ikisi de olumlu durumları hatırlamakta mahirdi.

Sahi insan anılarından bahsedince o yıllardaki kendine bakmadan gelemiyordu şimdiki zamana. Sessiz kalınan anlarda neler düşünüyordu kim bilir her iki taraf da. İnsan gençliğini ne kadar da çok özlüyormuş bir kere daha anladılar. Gençlik dediğimiz aynada gördüğünden ibaret değildi. Özlediği de umutları,hayalleri, yapma ihtimali olan işler, yaşamak isteyeceği yerlerden daha fazlasıydı sanırım.

Tüm yaşanmışlıklara inat hayat dolu bakışların solmaması ne büyük nimetti.

Kurban bayramının son günü neleri kurban ettiğini düşündüğü saatlerde yaptığı anlamlı telefon görüşmesi son bulurken ülkenin batısında ve doğusunda yaşayan iki dost ortalarda bir yerde buluşabilmenin hayaliyle kapattılar telefonu.

Bir Düş Kuralım Hadi! / Yaşar Beçene

Bir düş kuralım hadi yaşanmayan mevsimden

Rengârenk yamaçlarda sen ve ben çiçek çiçek

Nehirler çağlayanlar kıvrım kıvrım içinden

Özgürce uçsun kuşlar canlansın börtü böcek

Bir düş kuralım hadi yaşanmayan mevsimden

Boşluk boşluk üstüne çaresiz durdun öyle

Tükendi günler çoktan; saltanat karanlığın

Ölüm gelene kadar bu kaos her dem böyle

Ansızın biter bir gün bir nefes sultanlığın 

Boşluk boşluk üstüne çaresiz durdun öyle

.

Çıkmaz dedi levhalar hangi yola girdinse

Yok oldu azar azar; elde azık kalmadı

Bitmeyen tükenmeyen acıların bir dinse!.

Yaralı yüreğinde hasretler azalmadı

Çıkmaz dedi levhalar hangi yola girdinse

.

Hem yokluğu yaşadın hem soldun günden güne

Uzakta çok uzakta eskidi bakışların

Beraber ağlayalım sebepsiz güldüğüne

Elbette sonu gelir bitmeyen kor kışların

Hem yokluğu yaşadın hem soldun günden güne

.

Sen şimdi pörsümeyen ışıl ışıl bakışla

Mazi tuvallerinde yoklasan ufku yine

Duru nehirler gibi şırıl şırıl akışla

Nazarlara gelmeden kavuşsan sevdiğine

Sen şimdi pörsümeyen ışıl ışıl bakışla

.

Bir düş kuralım hadi yaşanmayan mevsimden

Rengârenk yamaçlarda sen ve ben çiçek çiçek

Nehirler çağlayanlar kıvrım kıvrım içinden

Özgürce uçsun kuşlar canlansın börtü böcek

Bir düş kuralım hadi yaşanmayan mevsimden

Baş Tacı / Adem Yağmur

Babamla birlikte gelmişti. Oturma odasında başköşeye kuruldu. Birkaç kişi ile birlikte içeriye ancak girebilmişti sanki korumaları gibiydi ama onlar sonra gittiler. Koyu tenli, boy ve kilo oranı birbiriyle uymayan sıska bir tipi vardı.

             Evimize ilk defa gelen bu konuğu görünce çok şaşırmıştım. Babam ; “Evladım! Bu bizim konuğumuz, misafirimiz, yakınımız   velhâsılı   baştâcımız.” dedi.

Baş tâcımız mı?

Babam artık eve her zamankinden daha erken geliyor, gelir gelmez de hemen onun yanı başına oturuyordu. Hatta onun tam karşısına değil de yan tarafına oturarak bizim de konuğumuzun söylediklerini ve davranışlarını daha net görmemizi istiyor, arada bir de “Bak bak! iyi dinleyin “diyerek bizim dağılan dikkatimizi toparlamaya çalışıyordu.

O, konuşmaya başladığında babam gözlerini ondan alamıyor, hiç sesini çıkarmıyor arada da kahkaha atarak gülüyordu. Önceleri edeple tebessüm eden babamın tebessümlerinin şimdilerde kahkahaya dönüştüğünü görüyor şaşırıyordum. Konuşmaları ise öyle çok önemli konular değildi hep neşeli şeylerden bahsederdi.

Oturduğu daha doğrusu kurulduğu baş köşeden hiç kalkmaz, herkes beni dinlesin der, hiç durmadan konuşur, dinlemeyenler olsada onlara hiç mi hiç aldırmaz konuşmaya devam ederdi. Farklı farklı sesleri çıkarma yeteneği vardı; kadın, erkek, çocuk, hayvan hatta bunların ses tonlarını bile değişik şekillerde çıkarabiliyordu.

