Bize Ne Oldu?
Çok sık duyarız bu soruyu. Hatta bazen başkasına soramasak da kendi kendimize sorarız. Geçeriz aynanın karşısına bağıra bağıra içe doğru sorarız. Soyut olur bu sitemler bazen. Bazen de Cahit Sıtkı gibi aynada bir yabancı gibi gördüğümüz çehremize.
“Benim mi Allah’ım bu çizgili yüz
Ya gözler altındaki mor halkalar
Neden düşman görünürsünüz
Yıllar yılı dost bildiğim aynalar
Sitem okunur bu soruda, evet. Biraz da özlem galiba. Şikayet ederiz yaşadığımız çağdan hatta bazen Cahit Zarifoğlu gibi ” Ben bu çağdan nefret ettim, etimle kemiğimle nefret ettim. ” deriz. Yorar bizi yaşadıklarımız. Yorar bizi gördüklerimiz. Yorar bizi okuduklarımız. Bizi en çok da bu yorgunluğun fiziki bir yorgunluk olmayışı, kalbimize oturan ağırlıkların hücrelerimizde yürüyüşü yorar. Ne kar, beyazdır eskisi gibi sanki ne de gökyüzü, eskisi kadar mavi. Ne güneş, çocukluğumuzdaki kadar sıcak ne de toprak dizlerimizi kanattığı o çocukluk yıllarındaki gibi sert.
Bize ne oldu sorusu boğaza takılan ve bir türlü aşağı inmeyen domates kabuğu gibi olur. Su da içseniz ekmek de yeseniz inadına tutunur orada. Kırık bir mızrabın bülbülü dokunur size
“Yine hicran dolu günleri andım,
Yıllar gözyaşına karışıp gitmiş.
Ürperdim ve yerimde kalakaldım”
Letafete, nezakete âşık biriyseniz, biraz da hassas ruhlu iseniz cehenneme döner size yaşadığınız dakikalar. Balkonda beyaz çiçekler varsa o sokakta geçenlere nazik bir ikaz verirdi ev sahipleri. Bu evde hasta birisi var. Geçerken sessiz olun, diye. Kırmızı çiçeklerle bezeli ise cam kenarları o zaman da şöyle okurdu sokakta geçen delikanlılar. Bu evde evlilik çağına gelen bir kız var. Gelip geçerken sesimize üslubumuza dikkat edelim de utandırmayalım yarınların anne adayını. Kapılarda iki tokmak olurdu. Biri büyük biri küçük olurdu. İnce bir tını ile çalıyorsa gelen kişinin kadın ya da çocuk olduğunu anlar da ona göre rahat ederdi evin hanımı. Kapıyı öyle açardı. Ama büyük tokmak ile çalınmış ise kapı bu sefer ya ev kıyafetleri ile çıkmaz kapıya ya da evin erkeği açardı kapıyı. Pencerelerin boyundan, minarelerin inceliğine kadar her ayrıntıda ayrı bir nezaketin emzirdiği bir coğrafyadadan kabalığa yapılan yolculuk size tekrar ettirir bu soruyu. Bize ne oldu? Zeki Müren dinler ya da izlersiniz. Münir Özkul’un Adile Naşit’e rol icabı da olsa o bakışlarına aşık olursunuz. Neşet Ertaş’ın sahnede utana sıkala seyircilerinden ricasını hatırlarsınız. Doğduğu şehre heykeli yapılmak istendiğinde yapacaksanız babamın heykelini yapın ne öğrendimse hepsi onun eseri deyişini ve merkep hikayesini. Mahallede bir cenaze çıktığında kırk gün süren o sessizliği ararsınız her gün bir vefat haberi gelmesine rağmen eksilmeyen kahkahalar arasında. Ziyasını yitirmişlerin şaşkın horonları altında ezilen yer değil de sizin ruhunuz olur sanki. Anne evimizde tuz var beni niye komşuya tuz almaya gönderiyorsun sorumuza ” Oğlum yan komşunun maddi durumu iyi değil. Eksikleri olabilir. Utanabilirler istemeye. Biz onlardan tuz isteyelim ki onların da bir istekleri olursa utanmadan , çekinmeden kapımızı çalıp bir şeyler isteyebilsinler diye seni tuz almaya gönderiyorum” diyen annelerimizin engin düşüncesi gelir hatırımıza. Şimdilerde sosyal medyada çok beğeni almaya vabeste skeçlere dönen ama eskiden her gün her civarda yaşanabilen o düşünceler.
Ve bir Cahit Kulebi şiiri gelir hatırınıza
Şimdi tarlalarda güneş vardır,
Karlar donmuştur otların uçlarında,
Artık akşamları dinlenemem
Başım avuçlarında.
İçi korku dolu kış gecesi
Hiç yatağın yok mu sıcak!
Dağları dolduran kır çiçeği
Hangi rüzgârlar seni koklayacak!
Saçlarımı kesip rüzgâra atacağım!
Ta ki haber götürsün bir gün sana!
İçimde bir şeytan var, diyor ki:
Aklına ne gelirse yapsana.
Ben bu şiiri yazdım atlı talimde
Bulunduğum şehir İstanbul’du,
Ağır ağır kar yağıyordu,
Atımın yelesi bulut renginde
Saçlarımı Kesip Rüzgâra Atacağım / Gökhan Bozkuş

Bir Cevap Yazın