Babam sabah kahvaltısını onunla birlikte erkenden yapardı, oysa önceden hep beraber yapardık kahvaltımızı. Annemin dediğine göre kahvaltıda önemli haberler veriyormuş, aynı evde kalıyoruz nerden alıyor bu haberleri bilemiyordum. Annem ve ben bu durumdan iyice rahatsız olmaya başlamıştık. Ben bütün bu olanları anlamaya çalışıyordum ama annem rahatsızlığını yer yer belli ediyordu.

– Bey artık yüzümüze bakmaz oldun bir kusurumuz mu var acaba!

Babama imâlı bir taş atsa da babam oralı olmuyordu.

– Yok canım siz de abartmayın artık ayıp oluyor ama…

Akşamları artık misafirliğe gitmez olmuştuk. Babam da eve pek misafir almıyordu. Birkaç kez evimize konuğumuzu ziyarete gelenler oldu ama baş konuğumuzun olduğu yerde kimseye söz sırası gelmiyordu. Hatta ve hatta kimsenin söz hakkı dahi yoktu. Bu ziyaretten ne gelen misafirimiz bir şey anlamıştı ne de biz bir şey anlamıştık.

Aslında konuştuğu şeyler bize yabancı konulardı. Yaptığı şakalar ve neşeli konularda bizim gülmemizi hedeflesede ben çoğu zaman utanıyordum.

Evdeki yemek kültürümüz de yavaş yavaş değişmeye başlamıştı. Bize hep farklı lezzetler tatmamızı tavsiye ediyordu. Babam da bunları bir emir gibi anlıyor annemden bu tavsiyelere uyması için ısrar ediyordu. İtalyan usulü makarna, Rus salatası, tarator, beşamel sosları, hatta annemin ismini bir türlü söyleyemediği “Suşi”.

Annem ısrarlar neticesi farklı lezzetleri deniyordu ama ortaya çıkan sofraya gelmeden çöpe gidiyordu, hatta suşi denemesi en çok mahallenin başıboş kedilerine yaramıştı.

Tavsiyeler uzayıp gidiyordu; sedirde oturmayın, çekyat ve divan oturma takımları, sekiz kişilik yemek masası ve yemek takımları, konsol, etajer, vitrin derken evin şekli iyice değişmişti. Amerikan mutfağını ilk defa duyan annem; “ Oturma odası kokudan geçilmez” diyerek babama itiraz ediyordu. Dolayısıyla babamın ödemekte iyice zorlandığı taksitler neticesinde de yer sofrasındaki yemek adeti yerini aynen muhafaza etmişti.

          “Hey dostum! Kopmuşsun iyice, dünyamıza dön” diyen bir sesle uyandırıldığımda babamın gülen yüzüyle karşılaşmıştım. Duyduğum sesler babama mı aitti yoksa rüya mı görmüştüm bu durumu ayırt edememiştim. 

Annemde artık babama kayıtsız kalamamış ilk başlarda şakadanda olsa daha sonraları alışkanlık haline gelen tuhaf konuşmalarına şahit oluyordum. Sabahları annem babamı yollarken “Çüüüz, görüşüçüüüz” diyerek uğurluyor babam da başparmağını yukarı doğru kaldırıyor, diğer dört parmağını da yatay bir şekilde katlayarak bu hareketine biraz da tebessüm ekleyerek evden ayrılıyordu.

Evde yalnız kaldığım bir zaman da salondaki konuğumuzdan bilmediğim bana yabancı gelen kelimelerle çok ilginç bir şarkı duyunca hemen salona koştum. Alışık olmadığım bir tarzda çok hareketli bir parça seslendiriyordu. Hoşuma gitmeye başlayınca ritmine ayak uydurmaya başlamıştım. Kendisine bakarak yaptığı hareketleri aynen tekrar ediyordum, ellerimi çırpıyor, dizlerimi öne doğru bükerek yarım daire çiziyor, topuklarımı havada birleştirecek şekilde zıplıyordum. Çok hoşuma gitmişti söylemesi bittikten sonra ne olur bir daha söyle diye ısrar ettim ama beni dinlemedi.

Yavaş yavaş onu sevmeye başlamıştım, ilerleyen günlerde bana öyle masallar anlatmıştı ki anlattığı her şeyi aklımda tutabiliyordum. Arkadaşlarıma dinlediklerimi anlatırken bütün ayrıntılara dikkat ediyordum. Sanki bir film şeridi gibiydi her şey…

Her akşam babam annem ve ben onun karşısından ayrılmıyorduk. Sadece bana “ Artık saat 21.30 oldu sende bütün çocuklar gibi yatağa girmelisin.” deyince, babamın kaş göz işaretiyle annem beni yatağa götürüyordu.

          Zaman çok hızlı akıp geçiyordu. Bir cumartesi günü öğleden sonra babam konuğumuzu ani bir hareketle hiç konuşturmadan tuttuğu gibi kapının önüne koyuverdi. Annem de ben de çok şaşırmıştık. Çok kısık bir sesle “Baba ne yapıyorsun, yapma” diyebildim ama sesimi duyuramamıştım.

Benim için tek gözlü sevimli bir devi andıran konuğumuz da arkasına bakmadan ve de babama hiç direnmeden çıkıverdi evimizden. Oysa babam onu çok seviyordu. Hayatımıza bir farklılık katmıştı. Ne oldu da bu hale gelmiştik. Bu durumu o hiç mi hiç hak etmemişti.

          Babamın bacağına sarılıp pantolonunu çekiştirerek “Baba ne olur onu bizden ayırma ben onu çok seviyorum.”  diye yalvarınca, babam bana doğru iyice eğilerek gözlerimin içine baktı ve şefkatli bir ses tonu ile;  “Biraz sabırlı ol yavrucuğum.” dedi. 

Birkaç saat sonra aynı şekilde giyinmiş iki adamın kolları arasında birisi geldi ve içeriye girerek salondaki baş köşeye önceki konuğumuzun yerine kuruldu.

Babam; “ Evladım artık bundan böyle yeni konuğumuz bu olacak” dedi. Babamın bu konuşması beni çok şaşırttığı gibi iyice de heyecanlandırmıştı.

Salonda konuğumuzun tam karşısına geçerek onu baştan ayağa incelemeliydim. Bu konuğumuz öncekinden biraz farklıydı. Öncekinin dışa doğru çıkık olan gözünün yerine bunun gözü gözlüğünün çerçevesine iyice uyumlu, öncekinin ahşap kasasının yerine bu gri boyalı plastik kasalı düğmelerine basmadan uzaktan kumanda ile çalışan açıldığında bize renkli bir dünya sunan aynı zamanda bize öncekine nazaran geniş bir bakış açısı kazandıran yetmiş ekranlı konuğumuz eskisini kısa sürede unutturmuş, baş konuğumuz daha doğrusu baş tâcımız olmuştu.

Adem Yağmur

 

Sitem/ Yakup Kenan

Varın selam söyleyin vatanıma
Bir tas su içtim o da geldi burnumdan
Ayrı düştüm anadan babadan yardan
Evlat kokusu sinmiş elbiseler kokladım
Gurbet kuşlarını geceleri uğurladım

Yorgun nefesler karıştı birbirine
Çamur yağmur kan ter içinde
Sımsıkı bir ümide yolculuk
baharın sevdalısı koca yüreklerle

İnceden bir sitem ve bir selam
Dağılan yuvalardan tüten duman
ocak ocak yanan karasevdam

Dört mevsim on iki ay
Bin asır bir saniye hesapsız
Muhal içinde sır gemisi
Yolculardan bir selam
biraz sitem ve çileyle özdeş
Gurbet ufuklarında bütün ışıklar kardeş

Yakup Kenan

Ağırdır Taşlar Azizdir Harfler / Cihangir Asyalı

“İnsanlar kısım kısım, yer damar damar”dır. Kimilerikimilerine üstün kılınmış. Böyle olunca, bilim, sanat, edebiyat, spor ve liderlik gibi insanı meşgul eden her alanda öncü ve seçkin nice kimseler ortaya çıkmış. Bu kimseler yaşadıkları topluma ve insanlığa değer üstüne değerler katmış, buna mukabil de ilgi görmüş, hayranlık uyandırmıştır. Kimi yerde bir şehir, kimi yerde bir millet ve hatta bütün bir insanlık onlarla onurlanmıştır. Onlar göz kamaştıran mücevherat gibi hep başlarda taşınmış, el üstünde tutulmuş ve tutuluyorlar.

Nasıl ki elmas, yakut ve zümrüt gibi mücevher taşlar,rengiyle, zarafetiyle, sağlamlığıyla ve az bulunurluğuyla hep elden ele, gönülden gönüle dolaşıp duruyorsa, şarkılara, şiirlere konu oluyorsa, meşhur kimseler de benzeri bir sevgi ve sempati seliyle karşılaşıp dururlar. Onların söz konusu olduğu yerde diğerlerinin adının bile anılmaması, evet, insanın tasnifçiliğiyle alakalıdır. Çoğu zaman, insan, ölçüyü tutturamayıp yüceltmeyi de küçültmeyi de abartır. Çünkü insandır.

Hâl böyle olunca, düşüncenin nabzını tutan şairler, bu durumu eleştirmeden edemezler: “Yalnız değerli taşlara değil ama uzun taşlara ve kalın taşlara ve yüksek taşlara ve yassı taşlara ve yuvarlak taşlara ve sivri taşlara da sahip çık konuştukları zaman. Ağırdır Taşlar” (Peter Laugesen)

Hâlbuki insana yapılan taksimatta değerler madden ve manen öyle bir dengede dağıtılmıştır ki sağlıklı bir düşünceyle herkes kolaylıkla eşitlenebilir. İhtiyaç noktasından bakınca, “Eczay-ı cihan cümle birbirine muhtaç”tır mesela. Evet, antika ile demir elbette bir değildir; fakat demirin lazım olduğu yerde de antikanın esamesi okunmaz. Ekmek ustası ile besteci, inşaat ustası ile şair, dokumacı ile düşünür yer değiştirdiğinde, ikinciler birincilerin yerini dolduramaz. Böyle olunca, her insan kendi alanı çerçevesinde bir antika veya mücevher konumuna yükseliverir; bulunduğu noktada saygıyı ve hürmeti hak eder.

Her insanın doldurduğu bir yer ve değer mutlaka vardır. Öndekilere nazaran ortada ve sonda bulunan ve de böyle olmakla önemsiz addedilen kişiler de kendi bulunduğu evrenin merkezi konumunda olabilir. Bir anne, bir baba, bir eş, bir evlat, bir kardeş ve bir arkadaş olarak boşluğu başkası tarafından doldurulamayan değerlerdir onlar da. Bu sebeple saygıya, hürmete ve muhabbete layıktırlar. Kulak vermelidir konuştukları zaman. Kıymet vermelidir çalıştıkları zaman. Selam vermelidir karşılaşıldığında; zira bir ağırlığı vardır onların da, “düştüğü yerdeki ağırlığı gibi taşın”

Ama insanız işte. Marifet iltifata ya da “iltifat marifete tabidir” ilkesince, marifet gösteren kimselere saygıda kusur etmeyiz kolay kolay. Şair, yazar, sanatçı, bilge ve ilim erbabı kimseler söz konusu olduğunda onlara iltifat etmekten, onları hürmetle başköşeye oturtmaktan geri kalmayız. Elbette böylesi lazımdır da; fakat işte bu durumda da ölçü şarttır. “Onlar A,B,C/ Çalımla kurulurlar başköşeye/ Alfabenin son harfleriyiz biz/ u,ü,v,y,z/ Kısık seslerimizle/ Biçare serçeleriz.”(Ali Akbaş)

İki grup vardır ki onlar kestirmeden ve ekseriyetle, taşıdıkları herhangi bir üstün değer olmadan öne çıkar ve başköşeye kurulurlar. Hem öyle bir kurulurlar ki bir daha o mevkiden hiçbir zaman inmek istemezler. Tepeden tırnağa bütün herkese hâkimiyet kurdukları için onların nazarında değerin ölçüsü de bozulur. Ancak ve ancak kendilerine faydalı olan, yakın duran, hürmet gösteren, itaat eden ve boyun bükenleri iltifata layık bulurlar. Bulundukları yerde kaldıkları müddetçe de millete kan kusturmaktan zevk duyarlar. “V. Ne vakit ölür? Ölse de kurtulsak. Ama V. Ölürse Y. Var. Ona ne vakit sıra gelir? Hadi Y. de öldü diyelim, Z. Ne olacak? Peki, ya A.,B.,C.? Onlar yetmez mi insanlara ölüm kusturmaya? Bu zorbaların arkası alınabilir mi?” (Salah Birsel)

Servet dışında herhangi bir vasfı olmadan önde konumlanan bir diğer grup da zenginlerdir. Onlar da derecesine göre bir küçük köyden başlayarak ta metropollere uzanan ölçekte tıpkı siyasiler gibidirler; lakin onların ömrü daha uzun, güçleri daha kuşatıcı, elleri uzundur. İstisna olarak onların içinden de seçkin kimseler çıkar; fakat varlıklarını borçlu oldukları değerleri çiğneyenler çoğunluktadır.

Evet, gerek taşların gerekse harflerin diliyle okunsun, fark etmez, insan ve değer görecelidir. Görünen ve görünmeyen, bilinen ve bilinmeyen, madden ve manen her değer, bakan göze göre değişir. Mesela kimi harfler hem ünlü hem de seslidir. Sesi çokça çıkan ve ünlü olan o harfler azınlıkta, sessiz ve ünsüz olanlar ise çoğunluktadır. Kimi alfabelerde bir iki tane ünlü harf varken kimi alfabelerde ise hiç ünlü yoktur. Ünlülerin ya da seslilerin az olduğu alfabelerde, ünsüz ve sessizlerin yardımıyla ses üretilir, bir nevi meşveret ve demokrasi gibi. Zaten onlarda önemli olan, ün ve ses değil mânâdır.

Fakat kimi alfabelerde sesli harfler o kadar önemlidir ki onlarsız sessiz harflerin konuşabilmesi mümkün değildir. Dudak harfleri denilen “b” ve “m”’ye baktığımızda, sanki onlar tutsaktırlar. Sesleri kısılmış, lâlüebkem kesilmişlerdir; fakat aralarına konulan bir “o” ve “a” ile bomba tesiriuyandırırlar. Bu deneyim sair harfler için de geçerlidir. Görülecektir ki sessiz harfler, sesli harfler olmadan, adeta yaşayan ölüdürler. 

Tam tersi düşünülecek olursa, ünlü harfler içinde benzeri bir durum geçerlidir. Sessiz harfleri ortadan kaldırdığımızda, sesli harflerin, yabansı ve ilkel bir varlığa büründüğü, anlamlarının daraldıkça daraldığı hatta bitip tükendiği görülür. Aa (şaşkınlık,) ee (merak,) oo (hayretli sevinç,) öö (korkutma,) uu (hayranlık,) üü (ağıt…) Bu sebepledir ki, sesli ve sessiz (ünlü ve ünsüz) bütün harfler, cevher veya sıradan taşlar, biri daima diğerine lazım ve muhtaç olarak saygı, sevgi ve hürmete layıktırlar. Yine de ölçüyü tutturmak hassasiyet gerektirir.

Edebiyat Savaşçısı / Deniz Sarıtop

Buyur, konuşalım, fakat gerçekleri;

kendi özünden kopanlar,

kelimelerin anlamlarını kavrayamazlar.

Buyur, anlatalım, aklımızdan geçenleri;

dünü, bugünü ve yarınları…

Öyle tuhaf tuhaf durma karşımda;

hayatın çıkmaz sokağında kalanların hikayesi,

bir yenilgidir.

Cehalete dost, eğitime düşman,

bu yeni nesil, tutunamaz

aydınlığa…

Söylemin kendisi,

sözcüklerin ve fikirlerin

ağır ağır büyüyen

…ve olgunlaşan,

insan zihnindeki

o muhteşem güzelliği…

…ve elbette, kolay değil

yokuş aşağı yuvarlanan bir toplumu

bir cümle içinde

düze çıkarmak.

Muhtarım / Süha Berk

Anlat muhtarım.

Bana köyümü anlat.

Gurbete alışamadım bir türlü.

Kuş seslerinin at kişnemelerinin yerini sarhoş kalabalıklar almış bu şehirde.

Pencereyi açınca kekik kokusu gelmiyor, temiz yayla havası esmiyor gönlüme

Kaskavurcalar kıpkırmızı açmıyor tarlalarında

Yemlik, gongoroş tomariza, evelik, hamlak külür yabancı bu insanlara

Figleri çekirdek gibi kimse çitlemiyor muhtarım

Sarı sarı yayla çiçeklerini dedebıyıklarını heç mevzu etme

Ne selam verecek bir komşu var, ne yemeğini paylaşacağın bir dost.

Bir yaz akşamı mezarlığın bitişiğindeki cami avlusu muhabbetlerinin yerini hiçbir kermes, hiçbir kısır günü tutmuyor.

Rüştü dayı gülümsemiyor.

Ölenler geri gelmiyor.

Küçüklüğümden beri o mezarlık hep büyüdü o köy ise hep küçüldü muhtarım.

Anlat muhtarım.

Bana köyümü anlat.

Orada da betonarma evler yapıldı mı eski meskenlerin yerine?

Buğday tarlaları var mı? Bendamilde İsmail Ağaya tırpan biçmeye gidiliyor mu hala..

Sabahları ezan sesleri çalıyor mu kapıları?

WordPress.com'da bir web sitesi veya blog oluşturun

Yukarı ↑